Bu notlar artık göçmüş olan, İstanbul Üniversitesi,
Psikoloji Fakültesi, Klinik Psikoloji ABD üyesi, Prof. Dr. Gülsen Kozacıoğlu’na
aittir.. 1990’lı yılların ortalarında,
derlenmiştir. Kitap olarak yayınlamayı,
düşünüyordu, ancak ömrü vefa etmedi.. Bana da, ön okuma yapmam için vermişti.
Aslında, Özellikle, şizofreni kavramına karşıyım, bunun da
başlıca nedeni, tıbbın bu konudaki, “iyileşmezci” tavrı… Bu tezi, yadsıyan, çok sayıda, örnek olay tıp
literatüründe, edebiyatta ve özel külliyatta yer alır. Tabii ki, günümüzün esas sorunsalı,
modernitenin diğergamlıga, alturizme izin vermeyişidir.. 1990’ların başında, o
zamanlar cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel bir ifadesinde, “diğergamlık”tan
söz etmişti, Hürriyet Gazetesi başyazarı Ertuğrul Özkök de, söz konu ifadeye
gönderek, “diğergam/alturism” sözcüğünü ilk defa duyduğunu açık yürekle ifade
etmişti.. Açık yürekliliğini takdir etmekle birlikte, çağımız adına durumun
sefaletini kaydetmeden geçmek imkansızdı..
Gülsen Kozacıoğlu bildiğim kadarı ile hep klinik psikoloji
alanında çalıştı, klinik psikoloji Türkiye’de psikolojinin en zayıf olduğu
alandır; sabır, sevgi, özveri talep eder, getirisi çok düşüktür.
Kendisi ile dostluğum, ITBA (İngiliz Türk British
Association) kökenlidir; zaman zaman yaşadığım nevroz vaklarında da, sıhhati
elverdiği ölçüde hep yanımda oldu.. 1990’lu yıllarda düzenlediği, ve yaklaşık 3 yıl boyunca pazar öğleden sonraları yapılan, psikoloji
üzerine düzenlediği sohbet toplantılarının hemen hemen hepsine katıldım, son
sınıf öğrencilerinin dışında dışarıdan tek katılımcı bendim, bir hasta
temsilcisi olarak; bir de tabii, çok değerli psikolog Hüseyin Tunçalp dostum
var, dışarıdan katılan.. Ne yazık ki sanırım, o da artık mesleğini
yapmayanlardan..
Bloglardaki, renklendirmeler benim; üzerinden çok zaman
geçtiği için ne için renklendirğimi hatırlamıyorum; sanırım çok da bir önemi
yok.. Metinin biraz savruk, kaleme alındığını belirtmeden de geçemeyeceğim, ama
konu ile ilgilenenler için iyi bir başlangıç sayılabilir.. Özellikle,
varoluşsal psikiyatri açısından Lola Voss vakası ie Mechanical boy kaydadeğer
vakalardır. Keza Fassbinder, Veronika
Voss’un Tutkusu ve Lola'yı Lola Voss vakasından
esinlenmiş olabilir.
Bazen, arkadaşlar, canlı vaka da getirirler, üzerine daııışan da dahil olmak üzre, düşünür, söyleşirdik. Tabii ki, danışanın veya vaka sahibin ruhsal kimliğini zedelemeye özen gösterirdik..
Bu konuda, benim içi önemli olan bir anımı da paylaşmak isterim. Toplantılarda, tabii ki "ego" konusu en çok tartışılan, ilgi çeken konulardan biri olurdu.. Telefon çaldı açtım, öğrencilerinden biri.. Evde, kitabın son redaksiyonlarını yapıyorlar, eksik çevirileri tamamlıyorlarmış; "Küçük harfle yazılan ego ile Büyük harfle yazılan Ego'yu birbirine karıştırmamak" üzerine bir cümle ile karşılaşmışlar; anlamını bana da sormaya karar vermişler.. Bu aslında, bu kadar veciz olmasa da, toplantılarda benimde dile getirdiğim görüştü.. Evet, ego çoğunlukla, id (ingilizce it, hayvan imi) ile superego arasına sıkışır; kişiyi hasta eder.. Halbuki, üretken çağa geçildiğinde, sağlam bir şekilde geçildiğinde, Ego eline kırbacı alır, hem içindeki hayvanı, hem de kendisine dayatılana kırbacı şaklatmaya başlar, o zaman artık Efendi (Shibumi) ne id, ne de super ego'dur; efendi bizzat Ego'dur.
Kozacıoğlu'nun bendeki bu çalışmasını en azından, dijital ortamda yayınlayarak bir bir borcu da ifa etmiş oluyorum...
Doğan Özkan
ŞİZOFRENİ
Bazen, arkadaşlar, canlı vaka da getirirler, üzerine daııışan da dahil olmak üzre, düşünür, söyleşirdik. Tabii ki, danışanın veya vaka sahibin ruhsal kimliğini zedelemeye özen gösterirdik..
Bu konuda, benim içi önemli olan bir anımı da paylaşmak isterim. Toplantılarda, tabii ki "ego" konusu en çok tartışılan, ilgi çeken konulardan biri olurdu.. Telefon çaldı açtım, öğrencilerinden biri.. Evde, kitabın son redaksiyonlarını yapıyorlar, eksik çevirileri tamamlıyorlarmış; "Küçük harfle yazılan ego ile Büyük harfle yazılan Ego'yu birbirine karıştırmamak" üzerine bir cümle ile karşılaşmışlar; anlamını bana da sormaya karar vermişler.. Bu aslında, bu kadar veciz olmasa da, toplantılarda benimde dile getirdiğim görüştü.. Evet, ego çoğunlukla, id (ingilizce it, hayvan imi) ile superego arasına sıkışır; kişiyi hasta eder.. Halbuki, üretken çağa geçildiğinde, sağlam bir şekilde geçildiğinde, Ego eline kırbacı alır, hem içindeki hayvanı, hem de kendisine dayatılana kırbacı şaklatmaya başlar, o zaman artık Efendi (Shibumi) ne id, ne de super ego'dur; efendi bizzat Ego'dur.
Kozacıoğlu'nun bendeki bu çalışmasını en azından, dijital ortamda yayınlayarak bir bir borcu da ifa etmiş oluyorum...
Doğan Özkan
Klasik olarak şizofreni,
gençlik yaşlarında başlayan progresif bir seyir gösteren etiyoloji ve
patolojenisinde çok yönlü psişik ve organik faktörlerin rol oynadığı, tedaviye
oldukça inat gösteren, prognozu genelde belirgin olmayan ve klinik olarak
hastanın özellikle kişiler arası ilişkileri ile duygu ve muhakeme süreçlerinde,
ayrıca şahsiyet organizasyonunda bozukluk ile kendini gösteren, kronik, ender
durumlarda da akut olarak ortaya çıkan bir psikozdur.
Bellak’a göre; Şizofreni kendi başına tek bir hastalık olmayıp,
psikiyatrik bir sendromdur. Ego’nun ciddi bir bozukluğuna yol açan ve kişilik
yapısı içinde Ego’da kendini gösteren patolojik bir durumdur.
Şizofreni “Dostları Derneği”nin “seyir” adlı kitapçığında,
“şizofreni”nin insanların yeryüzünde yaşayabileceği yüzlerce tıbbi
rahatsızlıktan sadece biri olduğunu ifade edilmektedir. Şizofreni”nin diğer
rahatsızlıklardan farkı, organ olarak beyni etkilemesi ve sonuçta duygu,
davranış ve düşüncelerimizi değiştirerek, dış çevreye yansıyıp, çevreyle olan
ilişkide olumsuzluklar meydana getirmesidir. Bu nedenle ilk başta tıbbi bir
rahatsızlık olarak değerlendirilememektedir. Böylece hastalığın başlangıcı ile
bir doktora başvurma arasında uzunca bir süre geçebilmektedir.
Şizofrenik sendromun semptomları bireysel değişkenlikler
göstermektedir. Bu değişkenlik “psikiyatrik sağlık” kavramı içinde yer alırken
“şizofreni”, her zaman belli bir noktayı kapsamayabilmektedir. Zayıf bir ruhsal
sağlık durumu çerçevesinde, bazen manik deprezif psikoz ile psikönevrozların,
birbirini kapsaması, birbiri üstüne binmesi gibi bir durum ortaya
çıkabilmektedir. Ego’nun kalitesi, fonksiyonlarının çeşitliliğini gösteren
kantitatif düzeyin yeterli oluşuna bağlıdır. Bu çeşitliliğin bütünü, Ego’nun
gücünü anlamada gereklidir.
Şizofrenik semptomlar, zayıf bir Ego’nun, dürtülerin kontrolünde,
realiteye adaptasyonda ve libidinal yatırımda, başarısızlık, zayıflık ayrıca
savunma mekanizmalarının kullanamama gibi fonksiyon bozukluklarında kendini
gösterir. Çok ciddi Ego bozuklukları Kraepekin ve Buleuler’ın tanımladıkları
“şizofrenik semptom” belirtileri ile benzeşmektedir.
Freud, bütün şizofrenik fenomenleri temel regresyon kavramı
çerçevesinde toplayıp, farklı vakalarda regresyonun nedeni ve yaygınlığının da
farklı olabileceğini ancak genelde hepsinde regresyon mekanizmasının çok yoğun
olduğunu kabul etmektedir. Çocukta psikolojik gelişim “narsizm” döneminde
başlar. Bu dönemde objelerin varlığı henüz belirgin değildir. Ego’nun oluşması,
objelerin farkına varılmasıyla başlamaktadır. Freud şizofrenide marsisizm’e
doğru bir geriye dönüş durumunun görüldüğünü, objelerin yitirildiğini, ego’nun
adeta yıkıldığını ve obje ilişkilerinin yerini narsisizm’in aldığını
vurgulamaktadır.
Ego’nun çöküşüyle, kişiliğin bütünlük ve sürekliliğindeki kopukluk, Ego’nun
oluşum haline, ya da henüz oluşmamış dönemine bir dönüşü düşündürmektedir.
Freud’a göre bozulmuş olan obje ilişkilerinden dolayı Ego’nun objeleri
kaybolmuş gibi algılaması şizofreni’nin erken dönemlerinde görülmektedir.
Hastalar bazen dünyanın sadece bir bölümünü kaybolmuş gibi algılayabilir.
Örneğin; yaşamakta olan bir insanın ölmüş olması gibi yanlış bir inanca
kapılabilirler. Bu olgu o kimseyle olan libidinal bağı geri çekilmiş olduğunu
gösterir. Hasta, dünyayı “boş” “anlamsız” ve “monoton” olarak algıladığında, ve
de bu duygularından yakındığında libidonun objelerden geri çekilmiş olduğunu
anlayabiliriz.
Bazen şizofrenik semptomlar, obje kayıplarının amaçlı olduğunu
belirtir. Bir mutizm “suskunluk” olayı, hastanın gerçek dünya ile yani realite
ile ilgisinin kalmadığını belirtirken aynı zamanda düşmanca (hostil)
duygularını da yansıtmaktadır. Çünkü, suskunluk olumsuz bir semptomdur ve
olumsuz semptonlar çevreye karşı duyulan agresyonu göstermektedir.
Freud “Ego”nun öncelikle bedenle ilgili bir olgu yani bedenin
algılanması olduğunu ileri sürerken “beden imajı Ego’nun çekirdeğidir”
demektedir. Bu nedenle hastalığın başlangıcında genel olarak rastlanan
Hipokondriyak duyumlar Ego’nun çekirdeğinde yani beden imajında değişimler
olduğuna işaret etmektedir.
Schilder, şizofrenide görülen Depersanalizasyon durumu yaşayan
kişilerin, duygulardan yoksun olmadıklarını söylemektedir. Schilder’e göre bu
kişiler sadece kendi varlıklarına karşı içsel bir karşıtlık yaşamaktadırlar. Depersanalizasyon, kabul edilemeyen
duygu ve duyumları bastırma çabasının bir semptomudur. Enerji yükü yatırımının,
objelerden Ego’ya çekilmesi halidir. Depersanalizasyon ve yabancılaşma
narsisizm’in artışının algılanmasına karşı Ego’nun bir tepkisidir.
Şizofrenideki genel şaşkınlık ve her şeyin değişmiş olduğu duygusu gibi
başlangıç semptomları narsisizm’e geri dönüşün paralelinde libido’nun
objelerden çekilip, Self’e yatırılması olayının içsel olarak algılanmasına
bağlıdır.
Psikanalitik görüşe göre bazı psikotik kişiler, artık güçlerini yitirmiş
olduklarını yadsırlar ve bu gücü sürdürme veya yeniden kazanma çabasına
girerler. Daha sonra yaşamda karşılaştıkları her narsisiztik yaralanmaya karşı,
ilk kez güçsüzlüklerinin ortaya çıktığı zamanki yadsıma tepkisini tekrar
gösterirler. Bu kişiler için narsisizm dönemine bir geriye dönüş, yeniden
yapılanma olgusunun megalomani şeklinde görünümüdür.
Şizofrenik kişi narsisitik yapıya geriye dönüş yolunda kendisini aşırı
değerlendirerek, bu değerlendirmeyi Ego’suna yöneltir. Böylece aşırı bir benlik
sevgisine yakalanan hasta kendisini kral, başkan yada tanrı olarak kabul
etmekte, böylece gerçeği değerlendirmenin azalmasıyla, objelerin yerini Ego’su
almaktadır. İşte bu döneme Freud, “Sekonder narsisizm dönemi” demektedir.
Psikozdaki paranoid kişilikte hasta başkalarının bilinç altını sezmekte
özel bir duyarlılık gösterir. Sezinlediği her ne ise o olguyu kendi projekte
etme eğilimlerini rasyonalize etmekte, mantıklı hale getirmekte kullanır.
Aslında projeksiyon, yani yansıtma, Ego ile Ego olmayan arasındaki sınırın
belirsizliğini ifade etmektedir. Şizofrenide ve psikozda hezeyan, yitirilen
gerçeğin yerini doldurma çabalarını belirtir. Yani hezeyan: a) istemediği halde
geri dönen realiteyi b) bastırılmış iç güdülerini c) hasta’nın projekte edilmiş
süper Ego isteklerinin ürünüdür. Süper Ego’nun projeksiyonu en açık şekliyle
referans düşüncelerinde üstüne alınma görülmektedir. Örneğin; “etki altında
bırakılıyorum” inancı, kişinin çevreden içermiş olduğu süper Ego’sunun bir
yansımasıdır. Kendi iç gözlemlerinin hoş olmayan projeksiyon’larıdır. Hastanın
bir zamanlar içermiş olduğu sosyal çevre yaptırımlarının eleştirileri,
sistemleridir. Süper Ego’nun işitsel kaynaklı
olduğu düşünülürse, suçlamalar genellikle sesler şeklinde işitilir.
Aslında hastanın kendini suçlaması olan sesler dışarıdan geliyor, gibidir ve
hasta söylenenleri hak ediyor gibidir.
Yeterli temellere dayanmayan şüpheci bir tutumdur. Diğerlerinin
kendisine yara verdiğine, aldatıldığına, sömürüldüğüne dair şüpheler oluşur.
Onların dürüstlüğüne ve güvenirliğine dair endişeler vardır. Kişilik yapısına
darbeler vuruluyor gibi algılamalar, karşı ataklara neden olabilir. Daha ciddi
durumlarda, takip ediliyor, medya kendisinden söz ediyor, ya da öldürülecekmiş
gibi duygular gelişir. Olayları kendine mal eder (Frame of reference) “Herşey
bana bağlı, herşey bende bitiyor” gibi düşüncelere kapılır. Bu nedenle
sorumluluklardan kaçar ve kaderi için diğerlerini suçlar. Göçmenler, yabancı
ülkelere sığınıp, onların vatandaşlığına geçenler yatılı okul yada yurtlarda kalıp,
aile çevresinden uzakta yaşayanlar, mahkumlar (özellikle hücre mahkumları),
işitme özürlüler, aile tarafından huzur evlerine yerleştirilenler, zaman içinde
paranoid yapı geliştirebilirler. Korku, güçsüzlük, yetersizlik duyguları,
aşağılık duyguları ve güvensizlik sonucu yaralanmış, incilmiş olmak da paranoid
tipte bir psikoz gelişmesine neden olabilmektedir.
Şizofrenlerin bazıları başkalarından zarar görebilecekleri endişesi
içinde takip edildiklerini, öldürüleceklerini, insanların kötü amaçlarla kendileri
ile uğraştığını düşünebilirler. Bir kısmı kendileri ile ilgili yayın yapıldığı
düşüncesi ile TV’den, gazetelerden tedirgin olabilir veya basın yayın organları
tarafından düşüncelerinin çalındığını, okunduğunu iddia edebilir. Kimileri ise
kendi bedenleri ile dış dünya arasındaki sınırın silindiğinin, bedensiz
olduklarının, varolmadıklarını zannedebilir. Emreden, hakaret eden,
davranışlarını yönlendiren hayali sesler duyduklarını iddia edebilir ve bu
seslere yanıt vererek karşılarında biri varmışcasına kendi kendilerine
konuşabilirler. Söz konusu belirtiler şizofrenide daha çok alevlenme
dönemlerinde görülür.
Genel olarak hepimiz ağır hayal kırıklıklarında, haksızlığa
uğramalarda, yoğun stres altında, paranoid bir dönem geçirebiliriz.
Ailede kurbanlık koyun olarak seçildiğimizde, haksız yere suçlandığımız
ve cezalandırıldığımızda biz de kaderi suçlayabiliriz. Ancak bu düşünceler
kişilik yapımız üzerinde bir paranoid’de olduğu gibi egemen değildir.
Tüm diğer obje ilişkilerini yitirdiğinde, bir hastanın kendi süper
Ego’sunun yarattığı sosyal anksiyete son derece önem kazanmaktadır. Aslında
kendisine atfetmiş olduğu düşünceler, çevrenin kendi hakkında düşündüklerini
yada kendisinden bekleneni yapıp yapmamış olduğunu ifade eden öz
eleştirilerdir. Bu tür hezeyanlarda hasta, gözlemci ve eleştirici bilincinin
kendisine söylediklerini, sanki dışardan geliyormuş gibi algılamaktadır.
Freud sinsi başlayan ve gelişen paranoid vakalarda, hezeyanların, diğer
yönleri sağlam olan kişilikte realite ile ilişkideki ara çizginin üzerine konan
bir yama gibi göründüğünü söylemektedir.
........ ....................... Şizofrenik hasta aşırı şefkatli yada
düşmanca olabilen ani ve şiddetli transferans tepkisi gösterir. Ancak bu
tepkiler, güvenilmez niteliktedir. Adeta narsistik tutumlarını terk edip
objektif dünyayla ilişki kurma çabasındadır. Ancak bu tutumlarını ani ataklar
halinde ve sadece kısa süreler için gerçekleştirebilirler. Söz konusu olan
davranışlarının belirli bir şiddet olması, objeleri yeniden kaybetme
korkularına bağlıdır.
Freud şizofrenideki dil özelliklerine değindiğinde, hastaların çok ince
ve karmaşık hale gelmiş olan kendi anlatım biçimlerine özel bir titizlik
gösterdiklerini görmüştür. Sözcükler rüyadaki düşünce ve imajları ortaya
çıkaran ilksel (primel) sürecin – primary process’in etkisindedir. Hasta
objektif dünyayı yeniden kazanma çabasındadır. İstediği objeyi yitirdiğinde, o
obje yerine sadece onun (gölgesini) yani (sözcüklerini) kullanır. Yani kayıp
obje yerine bu kez kelimeleri kullanır. Şizofrenik konuşma özellikleri hep aynı
nitelikte değildir. Örneğin: tekrarlar, arka ile düşünceler sözcüklerin
bilinmeyen bir anlamda kullanılması gibi subjektif bir düzen içinde konuşurlar.
Şizofrenik kişide bilinçaltı çatışmaların rahatsızlığa neden olacağı
düşüncesiyle psikiyatristler zaten incinebilir olan benliğinin dağılmaması için
psiko-dinamik yönelimli terapi yöntemleri yerine, destekleyici yaklaşımların
daha yararlı olacağı düşüncesindedirler. Şizofrenin yaşamını etkileyen en
önemli sorun çalışmama halidir. Bu nedenle şizofreninin evinde işyerinde
yaşamını sürdürmesini kolaylaştıracak temel gereksinmelerin karşılanması
destekleyici yaklaşımın amacı olmalıdır[1].
Şizofren, kendi psikolojik ihtiyaçlarını anlama yolunda aydınlanmak,
kendisini bir yabancı olarak görmemek ve duygusal kırılmalar, ilgisizlikler
nedeniyle kendisini küçük ve değersiz hissetmemek için, semptomlarının ve
sembollerinin anlamlarını çözmeye çalışmalıdır.
Şizofrene yardım edebilmek için oldukça sabırlı, iyi niyetli, onun
kişiliğine değer veren ve onu olduğu gibi görebilen, kabul edebilen dünyaya
onun penceresinden bakabilen bir kişi olmak gerekir. Hastanın toplum içinde
yaşamasına olanak sağlanabilir ve çok güç de olsa sosyal iyileşme
gerçekleşebilir. Frieda Fromm Reichmann, ağır bir şizofreni hastası olan
Meksikalı bir genç kadının şiir yeteneğini sezerek ve güvenini kazanarak, onu
desteklemesi sonucu hastanın tanınmış bir şair olmasına yardım etmiş, Sullivan,
Ego’su ilk çocukluk dönemine kadar gerileyen genç bir şizofren kadın hastasının
odasında, aylarca uzun saatler birlikte kalarak onun zayıf Ego’sunu destekleyip
ruhsal açıdan dış dünyaya uyum sağlamasına yardımcı olmuştur. Bu yaklaşım ve
özverisinde onunla bir elma şekerini birlikte yalamış, böylece ilk çocukluktaki
ruhsal dünyasına inebilmiş, gösterdiği sabır ve sevgi ile onu hastalık ruhsal
dünyasından çıkarıp Ego’sunun sağlıklı gelişimini gerçekleştirmiştir.
Bir psikotiği anlamak, hissetmek, yapay görüntüler arkasında hastanın
kendisini ve hastalığını sezmek, sadece kitaplardan öğrenmeye bağlı olmayıp
özel bir yetenektir. Doktorun, doğuştan (innate) zengin, çok yönlü, renkli,
derin bir ruhsal iç yapısı olması gerekir. Böylece bir kişilik yapısı üzerine
bilgi ve deneyimler de eklendiğinde şizofreniyi erken dönemde tanıma olasılığı
artar. Daha sonra amaç, farklı terapötik yaklaşımlarla, hastanın psikodinamik
faktörlerini anlayıp, gereksinmelerini hissedip, karşılayabilmektir. Ancak bu
psikodinamik faktörleri açığa çıkarıp, hastayı anlamak yine de oldukça güç bir
çabadır ve büyük bir sabır, özveri ve sevgiyi gerektirir.
Şizofreniyi sadece organik ya da sadece psikojenik açıdan incelemek,
varılan sonuçlar açısından tatmin edici olmayacaktır. Psikodinamik anlayışa
göre hasta ele alındığında, tüm organik, fizyolojik ve sosyo-kültürel faktörler
incelenip bunların hastalığın başlaması ve ilerlemesindeki rolleri
incelendikten sonra şizofrenik değişmeyi psikojenik bir hastalık olarak kabul
edebiliriz. Şizofreni tablosu çeşitli nedenler ve çeşitli faktörlerle ortaya
çıkabileceğine göre şizofreniyi çevreye karşı yöneltilmiş “reaksiyonlar”
kapsamı içinde incelemek daha doğru olacaktır.
Bu doğrultuda ilaç tedavisi dışında kalan diğer tedavi yöntemleri
psiko-sosyal tedaviler kapsamında ele alınmaktadır. Bu yöntemler arasında,
destekleyici, davranışçı-bilişsel tedaviler, grup tedavileri aile ortamına
yönelik tedaviler ve hastanın yaşadığı yerleri bir tedavi ortamı olarak ele
alın psikososyal yöntemler yer almaktadır. Psikososyal ortamlar, kişinin
çalıştığı işyerini, yaşadığı evi ve sokağı, birer tedavi ortamı olarak kabul
eden tedavi yöntemidir. Amaç, gerçeği değerlendirme yetisi bozulan kişinin
dürtü denetimini sağlamak, kendisine yada başkalarına yönelik olabilecek
zararlı davranışları önlemek, insanlarla etkileşimi arttırmaya
cesaretlendirmek, uyumlu davranış modelleri geliştirmektir.
Şizofrenik ...... içinde başından beri, duygusal bağlardan uzak kalmış
olan şizofren, aslında bir kimseyi kaybedişin yasını tutmuyordur. Onun bu
psikolojik tükenmişlik durumu melankoniyi hatırlatsa da yüzünde keder ve acı
ifadesi olmayabilir. Yüz çizgilerinden bir anlam çıkarılmaz, bazen tüm ifadeler
silinmiş heyecanlarla ilgisi hemen hemen çok azalmış gibidir. Uyanıklık içinde,
rüyada (day dreaming) gibi yaşar.
Bazıları ergenlik çağında melankoniye benzer bir durgunluk devresinden
geçerek içlerine kapanırlar, ancak hepsi şizofrenik olmaz. Çocukluğunda kolayca
arkadaş edinen şizofren bu, dönemde adeta bir durgunluk devresine girmiştir.
Hastalığın başlaması, durması ya da ilerlemesi bir çok faktöre bağlıdır.
Şizofrenik dünyada yaşayanların hepsi klasik psikotik kavramı içine
girmeyebilir. Bir kısmı, çevredekileri rahatsızetmeden yaşayıp gider, realite
ile ilişkilerini tümden kaybedip psikotik olmalarını önleyen hayat şartları
ortaya çıkabilir. Örneğin, ebeveyn önceleri çocuğun psikolojik ihtiyaçlarını
farketmemiş olmasına karşın, daha sonra onu anlayıp, olduğu gibi kabulederek
şefkat ve sevgi gereksinimini telafi edebilir. Hasta şanslı ise, akraba yada
dostlarından anlayışlı ve şefkatli kişiler onu koruyarak ayaklarının üzerinde
durmasına yardım eder.
Eğer hasta bu kadar şanslı değilse, yakınlarının ölümü, savaş,
parasızlık, yasalarla karşılaştığı aksilikler gibi durumlar, hastanın psikoza
girmesine sebep olur. Bunun yanı sıra diğerleri gibi olmaya özenirse, yani bir
işe girmeyi, evlenmeyi, başkaları ile daha yakınlaşmayı düşünürse bu yaşantılar
ona, yalnızlığını ve yabancılığını dayanamayacağı bir şekilde farkettirir ve
psikotik olma riski artar. Zamanla şizofren, kendine özgü sembolik duygu,
düşünüş ve davranışlarını gizleyemeyecek hale gelir. Anlaşılmayan, garip ve
bazen tecavüzkar hareketleri diğerlerinin rahatını kaçırır. Kendilerinden
olmayan kişilere karşı toplumun davranışı, onu çevreden soyutlamak ya da bir
akıl hastanesine kapatmaktır.
Laing’e göre şizofrenik olarak adlandırılan yaşantı ve davranışlar,
kişinin yaşanılmaz bir dünyada yaşayabilmek için yaratmak zorunda kaldığı bir
strateji türüdür. Şizofrenik kişi, iç ve dış dünyalarının birbirine karşıt
düşen baskıları tarafından kuşatılmış bir biçimde hareketsiz kalmıştır. Satranç
oyununda, hangi hareketi yaparsa yapsın mat olacak bir oyuncuya benzer.
Laing, şizofreniyi bir kişilik özelliği, bir varoluş olarak ele
almıştır. Diğer insanlar tarafından “çılgınlık” olarak tanımlanabilecek varoluş
biçimlerinin, gerçekte anlaşılabilir olduğu görüşünü savunmuştur.(1) Laing’e
göre şizofreni, bazı insanların diğerlerine yapıştırdığı bir etikettir. Sanki,
yabancılaşmanın bir önceki dönemidir. Sosyal bir gerçek ve politik bir olaydır.
Bir şizofren için şizofreni, normallik denen korkunç ve ürkütücü olan
yabancılaşma durumundan kendimizi kurtarmamızın en doğal yoludur.(2)
Kafka şizoid durumlarda beden ile benlik arasında devamlı bir ayrılık
olduğunu söylemiştir. Toplama kampından hiçbir zaman dışarı çıkma olasılığı
olmayan mahkumların, kaçış için tek yolunun, kişinin kendi benliğinin “içine”
çekilmesi ve bedenin dışına çıkması olduğunu söyleyen Kafka “rüya gibi”,
“gerçek dışı görünüyor”, “hiçbirşey beni etkilemiyor” gibi ifadelerde de
“yabancılaşma” ve “gerçek dışı olma” olayının yaşandığını belirtir.
Laing’in katatonik ve paranoid belirtiler gösteren ve daha sonra kronik
şizofreniye dönüşen “Joan” adlı vakasında hasta, çevresine güvenmeyip, ruhsal
olarak yaralandığında, katatoniye girmiştir. Laing böylece Joan’in hiçbir şey
hissetmediğini ve Kafka’nın anlattığı mahkumlar gibi, benliğinin içine
çekilerek, hiçbir şeyden etkilenmemeyi başardığını söylemiştir. (3).
Laing, çılgınlığın her zaman bir çöküş olmadığını söylemekte,
çılgınlığı aynı zamanda bir çıkış yolu (breakthrough) olarak görmektedir. Çılgınlık,
potansiyel olarak, esaret ve varoluşçu ölüm olduğu kadar aynı zamanda özgürlük
ve yenilenmedir, tedavi edilmesi varoluşçu ölüm olduğu kadar aynı zamanda
özgürlük ve yenilenmedir, tedavi edilmesi gereken bir hastalık değildir. Bir
seyahat, bir maceradır. Sosyal açıdan delilik; sıradan insanların içinde
bulundukları karanlıktan; dışarıdaki ışığı zamanla fark edebilmeleridir.
Eugene Bleuler’in oğlu olan Manfred Bleuler(4) şizofreni kavramının
sıklıkla yanlış kullanıldığından söz ederek sahada çalışanların bazılarının
sadece “çok ciddi, tedavisi imkansız, parçalanmış, psikotik” gibi olguları bu
tanı altında ele aldıklarını söylemektedir. Diğer bilim adamları ise şizofreni
kavramını öylesine geniş kapsamlı kullanırlar ki, “hemen hemen hepimiz için
şizofreni tanısı konulabileceğini” ifade ederler. Örneğin: kendi fikirlerine
aykırı düşen bir kişi, diğerini şizofrenik olarak tanımlayabilir. Manfred
Bleuler’e göre şizofreni tanımı, gerçek bir psikoz için kullanılmalıdır. Ve
Bleuler “orijinal”, “şizoid”, “psikopat”, “nörotik” gibi kavramları şizofreni
kavramı içine almıştır. Manfred Bleuler, psikotik olgunun arkasında, ya da yanı
sıra süre gelen normal entelektüel ve emosyon dolu bir yaşamın var oluşunu,
şizfreni tanımı içine almıştır. Manfred şizofreni için tanımlamalarında 1)
Düşüncede tipik ayrışma 2) Duyguların ifadesinde tipik farklılıklar görülmesi,
3) Katatonik semptom, 4) Şizofrenlere özgü hezeyan ve hallüsinasyonların
görülmesi gibi ifadeler kullanılmıştır.
Spearman,
Thorndike ve Stern’ina zeka modellerinden yola çıkıp, oluşturduğu “G” faktörü
kavramını ortaya koyduğunda, zekâ’yı birbirinden farklı, belirli fonksiyonların
bir araya gelmesi olarak tanımlamıştır. Ego fonksiyonlarını bu anlayış içinde
ele aldığında, Spearman şizofrenide sadece bazı fonksiyonların bozulmuş
olabileceği gibi esnek bir görüşü savunmuştur. Böylece Spearman, sadece tek bir
Ego fonksiyonunun bozulmasına dayanıp, kişiyi şizofrenik olarak algılama
sorununa açıklamalar getirmeye çalışmıştır.
Wechsler “şizofreni’de zekanın tüm alternatiflerinin çökmemesi olayı
üzerinde durmuştur. Bir gravyer peyniri tekerleği düşünülürse, üstündeki
delikler, şizofrenik zekanın baş noktalarını, dış yüzeyi ise zekanın
bozulmayan, çökmeyen, dağılmamış yönlerini ifade eder. Tıp’ta bu olay “Swiss
Chees” olayı gibi ele alınır. (Delikli gravyer peyniri).
Freud ve Meninger’in, en ağır ruhsal bozukluklarda bile Ego’nun
sağlıklı bir yönünün mutlaka var olduğu inançlarına bir gerçek gözüyle
baktığımızda, şizofreni’de Ego’nun işbirlikçi bir bölümünün tedavide etkin olabileceğini
unutmamak gerekir. Bu nedenle Freud, şizofrenikler üzerinde analitik bir etki
yaratılabileceğine çünkü şizofreninin Ego’sunda narsisizme doğru bir
gerilemenin hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmediğine inanmıştır. Şxizofrenle
yaşanabilecek, böyle etkin bir terapötik ortam içerisinde, terapistin hastayı
dış gerçekler diyebileceğimiz “realite”ye döndürebilmesi mümkün olabilir. Onun
otistik dünyasında girebildiğinde, kendisini hastanın “içsel realite”
diyebileceğimiz, dünyasına kabul ettirebildiğinde, hastanın, dış dünyayla
bağlantısını gerçekleştirişini sağlayabilecektir.
Şizofren sadece, o anda var olan zamanda var olur. Gelişimini sağlayan
sosyal ilişkilerden dışlanmıştır. Zamanın onu için bir geleceği yoktur, bu
nedenle de yaşam bir amaç taşımaz. Çocukluk döneminin ilk başlarında yada
ortalarında biyolojik yada sevgi içeren duygusal gereksinmeleri karşılanmamış
olabilir. Hastanın daha sonraki yaşamındaki çöküşü, var olma açısından bir
anlam taşır. Nedeni ise “anlam”ın ve “Self”in kaybının şizofreni kazasına
hapsetmiş olmasıdır[2].
Kişilik yapısının içinde hapsedilmiş olmak, varoluşçuluk çizgisinde,
şahsiyetin temelinin yapılandırılmasında etkendir. Geleceğe yönelik bir seçim
yapmasının olanıksızlığı, şizofreni, sürekli geçmiş davranışlara yöneltir. Zihinsel
bozukluğu, sürekli uyumsuz olmasına rağmen tekrarlama gösteren, düşünce
süreçleriyle tipik bir hâl alır.
İnsan zaman ve mekan içinde hareket ederken, o anki davranışlarına bir
yön vermede doğal olarak geleceğe dair hayallerini de kullanır. Yani, “yaşayan
insan, geleceği yaşayandır”, gibi bir temel’den yola çıkar. Victor Frank
“şizofreniyi”, “beklenmeyen ölüm-unanticipated death” olarak tanımladığında,
büyük bir olasılıkla aynı temelden hareket edip, “şizofren, kendisi için bir
gerçek olmadığından ölmüştür”, düşüncesini savunmuştur.
ŞİZOFRENİN
TARİHÇESİ
Şizofreni, psikozlar arasında en sık rastlanan, ancak
gerçek nedeni ve esas yapısı en az anlaşılan bir ruh ve akıl hastalığıdır. Bu
nedenle, şizofrenide görülen her düşünce bozukluğunu, ayrı gruplar halinde
sınıflandırmak yerine, bugün bilim adamları, bu reaksiyonlara tek bir
gruplandırma halinde “şizofrenikler” demeyi uygun görmektedirler. Buna göre
şizofreni çağdaş ve klasik tanımı ile, gençlik yaşlarında başlayan, progresif
bir seyir gösteren, etiyolojisinde psişik ve organik faktörlerin yer aldığı,
tedaviye oldukça direnç gösteren, kişinin üstesinden gelmekte güçlük çektiği
yoğun yaşam koşullarına karşı gösterilen ve az çok birbirine benzeyen
süreçlerden oluşmuş bir reaksiyondur.
Bazı bilim adamlarının genel kanısına göre; “ŞİZOFRENİ, fonksiyonel
rahatsızlıkların en önemlisidir.” Fonksiyonel ya da psikolojik ayrımı sözkonusu
edildiğinde, beyin ve sinir sisteminde herhangi bir değişme, organik bir
bozukluk olmadığı halde, ruhsal bir sorunun ortaya çıkması, psikolojik bir
rahatsızlık olduğunu düşündürmektedir. Fonksiyonel rahatsızlıklarda,
organizmanın kendisinde değil de, işleyiş biçiminde ortaya çıkan bir bozukluk
sözkonusudur. Fonksiyonel rahatsızlıklarda, soya çekime bağlı hazır bir zemin
üzerinde predispozisyon, yanlış alışkanlıklar, yanlış öğrenme ve bunlara bağlı
düşünme ve değerlendirme ile gelen bir uyum ve davranış bozukluğu
görülmektedir. Şizofreni bu nedenlerle, bazı ekollerde fonksiyonel olarak ele
alınmaktadır. Şizofreninin organik bir bozukluğa bağlı olmayıp, fonksiyonel bir
nitelik taşımakta olduğu görüşü, tüm biyolojik ve organik iddiaların
paralelindeki yerini korumaktadır.
Ruhsal rahatsızlıkların tarihçesi ve tedavisine göz attığımızda
Şamanizm’in bu doğrultuda tarihte önemli bir yeri olduğu görülmektedir. O
dönemin şamanları, kötü ruhların ve cinlerin hastanın bedenini terk etmesi ve
yerini iyi ruhların alması için hastaya yardım ederek, önemli bir görev
üstlenmekteydiler.
Antropolog Michael Harner[3],
ağırlıklı olarak 1956-1960 yılları arasında ŞAMANİZM ile ilgili derinlemesine
çalışmalar yapmıştır. Harner’ın araştırmalarına göre Şamanik yöntemlerin
yirmi-otuzbin yıllık bir geçmişi vardır. “Şaman” sözcüğü, Sibirya’daki Tunguz
dilinden gelmiştir. Antropologlara göre doğu kültüründe “büyücü”, “efsuncu”,
“sihirbaz”, “cinci” gibi terimleri karşılamaktadır. Ayrıca Sanksritçe’de
“Sırmana”dan gelmekte ve “herşeyi bilen, dünya malıyla ilgisi olmayan, “ulvi
din adamı” anlamında kullanılmaktadır. Yine bilimsel incelemelere bakıldığında
her büyücü hekim, “şaman”la eşdeğerde nitelendirilmektedir.
Tedavi edici Şamanlar, şeytanın etkisiyle hasta olan kişinin bedenini
terk eden iyi ruhların geri dönmesi için Gök Tanrıya (Ülgen) yalvarırlar.
Tedavi sürecinde Şamanın okuduğu dualar, ilahiler, şarkılar, hastanın şamanik
tedavi yolculuğunda karşılaştığı tehlike ve korkuları aştığını anlatmaktadır.
Şaman, kendi emri altındaki cinler yardımıyla hastalığı oluşturan kötü cinleri
kovar. Böylece asıl iyi ruh, hastanın bedenine dönerek onu iyileştirir. Şaman
bu anlamda hastalarının huzura kavuşmasını, hoşnut olmasını, mutlu yaşamasını
sağlamaya çalışmaktadır (İbid, s.26).
Şaman, kendi iradesiyle değiştirilmiş bir bilinç durumunu görebilen ve
insanlara sağlıkları doğrultusunda iyardım etmek için gizemli bir gerçeklikle
ilişkiye geçebilen, emrinde bir ya da çoğunlukla daha fazla ruh bulunan bir
erkek veya kadındır. Şaman, ruhunun bedenini terk edip göğe yükselmesi veya yer
altı dünyasına inmesiyle trans haline geçebilir. Michael Harner, Şamanın bu
trans halini Şamanik Bilinç Durumu
(ŞBD) olarak açıklamıştır. Transın ötesinde Şaman, şamanik yöntemlerden
öğrendiği bir farkındalığı da yaşamaktadır. Şamanlar, hastayla çalışmalarındaki
uygulamaları genelde geceleri gerçekleştirirler. Nedeni ise, karanlıkta
realitenin ortaya çıkaracağı rahatsızlıkların bilinç üzerinde etkisinin
azalması ve şamanın çalışmalarında olağandışı gerçekler üzerine odaklaşmasına
fırsat tanımasıdır. Hastalıkları çok iyi görebilme yeteneği nedeniyle “görücü”
olarak adlandırılan Şaman, davul veya çıngırak çalarak, şarkı söyleyip, dans
ederek Şamanik bilinç durumuna girebilir.
Michael Harner’a göre “Şamanik Aydınlanma” başkalarının
algılayamadıklarını görebilme yeteneğidir. Bu aydınlanmada Şamanın başının
çevresinde çok renkli bir hale oluşur ve ancak Şamanın o andaki durumuyla
benzer bir bilinç durumunda olanlar tarafından görülür. Şaman bu ışıkla,
başkalarına göre karanlıkta olan her bilgiyi görebilir. Olağanüstü Şamanik
potansiyeli olanlar diğer olayları olduğu gibi, hastalıkları da sadece görmekle
kalmayıp hissedip sezerler. Şamanın rolü, bugünkü psikoterapotik ortamda yer
alan terapistin rolüne benzemektedir. Terapist de hastada başkalarının
algılayamadıklarını görmeye onun düşünce, istek ve duygularını onunla
kurabileceği empati içinde hissetmeye sezmeye çalışmaktadır.
Claude Levi Strauss’a[4]
göre şamansal tedavide önemli olan, hastanın mitoloji kapsamı içinde yer alan
koruyucu ruhlar, büyülü hayvanlar gibi olgulara inanıp bunları benimsemesidir.
Hasta bunlara inandığı sürece, içinde kuşku yaşamaz. Çünkü Şaman mitolojiye
başvurarak hastanın kuşkuya düşeceği tutarsız ve nedensiz öğeleri, olumlu bir
bütüne dönüştürerek kuşku duymamasını sağlar. Bu doğrultuda bugünkü psikofenaya
çalışmalarında terapistin, hastanın endişe ve kaygılarını azaltmak için onun
mantığına ulaşmaya, onun realite ile olan ilişkisini sağlamaya çalıştığını
görmekteyiz.
Şamanın mitolojiye başvuruşunda, mitlerin önemine değindiğimizde
“mit’in”[5]
bir toplumun manevi değerlerini yansıtan o kültürün dünya görüşünü ve önemli
inançlarını temsil eden öyküler olduğunu görmekteyiz. Mit, bir kültür
tarafından değer verilen ve korunan hümanist deneyimlerinin birer simgesidir.
Olguların kökenlerini, doğal olayları, ölümü, konu edilebilmektedir.
Kahramanlık öyküleri anlatarak kahramanca ve erdemli davranışlara model
oluşturabilir. Folklorik temaları, efsanevi öyküleri içerebilir. İnsanın çok
daha geniş bir düzeyde yer aldığı bir alemi tanımlayarak yaşamdaki gizemli ve
olağanüstü olayları ortaya koyar. Bu nedenle önemsenmesi gereken mitleri[6]
yani mitosu bilmek demek, grubun içindeki bireyin yaşamının nereden geldiğini,
ne olduğunu, ayrıca içinde yer aldığı toplum, kültür ve doğa ile ilişkilerini
tanımlamak demektir.
Bir inanç sistemi olan mitin başlıca işlevi, çalışma, eğitim sanat ve
bilgeliği içeren ritüelleri, anlamlı insan davranışlarına örnek oluşturacak
modelleri ortaya koymaktır. Şamanın hastayı tedavi ederken mitle bu kadar yakın
ilişkide olma nedeni, mitlerin insan davranışı için model oluşturması, yaşama
anlam ve değer kazandırması temelinde yatmaktadır. Örneğin, şizofrenlerin
tedavisinde hasta, terapistin yargısız dinlemesi, sevgisi ve terapinin bir
parçası haline gelmesiyle hasta, kendi mitosunun yani psikanalizdeki bilinçaltı
kavramı ile eşdeğerli malzemesini üretir, kendini ifade etme olanağı bulur.
Şamansal tedavi, çağdaş somatik hekimlikle, psikanaliz arasında ortada bir
yerde bulunmaktadır. Şamansal tedavinin yaklaşımı, ruhsal rahatsızlıkların
tedavisinde kullanılan, psikodinamik yöntemler içinde yer alan psikanalizle
paralellik göstermektedir. Her ikisinde de amaçlanan “bilinçaltını, bilinç
düzeyine” çıkarmaktır.
Her iki yöntemde de amaç, hastanın direnç ve çatışmalarının çözülmesini
sağlamaktır. Bu konuda hastadaki çatışmaların özgürce gelişmesine ve çözüme
ulaşmalarına olanak veren bir süreçtir. Bu sürecin başlıca koşulu,
psikanalistin hastanın tedavisinde yer alan somut bir kişi olması ve hastanın
semptomlarına yol açan, bilinçaltında saklı ilk olayı dışa vurmasını sağlaması
ve de bu olgu içinde, hastanın tepkilerini yönelttiği bir hedef haline
gelmesidir. Yani hastanın geçmişinde sorunlar yaşadığı kişi ya da kişilerin
rollerinin terapiste aktarılmasıdır.
Psikanalistin ikili işlevi şaman için de geçerlidir. İlk işlev
psikanalist için “dinleme”, şaman için de “konuşma” işlevidir. Bu işlevler, hastanın
egosuyla dolaysız, “bilinçaltıyla” ise dolaylı bir ilişki kurar. Şamanın
konuşma sürecinde duanın işlevi budur ve şaman aynı zamanda duanın tek
kahramanıdır. Hastanın esir olan ruhunu kurtarmak için, sanki doğa üstü
cinlerin başına geçerek hastanın “soma’sından içeri girip tedaviyi
gerçekleştirir. İşte bu anlamda aynı psikanalist gibi, şamanda bir transfer
nesnesi haline gelir. Hastanın soma ve psişesi arasında yaşayış bocalamasından
kaynaklanan çatışmanın transfer edildiği kişi durumuna dönüşür.
Psikalanizde hasta geçmişindeki bireysel deneyimleri yeniden yaşayarak
tepkiler verirken, şamansal tedavide hastanın toplumsal ve mitolojik
deneyimleri yeniden yaşaması ve tepki vermesi söz konusudur. Psikanalizde
hasta, terapistin kişiliğine, geçmişinde kendisi için önemli olan bireyleri
yansıtmakta ve ona duygularını aktarıp o kişilerle konuşurcasına terapistle
diyaloga girmektedir. Şamansal tedavide ise bu kez Şaman, hastası için
konuşmakta ve kendinin sorular soran hastanın kendi durumunu anlamasını sağlamaktadır.
Şamansal tedavinin uygulandığı dönemlerdeki hastaların, bugünkü
psikiyatri diliyle “nörotik ya da psikotik” olarak ayrılmaksızın tedavi
edildiğini düşünmek, tıp tarihi açısından yanlış bir yaklaşım sayılmamalıdır.
Şamansal tedavide, mitosu anlatan şamandır. Hasta ise gerekli işlemleri
yerine getiren kişidir. Gerek Şamanik tedavide, gerek psikanalitik yaklaşımda,
hastanın bilinçaltı ruhsal yapısında ya da bedensel katmanında yer alan
rahatsızlığın “başlangıcına” ulaşmak amaç olmaktadır. Şamanik tedavideki
“mitos” ve psikanalizdeki “bilinçaltı” iki önemli kavram olarak karşımıza
çıkmaktadır. Psikanalizde terapist, hastanın bilincine yansıyan ruhsal
olguların bir mitosa bağlı olmayıp, yaşanmış gerçekler olduğunu ve
doğrulukların hastanın yakınları tarafından sıralanabileceğini söylemektedir.
Şamanlıkta ve psikanalitik yaklaşımda hastanın yaşadıkları, muhakkak ki
onun kendine özgü, fakat tüm insanlık için geçerli, benzer yasalarla işleyen ve
bu yasalar bütününden ortaya çıkan olguların “simgesel bir fonksiyonunu” ifade
etmektedir. Şamansal tedavide hastaya psikanaliz uygulanmadığı bir gerçektir.
Ancak, psikanalitik tedavinin de anahtarı hastanın geçmişidir. Her mitosun bir
geçmiş zaman arayışı olduğu da yadsınamaz. Böylece “Şamansal tedavi, psikanalitik
tedavinin özelliklerini bir yere kadar taşımaktadır” denebilir.
Ortaçağ dönemine gözattığımızda, şamanik döneminin hastayı
kabullenişindeki özveri, empati ve hümanistik yaklaşımın yerini hastanın “deli”
kelimesi ile tanımlanarak adeta aşağılanan bir varlık gibi kabul edildiğini
görmekteyiz.
Ortaçağ’da içlerine kötü ruhların şeytanın girdiğine inanılanve “deli”
kelimesi ile tanımlanan ruh hastaları arasında, bugün “psikotik” olarak
tanımlanabilecek ağır vakalar zincire vurulmakta, iyileştirilmelerde kilisenin
otoritesinden ve dindar kişilerden yardım beklenmekteydi. 18. ve 19. yy’da bu
hastaların barındıkları yerlere “tımarhane” (Assyllum) deniliyordu.
Michel Foucault[7]
“Deliliğin tarihi” adlı kitabında, “mecsupları” teşhir etmenin eski bir ortaçağ
adeti olduğunu söyleyerek, o zaman Almanya’sında delilerin bağlandığını ve
kentin kapılarındaki binaların demir parmaklı pencerelerinden, para karşılığı
halka gösterildiğini anlatmıştır. Kitapta, Fransa’da Seine nehrinin sol
yakasındaki burjuvaların, Pazar günü başlıca eğlencelerinin, Bicitne’de
delileri seyretmek olduğunu, hatta onlara kamçı darbeleriyle dans ve cambazlık
numaraları yaptırarak eğlendikleri anlatılmaktadır. İşte o dönemde delilik bir
gösteri haline getirilerek insanları eğlendiren kamusal bir sefalet tablosu
oluşturmuştu.
Philippe Pinel[8]
1745-1826 Fransız İhtilali döneminde Paris tıp fakültesindeki öğretim
üyeleriyle temasa geçip “deli” damgası yiyen kişilerin zincirlerini ilk çözen
bilim adamıdır. Salpetriere ve Bicetre hastanelerinde çalışmalarını sürdüren
Pinelin ilk özgür bıraktığı kişi İngiliz bir kaptandı. Bir gardiyanı öldürdüğü
için çok sıkı zincirlerle bağlıydı. Kaptana “Zincirlerini çözüp seni, bahçeye
çıkartırsam, hiçbir zarar vermeyeceğine dair bana söz verir misin” diye
sorduğunda kaptanın cevabı şu olmuştur; “veririm, ama benimle eğlenme. Burada
herkes kendinden korkuyor, sen de korkuyorsun.” “Korkmuyorum” diye cevap veren
Pinel “Altı adamım var ve seni tekrar zincirleyebilirler, bana güven, eğer bu
ceketi giyersen zincirlerini çözerim” diye onu yanıtlamıştır. 40 yıldan sonra
ilk kez açık havaya çıkan kaptan 2-3 defa sendeledikten sonra, bütün gün
avludaki topraklara sarılıp “Nekadar güzel” diyerek akşama kadar saatlerce
dolaşmıştır.
Aynı dönemde Cenevre ve Amerika’da da zincirler çözülmüştür. Pinel
doktorların hastalara, prestij ve güç gösterisi yapmayıp, saygı ve anlayış
göstermelerini öne süren, hastaların ağır ve hafif vakalar olarak ayıran,
krimonoloji ve ruh hastalığının karşılıklı ilişkisini öne süren ilk kişidir.
Deliliği, felsefi değil psikolojik açıdan tarif eden ve bu konuda kitaplar
yazan ilk bilim adamıdır. Ruh hastalıklarında kalıtım, eğitim, aile tutumu,
alkol, ateşli hastalıklar ve yaşam değişimlerini ele alan ilk psikiyatristtir.
Freud bundan 100 yıl sonra konu ile ilgili diğer kapalı noktalara ışık tutan
bir bilim adamı olarak sahada yerini almıştır.
Pinel, psikotikler ve şizofrenler dahil tüm akıl hastalıklarına çalışma
grupları ve iş ve eğitim öneren ilk hekim olarak tarihte yerini almaktadır.
Bilinçaltı kavramını bilmemekle beraber ortaya çıkışına temel olan düşünceleri
çalışmalarının ağırlıklı noktasıdır. Salpetriere’yi dönemin en önemli nörolojik
hastanesi haline getirmiş, daha sonra Charcot ve Freud histeri ve hipnozla
ilgili çalışmalarını burada gerçekleştirmişlerdir. Pinel psikotiklerin yaşamına
ışık tutmuş ve psikozda psikoterapinin temel taşlarını oluşturmuştur.
Pinel, Charcot, Breuer ve Bernheim’in çalışmalarını izleyen ve bunlara
katılan Freud insan bilincinin dışında kalan ve bilinçten ayrı olan güçlü bir
zihinsel sürecin var olduğuna inanmıştır. Bu sürecin patolojik olduğunu düşünen
Freud, nörotiklerin yanısıra psikoz vakalarında da söz konusu sürecin hastayı
egemenliği altına aldığını düşünmüştür. Viyana’ya döndüğünde kendi sezgileriyle
başlattığı hipnoz ve serbest çağrışım yöntemleriyle ruh hastalıklarının
tedavisinde yeni bir başlangıç noktası oluşturmuştur. Freud’a göre tedavide
asıl kilit nokta, hastanın o an içinde bulunduğu semptomlarıyla ilgili
olayların hatırlanmasıyla represyonun ortadan kalkması ve böylece semptomun yok
olmasıdır.
Pascal “elsiz, ayaksız, başsız bir insan düşünebilirim, çünkü bize,
başın ayaklardan daha gerekli olduğunu sadece deneyler göstermektedir. Ama,
düşüncesi olmayan bir insan düşünemem, çünkü bu bir taş veya bir vahşi olurdu”
demişti. (Pascal, Pnsees, op, cit., s.339. Deliliğin Tarihi kitabında s.216).
Oysa “deli” düşünür. Ve belkide aşırı düşündüğü, aşırı duyarlı ve alıngan
olabilecek kadar düşündüğü için “deli”dir. Ona bir insan gibi hatta normal bir
insan gibi davranılmadığında negatif belirtiler gösterecektir. Oysa deliliğin
kendi içerisinde bir gerçeği vardır.
Freud, şizofreniklerdeki gerçekten kopmanın, gerçeğin yasaklayıcı ve
cezalandırıcı yönünden çok suçlandırıcı bir kopma olduğunu söyleyerek iki türlü
realiteden söz eder: Psişik realite ve gerçek realite. Eğer gerçek realite,
yani aslında gerçekten varolan her neyse, aşırı frustrasyon (hayal kırıklığı)
yaşatıyorsa, insan psişik realiteyi yani içsel realitesini sanki gerçekmiş gibi
yaşamayı seçer. Bu seçim gündüz rüyaları ve fantaziler gibi bir tür duygusal
boşalımdır. Bu görüş, yaşamın amacının zevk ve haz olduğunu öne sürer ve
Hedonizm olarak bilinen, felsefi bir çözümde kaynaklanmıştır. Deliliğin kendi
içinde bir gerçeği olduğu görüşü olduğu görüşüne geri döndüğümüzde, Foucault’nun,
“deli” kavramının akılcı bir bakış altında kendine özgü karakteri, davranışı,
dili, haraketleri olan bir “başka” olduğu inancı ile karşılaşırız. Foucault!ya
göre “deli”nin bir “başka” olduğu kuşkusuzdur.
Ancak kendi özgürlüğü ve özgünlüğü içinde, o bir insandır. Ve “başka”
da olsa “o” dur. Ona göre “onda” değişen bir şey yoktur, O hep “o” dur.
Üstesinden gelemediği olaylara gücü yetmiyorsa, kabuk bağlamış yaraları doğru
merhemi bulamadığı için açılıp temizlenemiyorsa ve bu nedenle garipsenip dışlanıyorsa
“o” kendine görecek, hissedecek, anlamaya çalışacak kadar seven ve benimseyerek
doğru merhemi bulup yaralarını saracak kişileri bulduğunda, Jung’da inandığı
gibi “hasta” olmaktan, söz gelimi “şizofren” olmaktan vazgeçebilecektir.
Morel, 1851’de genç bir hastasında bunamaya benzeyen ve hızla ilerleyip
hastanın ruhsal çöküşü ile sonuçlanan bir tabloyu tarif ederek “demece proceso”
terimini kullanmıştır. Morel tarafından kullanılan “praecox” kelimesi, demansın
erken yaşlarda başladığını ifade ediyordu. Daha sonraki yıllarda Hecker
hebefrenik tipi, Kahlbaum ise katatonik tipi tıp alemine tanıtmışlardır.
1896 yılında Alman bir psikiyatrist olan Emil
Kreapelin “Dementia Praecox” (erken bunama) terimini bugünki şizofreni
anlamında kullanmış ve demans halinin asıl hastalığın hemen ardından oluştuğunu
söylemiştir. Kraepelin hebefrenik, katatonik ve paronoid kavramlarıyla
şizofreni tiplerini ilk ayıran hekimdir. Basit tip ise Bleuler tarafından öne
sürülmüştür[9].
1911’de İsviçreli psikiyatrist Eugene Bleuler ilk
kez “Schizophrenia” terimini psikiyatriye kazandırmıştır. Yunanca kökenli olan
“schizo” parçalanma, dağılma, ayrılma, yine yunanca “phrenia” akıl anlamına
gelmektedir. Bu görüşe göre şizofreni “aklın bölünmesi, ya da zihin
fonksiyonları arasındaki ilişkinin ve dengenin bozulması” demektir. Bleuler, bu
hastalığın bir demansa doğru gitmek olmayıp, bazı psişik fonksiyonların
parçalanması, bozulması olduğu görüşünden yola çıkarak hastalığı bu yönüyle ele
almıştır.
Adolf Meyer, şizofreniyi yapısal temeldeki alışkanlıklarda
bir organizasyon bozukluğu olarak tanımlamıştır. Meyer yapısal faktörlerin ve
yaşam deneyimlerinin, uyum bozukluğu ve yetersizlik süreçlerinin yerleşip
gelişmesine yol açtığına dikkati çekmektedir. Meyer’e göre şizofreni geçmişteki
yaşam deneyimlerine bağlanabilen uyumsuz bir davranış şeklidir. “Şizofrenik
reaksiyon hayatta zorluklarla karşılaşıldığında faydalı ve olumlu bir davranış
yerine, faydasız ve olumsuz çarelere baş vurmaktır.” diyen Meyer şizofreninin
çağdaş anlamına katkıda bulunmuştur[10].
Freud, şizofrenide insanlar arası ilişkinin
bozulması olgusunu en önemli kriter olarak ele almış ve şizofreninin narşist
(özseverlik) dönemine gerileme sonucunda ortaya çıkan ruhsal bir klinik tablo
olduğunu belirtmiştir. Çalışmalarında şizofrenik kişinin, kendisi için primer
önem taşıyan insan ve objelerle olan ilişkisine ağırlık vermiştir. Narsizm,
bebeklik ve ilk çocukluk dönemlerinde bireyin kendisini dünyanın merkezi gibi
algılaması sonucu her isteğinin, istenildiği anda yerine getirileceği düşüncesinin
egemen olduğu dönemdir. Ben merkezci olan bu dönem 3-5 yaşları arasındadır ve
sonrasında çocuk, kardeşleri, arkadaşları ve diğer aile bireyleri ile
paylaşmayı öğrendikçe narsizmin yoğunluğu zamanla azalmaktadır. Narsizmin
temelinde bastırılmış, gerçekleşmemiş arzular, annenin, çocuğun bağımsızlık
arzularını onaylamaması, küçük düşme, ciddiye alınmama korkusu, annenin çocuğun
performansını kendi narsizmine göre değerlendirmesi, zedelenebilirlik korkusu,
sert ve cezalandırıcı sosyal çevre (Super ego) yatar. Böyle bir durumda ben
merkezli bir ego oluşur, egonun obje-ilişkileri fonksiyonu ve dış bir objeye
Libidinal yatırımı zayıflar. Freud'’n teorileri içinde yer alan bir kavram olan
libido yaşam enerjisini ifade eder.
Sevgi “love” kelimesinin kapsadığı, o anda
ölçülemeyen tüm iç güdülerin kantitatif ve kalitatif değeridir. Edebiyatta
yazarların, şairlerin kullandığı anlamda, ayrıca evrensel olarak kullanıldığı
anlam içeriği açısından libido, kökeninde cinsel sevgi olan yaşam arzusu, yaşam
enerjisidir. Aile sevgisini, çocuk sevgisini, hümanist sevgiyi, arkadaş
sevgisini, doğayı ve kendini sevmeyi (self-love) kapsayan zihinsel bir
enerjidir. Freud, Id, Ego, Super Ego bağlamında hastanın davranışlarını bir tek
enerji yönünden açıklamıştır. Bu enerji Libido’dur. Libido, bireyin erotik
eğilimlerinin psişik arzu olarak ifadesidir, cinsel arzuyu da kapsayan ve
yaşamı motive eden bir güçtür. Tüm bu anlatımların içinde, libidonun tanımı,
Freud’un “sevgi-love” kavramı içinde yer almaktadır. Libido özünde cinsel sevgi
olan ve haz alma, doyum sağlamayı gerçekleştiren güçlü bir enerjidir.
Freud, sanat ürünü veren bir sanatçının, resim ve
heykel yaparken, ya da bir beste oluştururken duyduğu, zevk, cinsel sevgideki
hazla eşdeğerlidir, der. Libidinal yatırım, diğer insanlar, olaylar ve olgular
doğrultusunda gerçekleştikçe, yani kişi söz konusu olgulara libidinal yatarımı
yapabildikçe, obje-libidosu (objeye yatırım enerji) gerçekleşecektir. Obje
libidosunu gerçekleştirebilen kişi sağlıklıdır. Freud, ruhsal sağlıklı kişilerin
herhangi bir obje kaybında rahatsızlanmadıklarını, ilgilerini diğer obje yada
kişilere transfer edebildiklerini öne sürmüştür. Nörotik kişilerde ise obje ve
kişilere yapılmış olan sevgi yatırımının, kendi deyimiyle obje ve kişilere
yapılan libidinal yatırımın, daha sonra bazı karakteristik semptomlarla ifade
edildiğini belirtir ve bu karakteristik semptomlar arasında obsesyon, histeri,
anksiyete nevrozu ve fobi gibi patolojik durumlara yer verir. Psikozlarda ise
durumun oldukça farklı bir görünüm aldığını belirten Freud, psikotiklerde
libidinal obje kaybında ise, psikotiğin dünyaya, hatta kendisine bile
yabancılaştığını, libidosunu kendine yatırım yaparak, kendini çevreden
soyutladığını söyler. 1924-1932’li yıllarda Freud, bu semptomlarla, hastanın
“gerçekle olan ilişkisinin koptuğunu” ifade etmiştir.
Hayal kırıklılıklarına karşı egonun tolerans düzeyi
azalır ve libidinal yatırım kişinin Ego ve Self’ine yönelir. Varoluşçu açıdan
kişide ontolojik bir güvensizlik söz konusudur. Birey artık narsist
zedelenmelere karşı savunma tepkisi göstermeye başlar.
Freud her sağlıklı yetişkinin narsizm sınırlarını
aşmış olup yaşam enerjisi olan libidosunu dış objelere yatırabilmesi
gerektiğini vurgular. Böyle bir yatırım gerçekleşmediğinde nevroz ve psikozun
kaçınılmaz olduğunu söyler. Freud, daha sonra psikotiklerdeki libido ile bazı
soruları kendince cevaplamaya çalışırken sevgi objesinden koparak sanki self’in
içine hapsolan obje libidosunun, yani aslında primer libidonun nereye
kaybolduğunu bulmaya çalışır. Psikozda regresyonun oynadığı önemli rolün
farkında olan Freud, psikotik hasta ile küçük çocuk, hatta bebek arasındaki
benzerliğin üstünde durmuştur. Her ikisinde de yaşam enerjisi olan libidonun
self'’n içinde hapsolduğunu fark etmiştir. Psikotiklerde bu obje libidosunun
dış nesnelere yatırımının gerçekleşmediğini ve primer libidonun tekrar self’e
döndüğünü ileri sürer.
Böylece Freud şizofrenide diğer psikotik hastalar
gibi normal çocukluk döneminde ortaya çıkıp bitmiş olması gereken narsizm
dönemine geri dönüş yapıldığını, regresyona girildiğini açıklayabilmiştir.
Freud’a göre dış dünyadan geri çekilen libido şizofrenide Egoya yöneltilerek
Narsizm denilen olayı ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle Freud, şizofreni için
“Narsistik Nevroz” ifadesini kullanmıştır. Bu açıklamalarda her sağlıklı
yetişkinin narsizm sınırlarını aşmış olup libidosunu dıştaki objelere
yatırabilmesi gerektiğini vurgulamak istemiştir. Aksi halde nevroz ve psikozun
kaçınılmaz olduğunu belirtmiştir.
Freud, şizofrenideki halüsinasyon ve hezeyan
hallerinde, iki zihinsel durumun ortaya çıktığını söyler. Birincisi realiteyi
görebilen sağlıklı bir zihin yapısı, diğeri ise içgüdülerin etkisi ile Egoyu
realiteden uzaklaştıran zihin yapısıdır. Eğer ikinci hal daha güçlenirse,
psikozun ortaya çıkması için gereken şartların oluştuğunu öne süren Freud,
realiteyi görebilen sağlıklı zihin yapısı güçlendiğinde, halüsinasyon ve
hezeyan gibi semptomların kaybolabileceğini söyler. Burada adeta psikozun
ortadan kalkabileceğine değinmektedir.
Freud’un pesimistik yapısı ve psikoanalizde hastanın
yeniden bir psikotik ruhsal çöküntüye gireceği endişesi onun psikoz vakalarına
eğilmesini engellemiştir. Ancak bunlara rağmen psikoz konusunda yazılarını
yazmaya devam etmiştir. Bu çalışmalarında vardığı sonuçlar şöyle özetlenebilir.
a) Psikozda dış dünya objeleri ile libidinal
yatırımda bir kopma oluşmaktadır. (decathexis)
b) Obje libidosu hastanın self’ine dönerek narsizm
yoğunlaşmaktadır. Narsistik dönemi olan bu regresyonda, hastanın çevre ile olan
bozuk ilişkileri ağırlık kazanıyorsa, halüsinasyon ve hezeyan gibi semptomlar
yine libidonun patolojik bir yatırımını ifade edecektir. Tüm bunlardan Freud’un
vardığı sonuca göre, psikotiklerde psikanalitik tedavinin faydası pek değer
kazanmamaktadır. Çünkü, toplam libidinal bir yatırımın (cathexis) ortadan
kalkmasıyla transferin gelişmesinin imkansız olduğunu söyleyen Freud’a göre,
hasta-hekim ilişkisi transferin gerçekleşmemesiyle güçleşecektir. Ancak,
şizofrenlerde içgüdülerle ilgili yatırımın tümden ortadan kalkmadığını söyleyen
Freud, bu hastalarda psikanalitik terapinin potansiyel bir etkisi olabileceğini
ileri sürer. Daha sonraki yazılarında ise şizofrenlerin terapisi konusunda
olumlu düşüncelerini ortaya koymuştur.
Freud’un şizofreninin terapisi üzerine görüşleri
Avrupa ve Amerika’da ayrı yön ve ekollerde etkisini göstermiştir. Avrupa’da
Freud’un çalışma ve teorilerinden etkilenen ilk grupta Bleuler yer almaktadır.
Bleuler, 1911’de ilk kez Dementia Praecox teriminin yerine şizofreniyi
(Schizophrenia) kullanmıştır. Çalışmalarında şizofrenide dil ve düşünceye,
otistik düşünce yapısına ve regresif davranışa ağırlık vermiştir.
Bleuler, Freud’un rüyalarda ve psikonevrozlarda
önemle üzerinde durduğu “sembolizasyon mekanizmasının” şizofreninin
anlaşılmasına da katkıda olabileceğini söylemiştir. Bleuler, Freud’un
sebep-sonuç ilişkisine dayanan determinist görüşünü benimseyerek,
şizofreniklerdeki psikolojik faktörün önemine ağırlık vermiş, hastaların
rüyalarla günlük yaşamını, çocukluk çağı ile yetişkinlik dönemlerini, normal ve
anormal davranışlarını incelemiş ve bir yerde psikoterapinin temellerini
atmıştır.
Tıp tarihinde Alman ekolü psikoza ağırlık verirken,
Fransız ekolü psikonevroz doğrultusunda çalışmalara ağırlık vermiştir. Freud
uzun yıllar Viyana’da yaşamış olmasına karşın, Charcot nedeniyle Fransız
ekolünün etkisinde kalmış ve bilimsel yaşamında psikozlar onun için ikinci
planda yer almıştır. Ancak ihtilalci doğası nedeniyle psikozlara da önem
vererek, özellikle psikozlarda halüsinasyonlara açıklamalar getirmiştir. Egonun
üstesinden gelemediği, kabullenemediği bazı olumsuz düşüncelerin halüsinasyon
ve hezeyana neden olduğunu ileri süren Freud, halüsinasyonların arzu doyurcu
(wish-fullment) özelliklerini incelemiştir.
Nörotiklerde temel mekanizmanın represyon (bastırma)
olduğunu söyleyen Freud, paranoid şizofrenlerde bu mekanizmanın projeksiyona
(yansıtmaya) dönüştüğünü belirtir. Nevrozları, egoyla id arasındaki çatışmaya
bağlayan Freud, psikozda yani şizofrenide bu çatışmanın ego ile dış dünya
arasında gerçekleştiğini söyler. Şizofrenide, libidonun (yaşam enerjisi), dış
dünyadan çekilerek, egoya yöneltildiğini söyleyen Freud bu olguyu narsizm
olarak adlandırmıştır. Paranoid şizofreni ile eşcinsellik arasındaki ilişkiyi
psikiyatriye ilk kez sunan da Freud’dur. Ferenczi, 1911-1914’lerde, Freud’un,
“paranoid belirtilerin latent eşcinselliğin ifadesi olduğu” görüşünü
destekleyerek şöyle bir yorum ileri sürer: “Paranoid mekanizma, libidonun tüm
yatırımlarına karşı değil sadece eşcinsel obje seçimine karşı bir savunmadır.”
Freud’un paranoid eğilimlere dair teorisi ise şöyle özetlenebilir; Aynı cinsten
birine karşı eğilim duyulduğunda Ego bu düşünceyi reddeder. Bu bir inkar
mekanizmasıdır ve “Onu sevmiyorum, nefret ediyorum” gibi bir düşünce
mekanizması geliştirir. Ancak ahlak kuralları ve sosyal normlar nedeniyle Ego
bunu da kabullenemez. Bu kez projeksiyon mekanizmasını kullanarak “o benden
nefret ediyor” gibi bir savunmaya geçer. Ancak Ego, bu düşüncelerle de
rahatlayamaz.
Daha sonra rasyonalizasyon (akla uygun hale
getirmek) mekanizmasını kullanan Ego, düşüncelerini bir mantık süreci içinde
ifade ederek “Onu sevmiyorsam, Ondan nefret ediyorsam, beni tehdit ettiği benim
için tehlikeli olduğundandır” savunmasını yapar. Tüm bunlar bilinçaltı
süreçlerdir ve gerçeğe uymazlar. Takip ediliyor, tehdit ediliyorum şeklindeki
perseküsyon hezeyanları böylece başlamış olur. Gerçeğin bu şekilde saptırılmış
olması, Freud’a göre eşcinsel duyguların bilinçaltı tarafından inkar edilerek
korkuya dönüşmesi anlamına gelmektedir.”
Sullivan (1892-1949) şizofreninin tanımlanmasında
değerli katkıları olan bir bilim adamıdır. İnsanlar arası ilişkiler
doğrultusunda konuyu ele alan Sullivan, self-esteem (kendilik değeri) kavramını geliştirmiş,
çocuğun, aile içinde bebekliğinden bu yana kendisini “iyi ben” (good-me), “kötü
ben” (bad-me) olarak algılamasının, geleceğin şizofreniğini oluşturmasındaki
önemini vurgulamıştır. Şizofrenik rahatsızlıklarda düşüncenin ilksel
fonksiyonlarının bozulduğunu kabul eden Sullivan, bu bozuklukta hastanın tüm
yaşam deneyimlerinin görülebileceğini söyler. Şizofrenik semptomatolojiyi
çocukluktaki zihinsel fonksiyonlara geri dönüş olarak açıklayan Sullivan,
zihinsel yapıyı organik anlamda ele almamış ilk psikiyatristtir.
Sullivan’ın çalışmaları 1920-1925’lerde
terapist-hasta ilişkisinin önemini arttırmıştır. Sullivan, günlerce, haftalarca
katatonik şizofren hastalarının yanında oturarak, hiçbir tepki almasa da
onlarla konuşmuş, onlara dış dünyadan olumlu, olumsuz olaylar anlatmış ve
reaksiyonlarını takip ederek transferans kurmaya çalışmıştır. Hastanın
bakışlarında ve en ufak davranışlarından anlamlar çıkararak hastaların katatoni
içinde de olsa bir şeyler anlatmaya çabaladıklarına inanmıştır.
Sullivan’a göre ebeveyn çocuğu cezalandırır. Güven
duygusunun yok olmaması için çocuk ebeveyninin isteklerine uyarak ceza ve
cezanın getirebileceği anksiyeteden kurtulur. Çocuk tarafından alınan bu güven
ve emniyet tedbirlerinin kökenleri aslında anksiyeteden doğar ve anksiyeteden
kurtulma yolunda bir dinamizmden meydana gelir. Sullivan’a göre self-esteem
(kendilik değeri) insanın güven duygularının bekçisidir. Yaşadığımız yıllar
boyunca uzunlamasına bir süreç içerisinde Self’imizi, Ego’muzu yapılandırır ve
bu yapının bütünlüğünü korumak için her türlü çabayı gösteririz. Böylece
Sullivan Ego’nun değişmezliği konusunda bir teori öne sürmüş olmaktadır. Ego
bireyin hayat çerçevesidir. Egonun bütünlüğünü koruyabilmek için, nörotiklerin
gösterdiği çabayı göstermekte nörotikler kadar başarılı olamayan psikotiğin
zayıf bir ego yapısının gelişiminde, ilk çocukluktaki iyi-ben (good me)
kavramının yoksunluğu görünmektedir. Yani psikotik, self-imajını bu mahrumiyet
ve olumsuzluklarla yapılandırmıştır.
Sullivan psikozlu hastalarda kendi görüşleri
doğrultusunda gerçekleştirdiği psikoterapötik çalışmalarda, bilgilerinin yanı
sıra kişisel yeteneği ve özverisi ile başarıya ulaşmıştır. Şizofreni gibi en
ağır psikoz vakasına bile özverili ve empatik bir yaklaşımla ulaşılabileceğine
her zaman inanan Sullivan, çalışmalarında self (kendilik) kavramına ağırlık
vermiş, Self’in doğumdan itibaren var olan tüm potansiyellerin özü olduğunu
belirtmiştir. “Self, kültürün yarattığı değerlerin özü ve ürünüdür” diyerek,
başkalarının bizi gördüğü ve değerlendirdiği doğrultuda kendimizi yani
self-imajımızı değerlendirdiğimizi savunmuştur.
Bu görüşler şizofreni için ayrı bir değer
taşımaktadır. Bir şizofreninin kendini dünyada yapayalnız hissetmesi ve
ulaşılamaz oluşu onun çevreden soyutlanmışlığından kaynaklanır. Kendisini
çevrenin, onu gördüğü gibi görüp değerlendirir ve olumsuz değerlendirmeler benliğini,
self’ini olumsuz algılamasına neden olarak onun toplumdan daha fazla kopmasına
neden olur. Bu karşılıklı olumsuz etkileşimin yarattığı kısır döngü sonucu
psikotikliğin itici görünümü ortaya çıkar.
Psikozlar ve şizofreninin oluşumlarıyla ilgili çalışmalarda
yoğun katkıları olan Jung, Freud’dan ayrılışından 9 yıl önce 1903’lü yıllarda
yazdığı “Psychology of Dementia Praecox” kitabında hezeyanların,
halüsinasyonların ve diğer şizofrenik semptomların bilincin kontrolünden çıkan
kompleks bir faaliyetin sonucu olduğunu belirtmiştir. Jung’a göre kişiliğimizi
yapılandırmadaki asıl temel duygularımızdır. Duygularımız, zihnimizdeki
kompleks yapının dinamik gücüdür ve tüm zihinsel alanı kaplar. Rüyalardaki,
psikolojik mekanizmaların şizofreni ile olan bağlantısına değinen Jung, rüya
gören kişinin uyanıkmış gibi davranmasına izin verdiğimizde şizofreninin klinik
tablosu ile karşı karşıya kalacağımızı belirtir. Bu sözleri ile Jung rüyaların
psikotik nitelikte olduğu söylemektedir.
Jung’un şizofreniyi yorumlamasında diğer önemli bir
kavram “kollektif bilinçaltıdır” Mitolojinin evrenselliği Jung’u oldukça
etkilemiş, bireysel vakalarda da hastanın kişisel geçmişinin yanı sıra
kollektif bilinçaltından kaynaklanan düşünce ve duygularını incelemenin,
hastayı ve semptomlarını anlamadaki
faydalarına inanmıştır. Jung psikanalitik kavramları şizofreniye uygulayan ilk
bilim adamıdır. Jung’un teorisinde yer alan kollektif bilinçaltı kavramı
insanın bireysel kişiliğini aşan bir bilinçaltını tanımlar. İnsanın atalarından
kalıntı yoluyla nesilden nesile taşınan kollektif bilinçaltı, özellikle
patolojik durumlarda egoyu bozan, gölgelendiren bir olgudur. Doğuştan getirdiği
bir tabakadır, atalarından almış olduğu tüm kalıntıları kapsar ve evrenseldir.
Tüm insan ırklarında beyin yapısı belirli ve benzer evrimlerden geçer. Bizdeki
yaşantı ve deneyimler, insanlığın bizden evvel geçirdiği yaşantı ve
deneyimlerden birer kalıntıdır. Nesiller boyunca güneşin doğuşunun güzelliği,
yaşanan korkular, doğa güçlerinin üzerimizdeki etkileri kollektif
bilinçaltımızda yer alır.
Jung’a göre patolojik durumlarda kollektif
bilinçaltı, egonun kontrolünden çıkarak nörotik semptomları ve psikotik hezeyan
ve halüsinasyonları meydana getirir. Jung’un “Analitik Psikoloji” teorisi
içinde kişilik, bir grup ayrı fakat karşılıklı etkileşme halinde olan
sistemlerden oluşmuştur. Örneğin kompleksler bireyin bilinçaltında olan
düşünce, duygu, algılama ve hatırlamaların organize olmuş bir gruplaşmasıdır.
Kişiliğin ortasında, Jung’un varolduğunu kabullendiği bir çekirdek bulunmakta
ve bu manyetik alan tüm bu yaşantıları kendine doğru çekmektedir. İşte
kompleksler bu yaşantı ve deneyimlerden oluşur ve herhangi bir konuyla ilgili
duygu, ideal ve anılar birer kompleks oluşturur. Annelik kompleksi, Jung’un
önemli bir kavramıdır. Bu kompleks ileride kişilik yapısını tümüyle egemenliği
altına aldığında yangın ya da deprem olan her yerde çocuğunun bulunabileceğini
takıntılı ve abartılı bir şekilde yaşayan kişi nörotik ve daha da yoğun
durumlarda psikotik olabilir.
Jung’da
arşetip kavramı evrensel bir düşünce tarzıdır ve kollektif bilinçaltının yapı
taşıdır. Tüm nesiller boyunca biriken deneyimlerden oluşur, tek bir bireye özgü
değildir. İlk insandan bu yana görülen korkular, ümitler, başarı ve felaketler
belirli izler ve tortular bırakır. Kahraman, düşman, güzel, çirkin, iyi, kötü
gibi kavramlar da arşetipütir ve evrenseldir. Arşetipin temelinde yoğun heyecan
yatmaktadır. Jung psikotik hastaların rüyalarında devler, cinler, periler gibi
mitolojik halk masallarından kaynaklanan arşetipler bulmuştur.
Jung’a göre self en mükemmel arşetiptir ve self
arşetipinin belirli bir olgunluğa gelebilmesi için insanın olgunlaşması
gereklidir. Self kişiliğinin ortasındaki noktadır, tüm sistemleri birlik ve
denge halinde tutar. Daima ulaşılmak istenen ama erişilemeyen bir olgudur.
Şizofrenik kişilerde komplekslerin varlığını belirterek duyguların
komplekslerdeki dinamik güçten oluştuğuna dikkati çekmiştir. Şizofrenin merkezi
sinir sistemindeki psikosomatik bozukluklara bağlanabileceği olasılığını ilk
düşünen bilim adamı olan Jung şizofrenide temel kişilik yapısının introvert
yani içedönük olduğunu öne sürmüştür. Şizofreniği bilinçaltının olağanüstü
gücüne bağlayan Jung şizofrenik semptomları ise kollektif bilinçaltında
depolanmış olan arşetipler olarak incelemiştir. Psikozlu hastanın bireysel
geçmiş yaşamına önem vermekle beraber kollektif bilinçaltının varlığını her
zaman savunan Jung, bunun içeriğindeki arşetiplerin hastanın bozuk düşünce
yapısını oluşturduğunda her zaman ısrar etmiştir.
Freud sonrası dönemde şizofreninin terapisi üzerine
görüşler Avrupa ve Amerika’da etkisini sürdürmüştür. Abraham, 1911-1913’lerde
şizofren bir hastasıyla yaptığı çalışmalar sonucu Freud gibi düşünerek,
şizofrenlerin, sevgi – objelerinden libidolarını tümden çekmediklerini,
hostiliteleri (düşmanca duygular) kadar libidolarını da sevgilerinde, kişi ve
objelere transfer edebildiklerini söylemiştir. Böylece, şizofrenilerde transfer
olayını kabullenerek, terapiden fayda sağlanabileceğine inanmıştır.
Aynı dönemde BJERRE, paranoid şizofreni teşhisi
konan bir hastanın 40 seansını gerçekleştirerek başarı sağlamıştır. Hastanın
çocukluğundan bu yana yaşamını inceleyen Bjerre, perseküsyon hezeyanlarını
büyük bir dikkatle ele alıp yargılanmadan ve hastanın güvenini kazanarak, TRANSFER
mekanizmasına dair yorumlarını gerçekleştirmiştir. Bjerre, hastanın
semptomlarından kurtulup iyiye doğru gitmesinde terapistle olan ilişkideki
güven duygusunun önemini de vurgular. Bu dönem içinde Avrupa’da üç yönde
gelişme görülmektedir.
1) 1919’lardan sonra şizofrenik hastanın aile ve ev
çevresi terapide devreye girmiştir.
2) Freud ve Ferenczi’den sonra diğer bilim adamları,
latent eşcinsel eğilimler ve paranoid yapının ilişkisine önem vermişlerdir.
3) Şizofrenik hastanın projeksiyon mekanizmasının ve
hostil transfer reaksiyonlarının, düzenli bir yeniden eğitimle, yani uygun bir
psikoterapi ile azaltılabileceği ve tedavi edilebileceğini savunan bilim
adamlarının sayısı artmaya başlamıştır.
Laforque’nun da şizofreni için değişik bir yorum
ileri sürdüğü görülmektedir. Frusture olan (hayal kırıklığına uğrayan) çocuk
buna neden olan ailesini adeta üzüntüden öldürmek, cezalandırmak için yaşamla
olan ilişkisini koparır. Yapıcı olmak yerine yıkıcı olabilir. Ego’sunu, sevgi –
objesi olarak alır ve bu dönemde perseküter olarak algıladığı kişiye
düşüncelerini yansıtır projekte eder. Laforque, şizofreni nedeni olarak bencil
bir süperego kavramını ele almaktadır. Bu düşünceleri, Freud’un kültürün ve
medeniyetin insanı esir ettiği, sosyal çevre belirtilerinin Ego’nun kaldıramayacağı
kadar ağır olduğu görüşünü desteklemektedir.
Freud sonrası dönem içinde diğer bilim adamları,
pasif teknik, aktif teknik, hatta bugün eklektik teknik dediğimiz, hiçbir
metoda bağlı olmayan tedavi süreçleri üzerinde incelemeler, araştırmalar
yaparak. Şizofrenide süperegonun aşırı cezalandırıcı olduğunu savunmuşlar ve
süperego aşırılığını ileri sürmüşlerdir. 1919’larda aile terapisine eğilim
gelişme göstermiş, terapide aktif ve etkin bir işbirliği görüşü önem
kazanmıştır. Bu dönemde psikiyatristler şizofrenide, transferansa, nevrozlardan
daha fazla önem vermişler ve şizofgrenlerin psikoterapisinde hastanın,
terapiste karşı tepkilerinin olumlu sınırlarda tutulmasını öngörmüşlerdir.
Hasta – hekim ilişkisi hostil (düşmanca) bir ortama dönüştüğünde, terapistin
etkili olamayacağı görüşünü belirtmişlerdir.
Yine bu dönem içinde Avrupa’da Federn, şizofreninin
psikoterapisinde önemli bir kişi olarak görülür. Federn’in görüşleri şu
doğrultudadır:
-Psikotikler transferans kurabilirler
-Ego’nun bir bölümünün kişinin içinde bulunduğu
patolojik konum hakkında iç görüşü vardır.
Bu görüş, Karl Menninger’in “Sağlıklı Ego, Sağlıksız
Ego” ve Freud’un “sağlıklı zihin yapısı” ve Ego’yu realiteden uzaklaştıran
“sağlıksız zihin yapısı” kavramlarına paralellik göstermektedir. Federn,
psikozdaki şizofrenik kişilik yapısında bir yerlerde realitenin var olduğunu
her zaman savunmuştur. Federn, terapistin günlük yaşam sorunlarında hastasına
yardımcı olmasını, hastanın psikozu ile ilgili semptomlarıyla, psikotik
olmadığı dönemdeki yaşamı ve semptomları arasındaki bağı görüp, bunu hasütaya
da gösterip anlatabilmesini, hastaya düşünce ve davranışını motive edebilecek
gerçekler doğrultusunda farkındalık ve bilinçlilik kazandırılmasını, psikotiğe
hiçbir zaman çocuk muamelesi yapılmamasını, küçümsenmemesini ve kişiliği ile
ilgili haklarına saygı gösterilmesini her zaman savunmuştur.
1940’larda, şizofrenlerin terapötik tedavisine
verilen önemin arttığı görülmektedir. Sevgi içeren bir ortamın oluşmasının
terapi için şart olduğunu, hastanın terapiste bağlanarak gereksinimlerinin
direkt olarak giderilmesi, ancak bu bağın terapist yönünden destekleyici
(suportif) bir bağ niteliğinden ele alınması sırasında seven ama destekleyici
bir anne (mothering) olunabilmesi gibi görüşler önem kazanmaktadır.
Bu dönemde, Perrier, hasta için bir ayna olmak
(Being a mirror) kavramını terapiye getirmiştir. Perrier’e göre, kendine
yabancılaşan şizofren, aynada kendini göremez, tanıyamaz. Terapistin hastaya
dair sözlü ifadeleri, ikisi arasındaki ses bağlantısı ve iyi bir komünikasyon,
terapistin hastaya bir ayna vazifesi görmesini sağlar. Hastanın konuşmasındaki
ve davranışındaki anlamlılık ona yansıtıldığında, hasta terapistte kendini
görür. Bunu simbiotik bir olay olarak kabul eden Perrier’e göre, hasta böyle
bir ilişki içinde kabullenildiğinde, terapistin aracılığı ile kendini
iyileştirmeye çalışır.
Bu araştırma ve çalışmalar, Avrupa’nın o yıllarda
paranoidler dışında genelde psikozların terapötik tedavisini desteklediğini
göstermektedir. Ayrıca şizofreninin, özellikle depresif şizofreni tedavisinin,
Avrupa’lı psikiyatristler için ümit verici olduğu görülmektedir.
Sullivan’ın şizofrenlerle yaptığı yoğun çalışmalar
Amerika ve Avrupa’da psikiyatrsitlerin şizofrenlerin psikanalizine olan
tutumunu oldukça etkilemiştir.
Yine bu dönemdeki çalışmalarda, psikanalitik
teorilerin psikotiklerin davranışlarını, sembolleştirmelerini çözebildiği,
ancak bunların uygulamaya dönüşerek psikotiklerin tedavisinde uygulanamadığı
görülmektedir.
Klasik Freud yönteminin psikotiklerin tedavisinde
kullanımının tehlikeli olduğu görüşünü savunanlar, yöntemin tedavide
kullanılmasının psikotikleri sınır-vaka (Borderline)’da tutabileceğini veya
Borderline’a sokabileceğini vurgulamışlar ve örneğin divana uzanıp karşı duvara
bakmanın hastanın realiteyle kopukluğunu artırabileceğini ileri sürmüşlerdir.
Dönemin bilim adamları terapistin psikotik hastayı en az beş yıl, nevrozda ise
en az iki yıl takip etmesinin gerekliliğini savunmuşlardır.
1920’lerden sonra Amerikalı psikiyatristler
Avrupa’ya giderek Freud ve öğrencileri ile çalışmaya başlamışlar, Londra,
Berlin, Viyana ve Budapeşte’de kurulan psikanaliz enstitülerinde eğitim
görmüşlerdir. Böylece Avrupa’da nörotiklerin olduğu kadar psikotiklerin de
terapisini kapsayan 25 yıllık bir mazi, o dönemdeki terapi ortamını yeterli
düzeyde bir olgunluğa eriştirmesinin yanı sıra bugünün psikoterapötik ortamının
psikotiklere uygulanmasının temelini oluşturmuştur.
Ülkemizde ruh ve sinir hastalıkları konusunu ele
alın doktorlardan Mazhar Osman Uzman
(1884-1951) 1917 yılında Fransız La Paix Hastanesinde
başhekim olarak görev yaptığı zaman içinde bir dizi konferans düzenleyerek akıl
hastalarının “deli” değil, “hasta” oldukları görüşünün halk tarafından
benimsenmesine çalışmıştır.
Fahrettin Kerim Gökay (1900-1987)’te “Ruh
Hastalıkları” (Psikiyatri) adlı ilk kitabını eski yazıyla yazılmıştır.
Fahrettin Kerim, Türkiye Akıl Hıfzısıhha Cemiyeti”, “Yeşilay”, “Türkiye Sosyal
Psikiyatri Araştırma Derneği” gibi ulusal ve uluslararası derneklerin kurucusu
ve kurucu üyesi olmuştur.
Rasim Adasal (1902-1983), 1975’te yayınlanan “World
History of Psychiatry” (Dünya Psikiyatri Tarihi) kitabında, Türkiye’deki “öncü”
psikiyatristlerden biri olarak anılmıştır. Adasal’ın yazdığı “Medikal
Psikoloji” kitapları ilk defa tıp eğitimi içinde yer almıştır. 1960’lı yıllarda
3 cilt halinde “Ruh Hastalıkları ve Psikonevrozlar” adlı kitabını, 1970’li
yıllarda da 2 cilt halinde yayınlanan “Medikal Psikoloji” adlı kitabını
yayınlamıştır.
İlhan Şükrü Aksel (1899-1987), 1919 yılında İstanbul
Haydarpaşa’da “Emrazı akliye” Hastanesi’nde çalışan Mazhar Osman’ın Toptaşı
Bimarhanesine başhekim olarak atanmış, daha sonra Almanya’da Kreapelin
yönetiminde Alman Psikiyatri Araştırmaları Merkezinde çalışmıştır. 1951 yılında
Psikiyatri Kliniği Kürsü başkanlığına seçilen Aksel, 1952 yılında “Ordinaryüs”
ünvanını kazanmıştır. İhsan Şükrü’nün psikiyatriye en büyük katkısı bu ilmin
30-40 yy sonraki geleceğini görmesi, başka tıp dallarıyla bağlantılı olması
gereğini savunarak bugünkü liyezon psikiyatrisinin temelini atmış olmasıdır.
İnsanın ruhsal, bedensel ve toplumsal bir bütün olarak görülmesi ile ilgili
görüşü günümüz psikiyatrisine katkı sağlamıştır.
Aksel “Dünya Psikiyatri Birliği” ve “Dünya Nöroloji
Federasyonu”nun kuruluşuna Türkiye adına kurucu olarak katılmış ve bu kuruluşta
uzun yıllar etkin çalışmalar yapmıştır. Ayrıca “Dünya Akıl Sağlığı
Federasyonu’nda da ülkemizi temsil ederek “Yönetim Kurulu Üyesi” görevini
sürdürmüştür. Aksel 1958 yılında Bulgar Hükümeti Otlicnik nişasınını, 1959
yılında ise Fransız Hükümeti Psikiyatri Kongresinde”, en ünlü 16 psikiyatrist
arasında yer almıştır. Psikozların anatomisi üzerine önemli çalışmalar yapmış,
bu ve diğer yapıtları Almanca, Fransızca, İtalyanca, İngilizce dillerinde
yayınlanmıştır.
Türkiye’de yukarıda adı geçen bilim adamları ve
sonrasında yetişenler psikoloji-psikiyatri ve nöropsikiyatri dallarında yoğun
araştırmalar yaparken, Avrupa’da konu ile ilgili kuruluşların paralelinde
Türkiye’de de ilk Türk Tıp Derneği 1856 yılında, Türk Nöropsikiyatri Derneği
ise 1914 yılında İstanbul’da kurulmuştur. Toptaşı Bimarhanesi’nde yapılan
toplantı, İstanbul’da 12 uzmanın katılımıyla “ilk toplantı” olarak
gerçekleştirilmiştir. I. Dünya Savaşı dönemine rastlayan yıllarda zabit
defterlerinde dernek toplantısına ait kayıt bulunmasına rağmen, Mazhar Osman’ın
“Tablabet-i Ruhiye” adlı kitabında, savaş yılları süresince Şişli Fransız La Paix Hastanesi ’nde
derneğin aylık bilimsel toplantılarının sürdürüldüğüne dair belgeler yer
almaktadır.
Günümüzde
teknolojinin gelişmesiyle birlikte Bilgisayarlı EEG, Beyin Tomografisi,
Manyetik Çekirdek Titreşimi ve benzer teknikler, insan beynindeki yapısal ve
işlevsel bozukluklara dair yeni bulgular edinilmesini sağlamıştır. Özellikle
1980’li yıllardan sonra “Biyolojik Psikiyatri” alanındaki ilerlemeler
şizofreni, kaygı ve panik bozukluklar, nevrozlar ve psikozlarda, MSS’nde ortaya
çıkan yapısal ve işlevsel bozuklukların anlaşılmasına yardımcı olmuştur.
ŞİZOFRENİDE GERÇEKTEN KOPMA OLGUSU
Freud şizofrenlerdeki gerçekten
kopma olgusunun, gerçeğin yasaklayıcı ve cezalandırıcı yönünün yanı sıra
suçlayıcı bir kopuş olduğunu söylemektedir. Freud bu noktada yıllarca önce
analiz ettiği bir vakayı ele almaktadır: Eniştesine aşık olan genç bir kadın,
kız kardeşi ölürken aklına takılan (“artık eniştem serbest kalıyor ve benimle
evlenebilecek”) düşünceden dolayı dehşete kapılmıştı. Bu düşünce olayın hemen
ardından bastırılmıştı. Daha sonra hasta histerik ağrılara yol açan, anksiyete
eş değerli psikosomatik bir represyon sürecine girmişti. Freud ortaya çıkan
psikotik sürecin, kız kardeşin ölümü olgusunun bastırılması ve hemen ardından
yadsınması olduğunu ileri sürmektedir. Bununla birlikte Freud kız kardeşin
ölümünün hasta için cezalandırıcı bir tehdit olmayıp, daha çok eniştesiyle
evlenmek isteğine dayanan bir suçluluk duygusundan kaynaklandığına
inanmaktaydı.
Freud,
nörotiklerin hoşa gitmeyen gerçekleri bilinçaltı olarak reddetme ve böylece
realiteden uzaklaşma belirtileri gösterdiklerini söylemiştir. Analitik ekole
göre nevrozlarda iki aşama belirtilmektedir:
A) İd’in kabul edilemeyen
isteklerinin bastırılması
B)
Bastırılan olgunun sembolik ya da deformasyona uğramış bir biçimde geri
gelmesi, (rüyalar, lapsüsler, suçluluk mekanizmalarında olduğu gibi)
Freud’a göre
psikozların gelişiminde de benzer iki aşama görülebilmektedir:
A) Gerçekten kopma
B) Yitirilmiş
gerçeği yeniden kazanma çabaları
Aralarındaki
farkı Freud şöyle açıklamaktadır; Nevrozlarda bastırılan olgunun bilince
çıkmasıyla, hastalığın oluşumundaki nedenlerin öğrenilmesi, hastalığın
tedavisinde büyük bir önem kazanmaktadır. Psikozlarda ise bozukluk, gerçeğin
yitirilmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Psikozda, Ego savunmaları zayıfladığı
için reddedilmiş olan gerçek, hastayı hayal kırıklığına uğratıp, onun realite
ile savaşını bu kez hallüsinasyon, hezeyan gibi semptomlar halinde ortaya
koymasına neden olacaktır. Psikozlarda hastalığı ortaya çıkaran etkenler
temelde nevrozlardakinden farklı değildir. Bu etkenler, iç güdüsel gerilimde
artış, bastırılmış çocukluk cinselliği, eşcinsellik ve özellikle anal erotizmi
arttıran koşullar veya çocukluk anksiyetesi ve suçluluk duygularını
yoğunlaştıran yaşantılardır.
Psikozlar çoğu
kez, o güne kadar yaşanan olumsuz yaşantıların Ego’nun, dengesini bozmasıyla
ortaya çıkar. Alışılagelmiş savunma mekanizmaları yetersiz kaldığında psikotik
çöküntü görülür. Şizofrenlerin çoğunda dünyanın yıkılmasıyla ilgili fanteziler,
hipokondria, hezeyanlar, başlangıç semptomları olarak tanımlanmaktadır.
Sistemli hezeyanlar ise daha geç gelişmektedir. Bu şekilde ortaya çıkan
psikozda ise, patolojik bir uyum haline dönüşen semptomlar, bu uyumun yeniden
elde edilmesi için ortaya çıkan girişimler olarak kabul edilebilir. Her bir
yeni uyum kazanıldığında psikotik yapı, çevreye adapte olmaya doğru yönelir. Ödip kompleksi tüm bu olaylarda sanki
temel bir etkendir ve çocukluktaki cinsel dürtülerin yeniden canlanması ve
şiddetlenmesi şeklinde görülür. Sanki belirgin yoğunlukta bir ödip takıntısı
psikoza yatkınlık yaratıyor gibidir. Şizofrenlerin geçmişinde ödip dönemindeki
doyumsuzluklara sıklıkla rastlanmaktadır. Şizofrenlerin çocukluk anıları erken
çağlardaki ruhsal yaralanmaların ötesinde diğer yaşamsal olguları, özellikle
Ego’nun obje ile ilişkisi kurma fonksiyonunda, dıştan kaynaklanan engelleri
yansıtmaktadır.
Freud,
şizofrenlerin ilginç sözcük kullanma biçimlerini, telafiye yönelmiş bir olgu
olarak kabul etmektedir. Hastanın konuşmaları, karmaşık hale gelmiş olan
anlatım biçiminden anlaşılmaz görülmektedir. Freud, bu tür konuşmanın nedenini
şizofreniğin, kaybettiği objelerin yerine o objeyi temsil eden sözcükler
kullanmalarına bağlamaktadır. Şizofreniğin obje eğilimi Freud’a göre
narsisiztik bir Ego’dan kaynaklanmakta ve narsisizm nedeniyle Libido yatırımı
gerçekleşemediğinde, Ego’nun oluşumunda gelişiminde ve gerçeği
değerlendirmesinde gerekli olan fonksiyonlar bozulmuş olmaktadır. 1
ŞİZOFRENİ
Genç bir kadının psikotik
yaşantısından alıntılarda şu ifadeler yer almaktadır.
“Krizler artıyor, müdürün
odasında otururken birden herşey olduğundan parlak ve büyük görünmeye başladı.
Herşey yapay. İskemleler ve masalar oraya buraya yerleştirilmiş. Öğrenciler ve
öğretmenler anlamsızca dolaşan kuklalar gibi. Hiç kimseyi tanıyamıyorum. Sanki
realite bunların arasında kaybolmuş, kaybolmuşluk gibi bir duygu beni
ürkütüyor. Ümitsizce etrafımdan yardım bekledim. Konuşulanları duyuyorum ama
kelimelerin anlamlarını çıkaramıyorum. Sesler sıcak olmaktan uzak ve metalikti.
Bazen bir kelime diğerlerinden ayrılarak kafamda tekrar tekrar yer alıyordu.
Bir diğer hasta şöyle
demektedir : “Sorunum zihnimde çok fazla düşünce olması”. Bir obje hakkında
düşündüğünüzü farz edin. Mesela bir küllük, sadece onu düşünün ve bu benim
sigara küllerini içine dökmem için. Evet bunu düşünüyorum, ama küllükte ilgili
düzinelerce kelime aynı anda zihnime üşüşüyor. Dikkatim ve çok zayıf, bir
konudan diğerine atlıyorum. Biriyle konuşurken ayak ayak üstüne atmaları veya
kafalarını öne uzatmaları gibi davranışları, benim ne söyleyeceğimi unutmama
neden olabiliyor, gözlerim kapalıyken daha iyi düşünebileceğimi hissediyorum.”
Bir gazetenin yazarlarından
Esso Leete, hastalığının ilk dönemlerini şöyle anlatıyor; “Geceydi,
Florida’daki kolejin yanındaki plaj boyunca yürüyordum. Birden algılarım
değişti. Yoğun rüzgarı, kötü bir olayın kehaneti gibi algıladım. Gittikçe
kuvvetleniyordu. Beni zaptedip uzaklara götüreceğimden emindim. Yanındaki
ağaçlar ürkütücü bir şekilde bana doğru eğildiler ve kozalaklar beni takip
etti. Çok ürktüm ve koşmaya başladım. Koşuyor olduğumu bildiğim halde hiç
ilerlemiyor gibiydim. Sanki zaman ve mekan içinde hapsolmuştum”
Bir hasta ise şöyle diyordu
:
“İçimde biri var, telapati
var, her hareketimi takip ediyor, her an, her saat, ne yaptığımı görüyor.
Sesler kafamdan geliyor, bazen kalbime gidiyor. Hayır, memnun değilim, huzursuz
oluyorum, bazen istemediğim şeyleri yapmamı istiyor. Onu dinlemiyorum,
kızıyorum çok. Mesela, şu anda bu halıyı, desenini, rengini, benimle beraber
görüyor. Bu kişi sanat hayatımda tanıdığım bir ressam, ismini söyleyemem. Bakın
şu anda kahkaha atıyor, “söyle de sana deli desinler” diyor.
“Şu anda küfrediyor”, “size
küfür ediyor, kusura bakmayın”. “Emin olun ben değilim küfreden”. “Geçen sene
ben eşimle uyurken odama geldi. Sanki cinsel bir ilişki olduğu gibi. Senden
istifade edeceğim diyordu, ama ben bir şey hissetmiyordum”. Kocamda
iktidarsızlık vardı. “Ne söylenip duruyorsun, diyor. “Konuşmazsın benimle olur
biter” (G.K.’nın hastası)
Şizofreni tanısı alan yukarıdaki söz konusu hasta; Hezeyanlar
ve görme / işitme hallüsinasyonları arasında gün boyu bizlerle ve ailesiyle
normal sayılabilecek ilişkisini sürdürebiliyordu. Ego fonksiyonları, ağır
psikozuna rağmen yok olmamış hasar görmüş de olsa realiteden tamamen
kopmamıştı. Freurd, şizofrenlerin terapötik ortamdan fayda görebileceklerini
söylediğinde muhtemelen onların gerçektende tamamen uzaklaşmadıklarının
düşünmüştür.
Şizofreni tanısı konan başka
bir hasta ise onunla çalışırken duyduğum anksiyeteyi hissetmişti. Bana, “Neden
konuşurken öyle kollarınızı, ellerinizi sağa sola sallıyorsunuz, orkestra şefi
gibi. Biraz sakin olun, rahat durun” dedi. Başka bir gün, bir kaç kez, “tavla,
dama ya da iskambil oynayalım” dediğimde ise, “durun daha; niye her şey için
acele ediyorsunuz? ben hep aynı kişiyim, buradayım. Hiçbirşey için telaş
etmeyin, hepsini oynarız” diyerek beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Tüm psikozu
içinde gerçekle ilişkide olan egosunun, ufacık da olsa sağlıklı kalan kısmı
sayesinde benimle konuşuyordu. Bu vaka Freud’un terapide terapistle ilişkide
olan hastanın Egosu olduğuna dair sözlerini kantılıyordu. Ayrıca hastanın benim
anksiyetemi hissedebilecek kadar duyarlı oluşu, “şizofrenin duygularında
küntlük görülür, çevreye karşı ilgisizdirler” tanımının her hasta için geçerli
olmadığını gösteriyordu. (Gülsen Kozacıoğlu. hastası)
Paranoid şizofreni tanısıyla başvuran 30 yaşlarında
bir erkek hasta, bir kaç seans sonunda, önce eşcinsel eğiliminden daha sonra da
etkin bir eşcinsel yaşamı olduğundan söz etmişti. Bu durumdan yakınmıyordu.
İlişkilerinde yaşadığı açıdan, kıskançlıklardan, uykusuz gecelerinden
yakınıyordu. Eşcinselliği, kendi ifadesiyle “deep-inside”, “içinde, derinde bir
yerlerde” yaşıyordu. Narsistik ruhsal yapısı, eşcinsel eğiliminde doyum
sağlıyordu. Özseverliğini, hemcinsleriyle olan birlikteliğinde
gerçekleştiriyordu. Ancak Freud’un “eşcinselliğin paranoid yapı ile olan
ilişkisine dair teorisini bu vakada hissetmemek olanaksızdı. Erkeklerde
eşcinselliğin ya da eşcinsellik eğilimlerin, “baba” figürünün algılanmasıyla
olan bağlantısını yansıtan vakada hasta, “babadan” intikam alırcasına, “baba”
olmayan hemcinslerine tüm sevgisini veriyor ve onlardan ihtiyaç duyduğu sevgiyi
çıkarları doğrultusunda da olsa alıyordu. Freud’un “paranoid yapıyla -
eşcinselliğin ilişkisi” teorisi dışında bu vakadaki paranoid yapı, diğer
eşcinsellerde de görülebilecek şüpheciliği, eleştiriliyor olma endişesini,
toplumdan dışlanmanın getirdiği huzursuzluğu yansıtıyordu. (Gülsen Kozacıoğlu.
hastası)
Kendi bedenini erkek bedeni
olarak algılamayıp, kendinden oldukça yaşlı zengin bir erkekle eşcinsel bir
ilişki yaşayan genç bir delikanlı ise, kolundaki altın saati, kapının önündeki
spor otomobili, beraberliği karşısında ona hediye eden bu “yaşlı adamı”, sık
sık baba olarak algıladığını ifade ediyordu. Onun her türlü yaklaşımından,
hediyelerinden büyük bir doyum sağladığını söylüyordu. (Gülsen Kozacıoğlu.
hastası)
Bazı hastaların ifadeleri
ilk başlarda yükselen bir bilinçliliği ve hoşnut bir duyguyu yansıtıyor gibi
görünmektedir. Genel olarak kendilerini sanki doruk noktada bir hoşnutluk
yaşıyor gibi ifade etmektedirler. Aşağıdaki hastanın sözleri böyle bir
yaşantıyı anlatmaktadır:
“Bütün varlığım, birden ışık
ve sevgiye doldu. Benden kaynaklanan ve derinden ilerleyen bir duygu yine benim
içime doğru aktı. Çok canlı bir bilinçlilik ve aydınlık içindeydim. Ne
söyleyebilirim kim... Zihnim bulutsuz, masmavi bir gök gibi, sıcak, harika bir
güneş ışığı sütunu gibi.”
Bazı hastaların yaşantısı
dinsel bir yapı içindedir ve Tanrı’nın onlarla yakın ilişkide olduğunu
sanmaktadırlar : Bir hastanın anlatımı şöyledir:
“Bir hafta önce duygularımı
yakından yaşıyordum. Hiç düşünmeden konuşmaya başladım. Söylediklerim, Tanrı
hakkında bilinçliliğimi ifade ediyordu. Diğer insanları çok yoğun yaşıyordum.
Sanki onlarla birleşmiş gibiydim. İnsanların söylediklerinin gizli bir anlamı
vardı. Yaşama dair sözlerdi. Yaşam, gerçek ve Tanrı hakkında yoğun bir
bilinçlilik içindeydim. Kiliseye gittim, her şey yeniden bir anlam kazanmaya
başladı. Duygularımın hassaslaştığını fark ettim. Etrafımdaki en ufak şeyden
etkileniyordum. Kendimi kendi içimde, evimde hissettim. Bu bana büyük bir güç
verdi. Olayları geniş açıdan görüyordum. Dış dünyayla ilişkimi ve zaman
kavramını kaybettim. Etrafımda sanki bir sis vardı, sonra uyudum. Olayların
içine diğer insanlardan daha kolay girebileceğimi hissettim ve dünyadaki
herkesi sevdiğim duygusuna kapıldım.
Bazı yazarlara göre, olaylar
karşısında yorum yapmak ve tepki göstermedeki bozukluk, psikotik nitelik
taşımaktadır. Psikiyatri kitapları genelde bunu, düşünce bozukluğu olarak ele
almaktadır. Ancak düşüncenin de ötesinde, görsel ve duyusal uyarılarda,
duygularda düzensizlik de yer almaktadır. Bir telefon santral memurunun, limbik
sistemin başına oturup algıları, düşünceleri, hatıraları, duyguları
ayıkladığını ve hangisinin bir diğeriyle bir arada olup olamayacağını belirlediğini
düşünelim. Bir gün bunları yapmaktan vazgeçtiğinde, gelen mesajların anlamı
bize ulaşamayacaktır. Aşağıdaki hastanın ifadesi buna örnektir :
“İnsanlar konuştuğu zaman ne
anlama geldiğini anlamak için düşünmem gerekiyor. Yani kendiliğinden bir tepkide
bulunamıyorum. Duyduklarımı düşünmem gerekiyor ve bu da zaman alıyor. İnsanlar
konuşurken onları dikkatle dinlemezsem, tüm duyduklarım birbirine karışıyor ve
hiçbir şey anlamıyorum. Karşımdaki kişiler sade bir dille konuştuklarında
söylenenleri anlayabiliyorum. Ancak uzun cümleler kurulduğunda anlamı
kaybediyorum. O zaman cümleleri bir araya getirip bir anlam çıkarmam gereken
bir yığın kelimeyle karşı karşıya kalmış gibi oluyorum”.
Aynı duyguları yaşayan bir
şizofren hasta da şöyle demiştir; “İnsanların söylediği birçok kelimeyi
anlamadığımda kendimi yabancı bir dille karşılaşmış gibi hissediyorum.”
Görsel uyarıları anlama
güçlüğü olan bir hasta ise şöyle bir ifade kullanmaktadır. “Herşeyi kafamda
toplamak zorundayım. Saatime baktığımda, kayışını, saati, elleri vs. hepsini
bir arada görüyorum. Sonra onları bir parça haline koymak zamanımı alıyor.”
Aynı hasta; “Her şey parçalar halinde; sanki zihninizde
dağılmış resmin parçalarını bir araya getiriyor gibisiniz. O anda kımıldamak
hayli ürkütücü. Çünkü zihnimizdeki resim birden bozuluyor. Bu kez parçaların
bir araya getirmeye çalıştığım yeni bir resim ortaya çıkıyor.” diye devam
etmektedir.
Benzer sorunlar yaşayan bir
hasta psikiyatristin yüzüne baktığında şunları hissettiğini söylemiştir;
“Dişler, çene sonra bir göz
ve diğeri. İşte her bir parçanın birbirinden bağımsızlığı ben de korku
yaratıyor ve karşımdakinin kim olduğunu bildiğim halde tanımamı engelliyordu”.
Psikotiklerde çalışan bilim
adamları, şizofreniklerin iki uyaranın bir arada üstesinden gelmelerinin
oldukça zor olduğunu söylemektedirler. Bu sorunu yaşayan bir hastanın ifadesi
şöyledir. “Televizyona konsantre olamıyorum. Çünkü hem ekrana bakıp hem
söylenenleri aynı zamanda algılayamıyorum. İki olayı aynı zamanda bir arada
yaşayamıyorum veya (taşıyamıyorum). Özellikle bunların biri seyretmek, diğeri
de dinlemek daha güç oluyor. Diğer sorunum ise birden fazla uyarıyı bir arada
algılayamamam ve üstesinden gelemeyip hiçbir anlam çıkaramam.”
Hezeyanlar, hasta tarafından
inanılan, ancak kendi kültür ve ortamı içinde diğer insanlar tarafından
paylaşılamayan ve hiçbir mantıkla düzeltilemeyecek olan yanlış düşüncelerdir.
Bu yanlış düşünceler genellikle hasta tarafından yanlış yorumlanan duyusal
yaşantılar üzerine kurulmuştur. Chekhov’un “Word No.6” (Altıncı Koğuş) adlı
kitabında hezeyanlı bir hastanın düşünceleri şöyle aktarılmaktadır; “Polis,
yavaş yavaş pencerenin önünden yürüyerek geçti. Bu sıradan bir olay değildi. Az
ileride, evin yanı başında iki adam sessiz ve sakin duruyorlardı. Neden? Neden
sessizdiler? Ivan Dimitrich için acı veren günler ve geceler birbirini izledi.
Penceresinin önünden geçen, ya da bahçesine kadar gelen bir insan ona göre
casus ya da dedektifti.”
Bir başka hastanın ifadesinden alıntılar ise şöyledir:
“Sabah yediye kalkıp giyindim ve hastaneye gittim. Nefes alma zorluğu, bir kalp
hastalığı olabilirdi. Gençken, ufak bir ventriküler rahatsızlığım olduğu
söylenmişti. Sanki kalbim hasta da, bunu kabullenmeyecek kadar zayıf olduğum
için insanların bunu bana söylemediğine karar verdim. Bir tıp kitabında kalp
hastalığı kısmını aradım, ama bu konu çıkarılmıştı. Birisinin beni korumak için
konuyu çıkardığını düşündüm. O anda başka şeyler aklıma geldi. Bir arkadaşım
“walkie-talkie”den söz ediyordu. Böylece radyo yolu ile bilgim dışında bana
ilaç verildiği düşüncesine kapıldım. Birisi uçakla sadece gidiş biletinden
bahsediyordu. Bu bana Houston’a giderek kalp ameliyatı olmam anlamına geldiğini
düşündürdü. Laboratuardaki garip bir korkuyu hatırladım. Bu bana gizlice
verilen bir ilaç olabilirdi. İçimdeki bir makinenin kan dolaşımıma ilaç verdiği
hissine kapıldım. Böylece kimsenin bana söyleyemeyeceği bir hastalığım olduğunu
ve bu yüzden bana ilaç verildiğini düşündüm. O anda panikleyerek kaçmaya
çalıştım. Ama park yerindeki adam bana geri gelmem için sinyal veriyordu.
Karımın bir arkadaşımın bakışlarımı yakaladığını düşünerek hastaneye geri
döndüm. Bir korumanın gözleri ilgimi çekti. Gözleri oldukça büyük ve bakışları
gözlerimi deler gibiydi ve çok güçlüydü. Belki bu yolla bana ilaç veriyordu. Daha
sonra, diğer insanların beni seyrettiği duygusuna kapıldım. Sonra ara sıra
olduğu gibi her şeyin aslında çok saçma olduğunu düşündüm, tekrar etrafıma
baktım. İnsanlar beni gerçekten seyrediyorlardı.”
Bazı vakalarda hezayanlar
daha karmaşıktır. Hasta, sözlerin ötesinde insanların kendini kontrol ettiğini,
manipüle ettiğini ve diğerleri tarafından hipnotize edildiğini düşünebilir. Bu
hastalar, inançlarını doğrulayacak nedenler arama çabasındadırlar. İrlandalı
bir bayan hasta, geceleri uykusunda bazı esrarengiz, bilinmeyen bir şeye
bağlandığını ve kontrol edildiğini düşünüyordu. Özellikle bu kontrolün tavandan
geldiğini söylüyordu. Doktoru bir sabah odaya girdiğinde, hasta doktora gülerek
baktı ve tavanı işaret etti. Doktor, işçilerin o gün tesadüfen tavanda yangın
alarm sistemini yenilediklerini gördü. Tavandan aşağı bir yönde renkli teller
sarkıyordu ve bu şanssız tesadüf, hastanın hezeyanlarını artık sonsuza dek
doğrulamış oluyordu. İnsanın, kendini gözleniyor, takip ediliyor ve saldırıya
uğruyor sandığı hezeyanlar, paranoid hezeyanlar olarak bilinir. Paranoya
göreceli bir kavramdır. Herkes, zaman zaman bu gibi duygulara kapılabilir.
Hatta bazen, az dozda bir şüphenin yaşamsal değeri ile olabilir.
Bir başka yaygın hezeyan
türü, düşüncelerinin başkaları tarafından kontrol edildiği yöndeki
hezeyanlardır. Örneğin genç bir kadın 5 yılını evinden çıkmadan geçirmişti.
Çünkü sokağa her çıkışında düşüncelerinin insanların dönüp ona bakmasına neden
olduğuna inanmıştı. Zihnini bir mıknatıs gibi algılıyor ve insanların dönüp ona
bakmaktan başka çereleri olmadığına inanıyordu.
Diğer bir hasta telepatik
güçlerle çevresindekilerin ruhsal durumunu değiştireceğine inanıyordu. Şöyle
diyordu : “Kalabalık bir lokantada sessizce otururken, içerdekilerin ruhsal
durumlarını mutluluğa çeviriyor ve onların kahkaha atmalarına neden oluyordum.”
Bir başka hezeyan türü ise,
hastanın düşüncelerinin radyo ve televizyon aracılığı ile yayınlandığı
yönündedir. Bu tür hezeyanlar şizofreninin açık bir göstergesidir.
Yazarlara göre hezeyanların
kültürel ve toplumsal bir farklılık içerebileceği unutulmaması gereken bir
noktadır.
Danışmanlık merkezine gelen
16-17 yaşlarında genç bir delikanlının, uzun süre hezeyanlı ayları içerisinde
medikal ve terapötik uygulamalar bir yıl kadar sürmüştü. İyileşmeye doğru kendi
gösterdiği çabalar çok güçlüydü. Terapötik süreci hemen hemen bir buçuk yılı
bulmuştu. Bir gün seansın hemen başında “Biliyor musunuz artık hezeyan
yapmıyorum” cümlesini kullandı. Nedeni sorulduğunda “herhalde gereği yok,
ihtiyacım yok artık” dedi. Hezeyanlar yaşama bağlanabilmek için ümitsizce
üretilen, hastanın gerek dünya ile kendi psikolojik dünyası arasında kendi
yarattığı boşluğu, yeni kendisinin telafi etmesi yolunda sanıldığı çareler
olabilir miydi? (Gülsen Kozacıoğlu. hastası)
1970’li yıllarda, Çapa
Psikiyatri kliniğinde paranoid şizofreni tanısıyla yatan, 30 yaşlarında erkek
bir hasta, Freud ve Ferenczi’nin, paranoid mekanizma ile eşcinsellik eğilimleri
arasında bir ilişki olduğuna dair görüşlerini yansıtıyordu. Oldukça çekingen, özellikle
karşı cinse yaklaşamayan, lise ve üniversite eğitiminde başarılı, zeki bir
hasta olduğunu söylediler. İktidarsız olduğundan şikayetçiydi ve eşcinsel
eğilimlerini kabul ediyordu.
Yakınlarının kendisini yargıladığını, eleştirdiğini düşünüyor, gerçek
olmadığını bildiğini söylediği halde arasıra takip edildiği sanıyordu. (Gülsen
Kozacıoğlu. hastası)
PSİKOZA FARKLI
YAKLAŞIMLAR
POLLARO
& MILLER, 1950, WOLPE, 1958
Son zamanlarda psikoza verilen önem artmakta, yapılan çalışmalar
hastanelerde yatan psikotiklerin davranışlarını değiştirmesi üzerinde
yoğunlaşmış bulunmaktadır. Psikoza davranışçı yaklaşım şu yönde
odaklanmaktadır: davranışçılar, temelde insanı normal olarak ele alıp, onun
belirli çevresel uyarılara tepki veriyor olduğunu kabul etmektedir. Böylece
araştırmalarını psikopatoloji ve içsel olaylar yerine, çevre ve davranış
arasındaki ilişki üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Hastanın bozuk davranışını
yaratan ve devam ettiren çevresel uyarı şartları her ne ise, bunların
değişmesine bağlı olarak, psikotiğin davranışını değiştirmesi yönünde
çalışmalar yapmaktadırlar.
Davranışçı yaklaşıma göre psikoz, bir seri yanlış öğrenilmiş davranışın
pekişmesi olarak kabul edilmektedir. Psikoz, A) kişilik bozukluğu, B)
psikoseksüel dönemlere gerileme, C) düşüncede bozukluk gibi genel bir sendrom
olarak ele alınmamaktadır. Örneğin operant yaklaşımlar, psikotik davranışı,
belirli bazı uyarı durumlarına tepki olarak yorumlamaktadır. Ullmann ve Krasner
(1969)’e göre psikotik depresyon da nörotik depresyon gibi bir kaybın arkasından
ortaya çıkmaktadır. Ullmann ve Krasner bu kaybı hastanın yaşamını pekiştiren
bir kaynağın kuruması gibi yorumlamışlardır.
Böyle bir olayda, birey, psikotik davranışın gelişmesine yol açabilecek
konumdan, sosyal başarısının gelişmesini pekiştirecek bir konuma geçişi
aramaktadır. Bu arayışta, bozuk olan davranışın düzelmesi, psikotik
depresiflerin hastane yaşamından başlar ve dışardaki yaşamına yansır.
Psikoza genetik yaklaşımların bir çoğu da şizofreni üzerinde yapılan
çalışmaları kapsamaktadır. Araştırmalar kalıtımsal olarak şizofreniye ya da
diğer duygudurum bozukluklarına yatkınlık (predispozisyon) olduğunu ortaya
koymakla birlikte, yatkınlığı olan her insanın mutlaka psikotik olmayacağını
belirtmektedir.
Bowen ve Weakland’ın yaptıkları çalışmalarda ise “AİLE”, psikotik
davranışın, özellikle şizofreninin gelişmesinde ve ilerlemesinde insanlar arası
ilişki açısından majör bir neden olarak kabul edilmiştir.
Psikoz, özellikle şizofrenik bozukluk, ailede varolan önemli bir
sorunun semptomu olarak görülmektedir. Klinik gözlemler, psikotik hastaların
ebeveynlerinin ruhsal yönden gelişmiş olgun kişiler olmadıklarını ve aile içi
ilişkilerinde birlikte yaşamanın getirdiği sırdan sorunların üstesinden
gelmeyip, zorluklar içinde bir beraberlik sürdürdüklerini ortaya çıkarmaktadır.
Çocuk doğduğunda anne, tüm dikkatini bebeğin çaresizliği üzerine
yoğunlaştırmakta ve bundan kaynaklanan bir güçle sanki kendi gelişmemiş,
olgunlaşmamış yönlerini çocuğunda tatmin eder gibi yaşamaktadır. Bu noktada
anne abartılmış bir yeterlilik ve baskın bir yaklaşımla, sanki daha az
anksiyeteli bir kişilik yapısı ortaya koymaktadır. Baba ise böyle bir ortamda
ruhsal olarak olgunlaşmamış oluşunun yetersizliğini yaşayış anne ve bebekle
sadece pasif ve yüzeysel bir ilişkiye girmektedir. Bu yaklaşımlar sonucunda da
çocuk ailenin ilgi odağı haline gelmektedir.
Birden fazla çocuklu ailelerde sadece bir çocuk ve de genellikle büyük
çocuk böyle bir konum içerisindedir. Zaman içinde, anne zaten çocuklar arasında
en başarılı olana bu görevi verir ve sonunda bağımlılığını bu çocuğun üzerinde
yaşar. Ailede fazla çocuk olduğu zaman, a) annedeki söz konusu abartılmış
yeterlilik b) aileyi yüzeysel yaşayan baba ve aralarında kalan ezilmiş çocuk
(çaresiz çocuk) olgusu yaşanmayabilir.
Anne ve çocuk aile içindeki en yoğun ilişkiyi yaşar, düşünceleri ve
davranışları birbirlerinin içinde kaybolmuş gibidir. İlişkileri sembiyotik bir
hal almış gibidir. Genelde anne birbirine zıt istek ve arzularını çocukta
yaşar, ona yansıtır. Kendisine bağımlı kalmasını istemesine karşın, sözlü
ifadelerinde sanki onun olgun, kendine yetebilen, başarılı ve bağımsız bir kişi
olmasını ister gibidir. Böyle çatışmalı bir aile tablosunun ortaya
çıkabilmesinde, anne ve babanın çocuğu kendilerine muhtaç bir varlık gibi elde
tutuyor olma olasılığı düşünülmelidir. Böylece ailenin üç üyesi de sözde kurulu
bir düzenin ve dengenin bozulması endişesini yaşamakta gibidirler.
Çevrenin de desteğiyle ergenliğe doğru hızlı bir gelişimin başlaması ve
görünürde ailenin sözlü ifadesi, bu durumu destekler gibidir. Buna karşın
aslında bu hızlı gelişimden ürkülür ve onu bir çocuk gibi görmeye çalışırlar.
Halbuki çocuk artık kendi başına bazı işlerin üstesinden gelebilecek yetenekler
de geliştirmek zorundadır. Zira anneye bağımlılığı dışında, çevre ile fazla
özdeşim kuramamış kendi başına kalmıştır.
Bu nedenlerle, Bowen ve Weakland’a göre, psikotik patlama, çocuğun söz
konusu çatışmaların üstesinden gelme girişimleri başarısızlıkla sonuçlandığında
ortaya çıkar.
Ruhsal rahatsızlıkları, kişinin bazı davranış biçimlerinin belirli
kişileri olumsuz açıdan etkilemesi ve onların tarafından olumsuz
değerlendirilmesi olarak ifade eden yaklaşım sosyolojik yaklaşımdır.
Aslında ruh hastalıkları, kişinin bireysel davranışlarını, daha doğrusu
semptomlarının bir fonksiyonu değildir. Ruh hastalığı, kişiyle ilişki içinde
olanların, davranışlarına karşı tepki göstermesi ve bu davranışları
sınıflandırması sonucu tanımlanan bir olgudur. Bu kişiler, davranış
biçimlerinin sosyal kuralları bozduğu görüşünde olanlar tarafından “ruh
hastası-akıl hastası” damgasını yerler.
Scheff, belirli bir kültür yapısı içinde hoş görülen davranışları
yöneten sosyal normların varolduğunu söyler. Bu normlardan sapma, diğer
kişilerce sınıflara ayrılır ve normlara uymayanlar, ruhsal sağlıklı kabul edilmezler.
YARATICILIK VE ŞİZOFRENİ
İnsanlarda
sanatçıyı, toplumdaki diğer kişilerden farklı, toplumsal kuralların dışında
yaşayan, tuhaf, garip, hatta biraz “uçuk bir kişi” olarak görme eğilimi vardır.
Sanatçının bu yönde algılanması, onun evrene bakışındaki “özgünlük”ten ve
yaratma süreciyle ilgili psikodinamik süreçten kaynaklanmaktadır.
Sanatçıların bir kısmı toplumsal değerlerle çatışma halindedir.
Çatışmayı sürdürürken, sanatçı ya da yaratıcı, fantezilerinden esinlenmektedir.
Fantezilerinde, egonun gelişimi dönemindeki ilksel süreçlerinden
yararlanmaktadır. Freud’cu ekolde ilksel süreçler, içtepiler ve iç güdülerdeki
toplumca onaylanmayan arzu ve isteklerle yüklüdür. Haz ilkesine (pleasure
principle) göre faaliyet gösterirler. Sanatçının kullandığı ilksel süreçler,
söz konusu haz ilkesi doğrultusunda mantık dışı davranışlar, düş ve fanteziler,
yer ve zaman içermeyen ürünlerle bezenmiştir. Yaratma sürecinde ise, sanatçının
egosunun “gerçeklik ilkesi”ne bağlı olan kısmı fantezilerini yansıtmasına izin
verdiğinde, ortaya çıkan yapıt, diğer insanlar tarafından yadırganabilir ve
sanatçının psikotik veya sosyopat olarak tanımlanmasına yol açabilir. Ancak
sanatçı ya da yaratıcı kişinin egosu iyi bir bütünleşme içindeyse,
fantezilerinin kurduğu ilkesel süreçlere gerilemesi patolojik olmayıp “yaratıcı
bir ego gerilemesi”dir. Çünkü egosu, psikotiklerde olduğu gibi, bu gerilemeye
yenik düşmeyen, ilkesel süreçlerin esiri olmayan bir egodur.
Yaratıcılığını, her şeye rağmen mantıklı
bir düşünce sistemi içinde ve denetim altına aldığı davranış ve tutumları
doğrultusunda gerçekleşmiştir[11].
Şizofreninin hezeyanı, öyle sıradan bir kurgu olamaz. Bir kuyumcu
titizliğiyle, iç içe işlenmiş “hayal ürünlerini” ve “gerçekleri” büyük bir
ustalıkla birleştirilip, kendi içinde bir uyumu olan fantezilerini, bir
orkestra şefi edasıyla yorumlayıp, yönetir. Ancak şizofreninin hezeyan
ürünleri, sanatçı ve yaratıcının ürünüyle karşılaştırıldığında pek öyle mantık
üreterek anlaşılabilecek nitelikte değildir. Bir sanatçı, alışıla gelmiş düzene,
mantığa ve değer yargılarına karşı yapıtlar ortaya koyulabilir. Buna karşın,
ürünü, topluma bazı değerler iletebilir ve yaratma sürecinde akıl hastasının
ürününün içeriğinden farklıdır ve içlerinde psikoza girmiş olanların sayısı çok
azdır. Sanatçı iç güdülere bağlı olan “haz ilkesine” göre, eserini yaratır. İç
Bene (id’e) bağlı olan bu ilke çerçevesinde, sanatçı bir “Yaratıcı Ego
regresyonu” yaşar, ancak bu gerilemede Egosu “gerçeklerde, kopmamış bir
Ego’dur”.
Şizofreninin mantık dışı fantezisinin yanında, sanatçı, mantıklı bir
düşünce ve kontrollü bir tutum içerisindedir. *Yaratıcı düşünce, engel aşmak,
sorun çözmek amacını gütmektedir. İnsan hiçlikten, kaygıdan ve korkudan
kurtulmak, ölüme karşı direnmek, kendini gerçekleştirmek, ve var olan için, yaratıcı
davranır. Ürünü, insanlığa, topluma katkıda bulunur. Psikotiğin sanrıları, aynı
amaç uğruna şekillenmekte ise de, gerçekçi bir düşünce ile bağdaşmaktan uzaktır
ve hayal ürünleri topluma katkıda bulunmaz.
Freud’a göre, normal kişi yapıcı bir sonuç için çalışır ve bu sonuç
için çevre ile ilişkide kalır. Bu nokta sanatçı ve yaratıcının ürünü ile ruh
hastasının fantezi ürünleri arasındaki sınırı belirlemektedir.
Sanatçıda, İç Ben’den kaynaklanan hayal gücü etkin bir rol
oynamakta ve Egoda bu nedenle içsel süreçlere doğru bir gerileme oluşmakta ise
de, psikotik, fantezi ürünlerini oluşturduğu bu süreçte realiteyi
reddetmektedir. Kendi psişik realitesini kendi fantezisi içinde, olmasını
istediği şekilde yeniden yapılandırmaya çalışmaktadır. Bu noktada normal ile
patolojik gerileme arasındaki farklılık, kişinin bu süreçteki amacından ve
yapmak, ulaşmak istediklerinden ortaya çıkmaktadır.
Rollo May, psikanalizin yaratıcılıkla ilgili kuramlarından birinin,
“yaratıcılığı” nörotik ruh halinin özgün bir durumu olarak nitelendirdiğini ve
“yaratıcılığı” Ego’ya hizmet eden bir gerileme olarak tanımladığını
söylemektedir.
May, “yaratılığın” ciddi psikolojik bozukluklarla bütünleşebileceğini,
örneğin Van Gogh’un çıldırmış olabileceğini Gaugin’in schizoid (içi kapanık)
görünümünde, şair Edgar Allan Poe’nun alkolik, Virginia Wolf’un ruhsal çöküntü
içine olduğunu kabul etmektedir. Ancak, söz konusu bütünleşmenin, ortaya
çıkaracağı yaratıcılığın, içinde bulunan toplumun kültürüne uymayan kişilerde
bile, mutlaka nevrozunu ürünü olarak ele alınmaması gerektiğini de
vurgulamaktadır.
Platon, sanatçının, gerçeğin kendisiyle değil günümüzle ilgilendiğini
ve yepyeni bir gerçekliğe hayat veren kişi olduğunu savunmaktadır. Sanatçının
yaratıcılığının, kişinin evrendeki varlığını gerçekleştirişinin temelini
oluşturduğunu söyleyen May, yaratıcılığın, Webster’in deyişiyle “varlığın
ortaya çıkması” süreci olduğunu belirtmektedir.
May, diğer varoluşçular gibi “kaygı” olgusuna önem vermekle beraber,
sanatçı, veya yaratıcı bilim adamının, “kaygı”yı değil, “coşku”yu yaşadığına
inanmakta, “yaratıcılığın”, bilinçliliği artmış olan insanın kendi dünyasıyla
karşılaşması olduğunu söylemektedir.
Sanatta şizofrenik yada psikotik olarak kabul edilen sanatçılar
arasında; Rus dansçı Vaslav Nijinski, Fransız oyun yazarı Antonin Artoud,
Stefan Zweig, İsveçli kompazitör Ivor Gurney, İsveçli yazar August Stirindberg,
Fransız ressam Vincent Van Gogh, Irlandalı yazar James Joyce, Virginia Woolf,
vs. gibi değerli insanlar bulunmaktadır.
Nijinski 29 yaşında şizofreniye yakalanmış, Adler, Bleuler, Freud, Jung
ve Kreapelin’in tedavilerine rağmen hayatının sonuna kadar psikotik olarak
kalmıştır. Hastanede yazdığı anıları eşi tarafından yayınlanmıştır. Bir
yazısında şöyle demiştir. “Hayatı seviyorum ve yaşamak istiyorum. Ağlamak,
haykırmak istiyorum, ama yapamıyorum, ruhumda öyle bir acı duygusu var ki, bu
acı beni ürkütüyor. “Ruhum hasta” “ruhum hasta, aklım değil”, doktorlar
hastalığımı anlayamıyor. Ben iyileşmek için neye gereksinim olduğunu
biliyorum... hastalığım çabuk iyileşmeyecek kadar ağır... tedavim mümkün değil,
ruhum hasta, ben zavallıyım, yoksulum, perişanım. Bu satırları okuyan herkes
duygularımı anlayıp acı çekecek...”
Şahsiyetinin bir boyutunda sanatta çığır açmış olan, diğer taraftan
toplumun acıdığı, “şu kulağını kesen garip adam” diye anılan Van Gogh, “kaba
gerçeklerin ressamı” olarak sanat hayatını sürdürmüştür. Sık sık, depresyon
nöbetleri geçiren sanatçı Brüksel’de bir rahip okuluna gönderildiğinde,
civardaki maden işçilerinin sefaletini görmüş ve “Tanrı” inancını kaybetmiştir.
Daha sonraki hayal kırıklığı yaratan olayları, sevgisizlikleri ve yalnızlıkları
taşımayan hümanist doğası, onun Arles’de bir akıl hastanesine yatmasına neden
olmuştur. Karmaşık yaşamına ve aşırı alkol kullanımına karşın enerji yüklü olan
sanatçı, Arles’de yattığı dönemlerde işitme halüsinasyonları nöbeti geçirdiği
bir an kulağını kesip bir genelev kadınına göndermiştir.
Olayı takip eden iki aylık sürede paranoid hezeyanlar yaşamış, görsel
ve işitsel halüsinasyonları olmuş ve zaman zaman suskun kalmıştır. Daha sonra
kaldırıldığı St.Remy hastanesinde bir yıl süreyle çeşitli şikayetleri devam
eden Van Gogh’a şizofreni dahil olmak üzere, şizoaffektif bozukluk, manik
depresif psikoz, temporal lob epilepsisi ve serebral sifilis teşhisi konulmuştur.
Van Gogh’un hastalığının bulguları ile sanatının
özelliklerine bakıldığında, eserlerinin şizofrenik bir zihnin ürünü olmadığı
anlaşılmaktadır. Duygusal yüklülük taşıyan desen üslubu; eserlerin bir yere
kadar şizofrenik psikozu anımsatan deforme, uyumsuz, non-figüratif özellikleri,
onun psikoz tanısı almasında neden olmuştur. Van Gogh’un yapıtları, mistik,
depresif ve toplumsal içeriklidir. Epileptik fırça darbeleri dışında, resimleri
acıyı yansıtmakla birlikte, zaman zaman insana umut veren; aydınlık gerçekçi
bir parlaklık içermektedir. Yazarlar Van Gogh’tan “temporal epilepsi” ile arada
“psikoz-manik-depresif” kişiliğine karşı direnen, sanatını vaazlarına araç
olarak kullanan bir din görevlisi olarak söz etmektedir. Psikozun, sanatını
oluşturduğunu söyleyen Van Gogh’un kendi yazdığı mektuplar, geçirdiği acı
dönemleri yansıtmaktadır. 10 senelik sanat hayatı sonunda intihar eden Van
Gogh, St. Remy’den kardeşi Theo’ya yazdığı mektupta şöyle der; “Şu kahrolası
hastalık olmasaydı daha neler yapardım.” “Beni teselli eden tek nokta, deliliği
herhangi bir hastalık gibi görmem ve onun öylece, olduğu gibi kabul etmemdir.
Şunu da bilmeni isterim ki, şayet bana kalsaydı ve eğer başka seçeneğim
olsaydı, “deliliği” kesinlikle seçmezdim.” sözleri yer almaktadır.
Manik depresif psikozlu hasta hızlı düşünce yüksek enerji düzeyinde
olduğu için, yaratıcılığa ve sanata daha fazla yatkınlık sağlamaktadır.
Manik-depresif-psikoz tanısı alan sanatçılara Handel, Schumann, Beethoven,
Donizetti, Byron, Balzac, Edgar Alan Poe, Hemingway, Virginia Woolf’u örnek
olarak gösterilebilir.
Virginia Woolf, ıstırabını şöminenin üzerine
bıraktığı aşağıdaki nokta anlatmıştı:
“Canım,”
“Artık eminim, yine çıldırıyorum. Yeniden o korkunç günleri
atlatabileceğimizi sanmıyorum. Ve bu sefer iyileşmeyeceğim. Bu yüzden
yapılabilecek en iyi şeyi yapıyorum. İki insan bizden daha mutlu olmazdı, ta ki
bu hastalık gelene kadar. Daha fazla savaşamayacağım. Her şey benden uzaklaştı.
Senin hayatını daha fazla mahvedemem.” Bu mektubu yazdıktan sonra, 28 Mart
1941’de Virginia Woolf ceketinin cebine büyük bir taş yerleştikten sonra nehre
doğru yürüyüp, ölüme gitmiştir.
Alman besteci Schumann, aşırı hassas, sinirli, heyecanlı ve depresif
bir sanatçıydı. 1854’te başarısız bir intihar girişim olmuştu. Polonyalı
besteci Frederic Chopin, literatürde; kararsız, aşırı hassas birisi olarak yer
almıştır. Avusturyalı yazar Stefan Zweig ise, Avrupa’nın Hitler’e yenik
düştüğünü gördüğünde ümitsizliğe kapılmış, yaşamına dayanamayıp karısıyla
birlikte intihar etmiştir. Manik depresif olduğu düşünülen Fransız yazar Honore
de Balzac, huzursuz bir ruhsal yapıya sahipti. İspanyol ressam Fransisco de
Goya, 30 yaşına geldiğinde ağır bir depresyon geçirmiş, yaşlandıkça, yaratıcı
güçleri depresyonu nedeniyle bozulmuştur. İngiliz bilim adamı Sir Isaac Newton
ise depresyonun karakteristik özelliklerinden olan melankoli nedeniyle yaşamına
büyük bölümünü hasta olarak geçirmiştir.
Yaratıcı insanın yeteneklerinin tanrısal olduğunu hem Rönesans
hümanistleri hem de Hristiyan din adamları kabul etmektedir. Albert Dürer,
hümanistlik anlayış içersinde, hakikate ulaşmanın ancak sanat aracılığı ile
gerçekleşebileceğini söyleyip, Rönesans İtalya’sını ustalarının etkisi altında
“tanrısal yaratıyla geometri”, “insan bedenin simetrisi” ve “orantılar”
arasındaki ilişkiyi inceleyen dört ciltlik bir kitap yazmıştır. Sıklıkla ruhsal
bunalım geçiren Dürer, bu dönemlerde kendisinin oldukça gerçekçi resimlerini
yapmış, resimlerinde narsizmi, erotik eğilimleri, latent eş cinselliğini ve
babasının karşısında pasif-feminen ödipal bir kişilik yansıttığını ifade
etmiştir.
Nietzche, sanatın insan da doğanın bir gücü olarak ortaya çıktığını
söyler. Düşte ve sonsuzlukta benliğimizdeki sanat güçlerinin farklı yönlerde
ortaya çıktığını söyleyen Nietzche “düşün”, bizim görüş gücümüzü ve yaratma
yeteneğimiz; sarhoşluğun ise içimizdeki tutkuyu, şarkıyı, raksı uyandırdığına
inanır[12].
Nietzche, “sevgide her zaman biraz delilik vardır ama, delilikte de her
zaman biraz akıl vardır” demektedir[13].
Sanat insanda doğanın bir gücü olarak var ise, Nietzche “deli’de” var
olduğunu söylediği aklın yarattığı hezeyanları, doğanın bir ürünü olarak
yüceltir gibidir.
Joubert, “eğitimli bir hayal gücüne sahip olmayanların kanatları
vardır, ama ayakları yoktur” demiştir[14].
Nietzche’nin dediği gibi, bir akıl hastası olan şizofreninin aklı var olsa da,
yaşamın ağır gerçeklerini kaldıramadığında, ayaklarının yere basmaması için
direnecektir. Önemli olan hayat oyununda istediğimiz kartlar elimizde olmasa da
var olanlarla oynamayı bilmektedir. Şizofrenin bedbahtlığı bu oyunu
gerçekleştirememesinden kaynaklanmaktadır.
Fuller Torey, bir şizofreni anlayabilmek için onun ne yaşadığını kendi
ifadesiyle onu dinlemenin önemini savunur. Örneğin Edgar Alan Poe bir yazısında
şu ifadeyi kullanmıştır; “Gerçekten-asabi-dehşet sinirli oldum, ama niye benim
gerilemiş olduğumu söylüyorsunuz-hastalık benim duygularımı kesinleştirdi -ama
onları yıkıp yok etmedi- bunların ötesinde ansızın duyduğum şiddetli sesler
var. Yeryüzünün cennetteki bütün seslerini duydum-cehennemdeki sesleri duydum.
O halde nasıl deli olabilirim? “Dinleyin ve gözleyin.” Bakın ne kadar sağlıklı
ve sakince tüm hikayeyi anlayabiliyorum”.
Psikoz ve şizofreni tanısı olan hastaların ifadelerine bakıldığında da,
ruhsal acı çekmelerinin yanı sıra; fantezi dünyalarının sanatçı yada yaratıcı
kişilerle benzer olduğu ve iç dünyalarının zenginliği görülmektedir. Görsel
halüsinasyonları olan bir hastanın ifadelerinde, “Renkler olduğundan daha
parlak, sanki ışıldayan yağlı boya bir tablo gibi. Eşyalara dokunmadıkça
onların kalınlığını anlayamıyorum. Sanatçı bir zihnim olmamasına karşın
renklerin çok iyi farkına varıyorum. Renkler daha net, ama aynı zamanda eksik
bir şeyler de var. Baktığım şeyler sanki tek boyutlu” gibi sözler yer
almaktadır.
Diğer bir hasta; “her şey çok çarpıcı, özellikle kırmızı. İnsanlarda
şeytani bir ifade var. Silüetleri siyah, gözleri beyaz ve parlak. İskemleler,
binalar sanki canlı gibi. Animistik bir görünüm içinde ürkütücüler” diyerek
duygularını ifade etmektedir.
Başka hastaların ifadelerinden alıntılarla şu cümleler görünmektedir.
“İnsanlar deformasyona uğramış gibi, plastik ameliyat geçirmişe benziyorlar,
makyajları yüzlerinin kemik yapısını değiştirmiş.”
“Her şey çok parlak, zengin ve saf. parlak bir su yüzeyi gibi, ama
katı. Az sonra her şey çirkinleşti ve gölgeye büründü.”
YABANCILAŞMAYA DAİR (Man
alone - Alienation in Modern Society’den Özetler)
Çağımızın yabancılaşma konusu,
psikologları olduğu kadar, filozofları ve sosyologları da etkilemekte ve ruhsal
yaşamımızın en önemli sorunlarından biri olmaktadır. Doğadan, insanlardan,
kendimizden bile uzaklaşacak kadar yabancılaşmak, artık kendimizi kendimizle
bile paylaşabileceğimiz içgörüyü ve duyarlılığı hemen hemen kaybetmiş olmak,
bizi güçsüzlükle karşı karşıya getirmektedir. Bu güçsüzlük, “Man Alone in
Modern society” kitabında anlatıldığı gibi insanların elleriyle yarattığı bu
dünyada, yine kendi yarattığı teknoloji, makineleşme ve kültürün karşısında
duyulan bir yabancılaşmanın ifadesidir. Freud, ruhsal rahatsızlıkların majör
nedenini, moderniyetin isteklerinde bulmuştur ve kültür, cinsel dürtülerimizin
yüceltilmesinden dolayı var olmaktadır. Freud, toplumun normlarının,
inançlarının ve değerlerinin, egonun kaldıramayacağı kadar aşırı sert ve katı
olduğunu savunur. Bu görüş doğrultusunda, insanın söz konusu yabancılaşma
duygusunu yaşaması doğal bir sonuç olmaktadır.
İnsan kullandığı bu otomatikleşmiş ortama aşırı yabancı kalmıştır.
Tanımlanamayan bu duygu karşısında köklerinden sökülüp atıldığını
hissetmektedir. Kökünden sökülüp atılma kavramı, varoluşçuluğun “throwness” –
“dünyaya fırlatılıp atılmış olma” duygularıyla benzer çağrışımlar yapmaktadır.
Freud, psikoterapideki amacın, normallik uğruna hastadaki hümanistik karakterin
tümünü ortadan kaldırmak olmadığını, ego için mümkün olan en iyi psikolojik
durumunun olduğunu vurgular.
Yabancılaşma nedir, böyle bir duygu içinde insan ne yaşar? Ümitsizlik,
ilgisizlik ve ilgisizliğin getirdiği acıyı yaşar, inançlarının, değerlerinin
kaybını yaşar. Tek başına yaşamaya çalışır, gayret eder, gerçeğin sorunlarından
kaçar, yaşamına son verebilir, kendi kendisiyle özdeşliğini kaybeder ve “ben
kimim” sorusuyla anksiyeteyi (kaygıyı) tedirginliği yaşar.
Karen Horney, yabancılaşmayı insanın inançlarından, isteklerinden,
duygularından yoksunlaşma, kendi bütünlüğünü kaybetme (loosing one’s
wholeness), olarak ele alır. Erik Fromm’a göre, insanın kendisini, kendi
dünyasının merkezi ve davranışlarının yaratıcısı olarak görememesidir. Sonuçta,
davranışlarının kendisine hükmettiğine inanır. Psikopatolojide, şizofrenide ve
diğer psikotiklerde görülen hezeyan, halüsinasyon gibi belirtelerde sebep
ister, biyolojik yada psikolojik olsun, kesinlikle yaşanan bir yabancılaşma
halidir[15].
“The Divided Self” adlı kitabında Şizofren hastanın şu ifadesi yer almaktadır.
“Sizinle konuşmak, yabancı bir ülkede, aynı dili konuşan iki kişinin
karşılaşması gibi. Nereye gidileceği bilinmese de, aynı dili konuştuğumuz için
ortak bir yol bulunuyor.” Bu ifadede hastanın yabancılaşma duygularını
terapistiyle paylaştığını görmekteyiz.
Psikiyatrik açıdan yabancılaşma süreci içinde hasta ve özellikle
şizofren, kendinde meydana gelen değişikliğin farkındadır ve bunun çevre
tarafından anlaşıldığını düşünür. Böylece, farkına varılma duygusu,
gözetleniyor ve suçlanıyor hezeyanlarını ortaya çıkarır. Bu gibi gerçekdışı
bağlantılar özellikle paranoid gelişmede rol oynar.
Karl Jaspers’in bir vakasında şizofren olan hastası yabancılaşma
doğrultusunda yaşadığı ruhsal değişimini şöyle ifade etmişti. “Her şey yeni bir
anlam kazanmaktadır, çevre değişik görünür, etrafını anlaşılmaz bir güç, bir
ışık ya da esrarlı bir sis kaplamıştır. Önceleri doğal ve dostça oturma odası
şimdi tarif edilemeyen bir atmosferin etkisindedir. Sebebini anlayamadığı
huzursuz, esrarengiz, güven vermeyen bir ortam onu sarmıştır. Hezeyanları
dayanılmazdır. Aleyhine bir şeyler hazırlanıyordur, kendisine dikkatle bakan
bir adam dedektiftir, mutlaka bir olay çıkmak üzeredir. Bütün şehir yıkılmak
üzeredir. Aslında kendi içinde yıkılan, yok olan, harap olan tükenen her şeye
bir atıftır bu düşünceler. Ancak kendisi bunun bilincinde olamayacağı gibi
başkalarının kendisinde gözlediği o korkunç şaşkınlığı çılgınlığı yaşar.
Yabancılaşma hem çevreye, hem kendine karşıdır artık.”
Paranoid şizofrenide görülen bu yabancılaşmada, çevreyi kendine atfetme
(frame of reference), üstüne alınma görülür. Gazetelerde, televizyonda,
özellikle hastaya ait olan ve onun özel yaşantısıyla ilgili sözler, uyarılar ve
hakaretler vardır. Bunların gerçek olmadığına dair açıklamalara karşı koyar.
Aslında gerçekten olay böyle midir, yoksa Freud, Meninger ve diğer bilim
adamlarının önemle üstünde durdukları gibi, tüm tükenmiş görünümün içinde,
Ego’sunun sağlıklı bir yönü, sağlıksız yönünü gözlemekte midir? Realiteden
kopmuşluğunu sergileyen sağlıksız ruhsal yapısı içinde sağlıklı bir nokta hala
oralarda bir yerde midir? Ve bir gün güçlü bir tedavi sonucu, güven dolu bir
ortamda, sağlıksız Ego’nun yok olması pahasına, sağlıklı Ego ortaya çıkacak
mıdır?[16]
Erik Fromm, insanlar arası ilişkiyi, birbirini kullanan bir çift canlı
makine gibi görmüştür. İlerideki karşılıklı faydaları düşünerek kurulan
ilişkilerde, insanın kendisini ve karşısındakini böylece harcamasını
“yabancılaşma” olgusu içinde ele almıştır. Doğallıktan uzak her türlü ilişkide,
ılımlı da olsa karşılıklı bir yaptırım varsa, maskelenmiş de olsa, karşı tarafı
onun istemediği bir davranışa iten güç kullanılıyorsa, kendisine ait olmayan
kararlar veren ve davranışlarda bulunan insan kendinden, selfinden uzaklaşır.
Arzuları, istekleri başkasına mal edilmiştir artık.
“Nice kara gözlerde nice aşklar ve sevgiler okundu, Nice anlamlı bakışlarda çok şeyler okundu Nice gönüller esir oldu kara gözlere, ela
gözlere, çakır gözlere, Ve nice yürekler yabancılaştı böylece Kendi ruhuna kendi bedenine bile...”[17]
Dünya ile, çevresiyle, kendisiyle olan bağlarını kaybeden kişinin,
sevgi gibi nefreti de yaşamayabilir bir duruma gelmesi şizofrenik
yabancılaşmayı anlatır.
Yabancılaşma, kelime olarak Freud tarafından kullanılmamasına karşın,
1936’da bir arkadaşına yazdığı mektupta “Acropol” deyken duyduğu garip bir
yabancılaşma olgusunu anlatır[18].
İnsanın kendine ait bir parçasının adeta kendisinden uzaklaştığını hissettiğini
ve bunu, sanki olumlu ya da olumsuz bir şeyi Ego’dan uzaklaştırmak için savunma
yolu gibi algıladığını belirmiştir.
Paul Schilder 1914’lerde, yabancılaşan hastayı “kendi davranışını
dıştan birinin görüşü açısından gözleyen kişi” olarak tarif eder.
Daha sonraki yıllarda yabancılaşmanın sadece şizofreniye ait olmayıp,
psikozların yanı sıra tüm nevrozlarda görülebildiğini ve Ego- (ben) ile İd-(iç
ben) arasında bir çatışma sonucu Ego’nun yaşadığı bir duygu hali olduğu ileri
sürülmüştür. Schilder’e göre birey ilk
çocukluk döneminde gördüğü ilginin veya itilmişliğin düzeyine ve niteliğine
bağlı olarak yaşam enerjisi olan libidosunu, ileride bir sevgi objesine
yatıramaz. Klinik deneyimlerinde Schilder, yabancılaşmadaki ağır vakaların
temelinde, ailedeki fiziksel temas ve duygusal ilişkinin doyurucu olmadığı,
veya huzursuz, nörotik ve dominant (baskın) annenin egemen olduğu aile
yapılarının varlığını görmüştür.
Yabancılaşan hasta mutlaka böyle doğmamıştır ve bu an içinde bulunduğu
durum sadece kendi seçimi değildir. Karen Horney’in inandığı gibi, temel bir
kaygı, endişe (Basic Anxiety) duymaktadır. Sevilecek kadar iyi olmadığını
sandığı selfinden (kendinden) uzaklaşmaya başlar. İnsan, olduğu gibi kabul
edilip sevilmiyorsa, başka seçenekleri olmalıdır, a) ya çok iyi ve mükemmel
olup takdir görmeli, b) ya güçlü olup saygı duyulmalı, c) veya kendisinden
ürkülmeli, d) ya da üzülmemeyi yeğleyip, beklememeyi, hissetmemeyi, ilgisiz
kalmayı öğrenmelidir.
Frederick’in saydığı bu seçenekler arasında, “yabancılaşma”da son
seçim, yani soyutlanma olgusu daha çok yaşanıyor olarak görünmektedir. Yani
sevgi, yakınlık, duygusallık gibi, diğerleriyle bağlantısı olabileceği, ‘kendi
ve ötekini’ taşıması gerekeceği olgular göz ardı edilmeye çalışılarak, ret
olunur. Ancak bu kişilerin iç alemlerine nüfuz edilebildiğinde, hissiz gibi
görünen kişiliklerinin altında hassas, incinebilir, kırılabilir bir yapı ve
güçlü bir duygusallık özlemi görülür. “Hiçbir şey istemiyorum” sözcüğünün
altında, “istemezsem incinmem” duygusu yatar.
Yabancılaşan insanın iç alemi o kadar zayıf ve güvensizdir ki, ancak
düşünceleri ona yansıtıldığında, ona tekrar edildiğinde bu geri iletim ile
gerçeklik ve güven duygusunu geri kazanabilir. Psikoterapide hastaya “ayna
olmak” (being a mirror), muhtemelen böyle bir davranıştan kaynaklanıyordur.
Hastanın söylediklerini, düşündüklerini, dile getirebildiği kadar
duygularını ona tekrarlayarak paylaştığımızda, onu kendisi hakkında
bilinçlendirebilir, farkındalık kazandırabilir ve kendine güvenini sağlamada
destek oluruz.
“Yabancılaşma” literatürde sık rastlanan bir görüşe göre, birey
kendisinden de yabancılaşıp, çevresinden koparak, duygusal bağlantılardan
doğacak çatışma ve kaygılardan kaçmaktadır. Bunu da kendi kendisi olmamakla,
selfini kaybetmekle ödemektedir.
Tenesse Williams’ın bir eserinde özetle şöyle bir pasaj yer alır. “Mrs.
S o gün yapacağı faaliyetleri gözden geçirdi; 16:00 da kuaför, 17:00 de
fotoğrafçı, 18:00 de bir Dernek toplantısı, 19:30 da tiyatro, gece ise sendika
toplantısı. Büyük ve bomboş bir daire içinde hareket ediyor gibiydi. O boşluğa
bir göz attı ve her şeyin gerçekten ne kadar boş olduğunu hissetti. Kendisi o
boşlukta hapsettiği o anlamsız insandan çoktan uzaklaşmıştı.” Zamanımızın
nevrozunda gözlenen o ifadesi güç anlamsızlık ve boşluğu yaşıyordu, bu
yabancılaşma olgusuydu.
Hiç düşündünüz mü, size “kimsiniz” sorusu sorulduğunda ne cevaplar
verdiğinizi? Tüccarım, doktoru, işçiyim ya da genel müdürüm der veya
hüviyetimizi ya da yabancı ülkedeysek pasaportumuzu gösteririz.
Duygularımızdan, sevgimizden, acımızdan, sevincimizden bir kırıntı bile içermez
sorulara verdiğimiz cevap.
Mazohistik eğilimlerde, eşcinsellerde yoğun bir yabancılaşma
arayabiliriz. Karen Horney, narsizm, self love (kendini sevme)nin bir ifadesi
olmayıp, selfe yabancılaşma olduğunu söyler. İnsan kendi kendisini kaybettiği
sürece, kendisine dair illüzyonlara tutunur diye devam eden Karen Horney’in bu
düşüncesinden yola çıkarsak, eşcinsellikte, bireyin selfini, kendisiyle
özdeşliğini arayışı görebiliriz. Aynı cinsten biriyle birleşmek, ideal olan
selfine kavuşmak olabilir ya da beraberliği yaşadığı kişi, selfinin feminite
veya maskülinite gibi bastırılmış bir yönünü sembolize edebilir, kendisindeki
bir eksikliği tamamlayabilir, geçmişinde kendisi için öem taşımış olan bir
figürü temsil edebilir. Danışmanlık bürosuna baş vuran bir erkek eşcinsel,
cinsellik yaşamına değinirken karşısındaki partneriyle yaşadıkları için, “sanki
babam gibiydi, sanki babama sarılıyordum ve sanki o bana sarılıyordu. Sanki
çocukluğumda hasretini çektiğim bir teması, bir tür sevgiyi yaşıyordum. Babam
kardeşlerimi, annemi ve beni döverdi, içkili gelirdi. Bir gün 11
yaşlarındayken, saçlarımı yağlı boya ile mora, sarıya, yeşile boyadım ve
karşısına çıktım. Şaşkınlıktan bana vuramadı bile, ve sonra evden kaçtım, bir
daha da dönmedim.” Dedi. Yaşı 35 idi ve çok büyük bir grup içinde yoğun bir
eşcinsellik yaşıyordu. Gelişinin nedeninde açıkça ifade edemediği acı bir
burukluk vardı.
VAK’ALAR
“MAN ALONE İN
MODERN SOCIETY” KİTABINDAN BİR VAK’A
BRUNO BETTELHEIM –
A MECHANICAL BOY
(MEKANİK ÇOCUK) Psikolojik Yabancılaşmaya Dair Bir Vaka
SCHREBER VAK’ASI
Dr.
Franz Baumeyer 1956 yılında yazdığı bir makalesinde “Schreber” hakkında oldukça
önemli bilgiler vermiştir. Kronolojik olarak sunmakta fayda gördüğü yaşam
hikayesinin tarihlere kısaca anlatımı şöyledir.
1842 Paul Schreber’in 25
Temmuz’da Lepizig’de doğuşu
1861 Babasının Kasım ayında 53
yaşında ölüşü
1877 Kendisinden 3 yaş büyük
olan erkek kardeşinin 38 yaşında ölüşü
1878 Evlenişi
Hastalığının birinci dönemi
1844 Sonbaharda baş yargıç
olmak için aday oluşu
1844 Ekim ayında Sonnestein
Akıl Hastanesinde bir süre yatışı, 8 Aralık’ta Leipzig Psikiyatri Kliniğine
başvuruşu
1885 1 Haziran’da hastaneden
çıkışı
1886 1 Ocak tarihinde Leipzig’de yargıç olarak önemli bir göreve
atanmıştır.
Hastalığının ikinci dönemi
1893
Haziran ayında, yakında Temyiz
Mahkemesine atanacağının bildirilişi, 1 Ekim’de baş yargıç olarak atanışı; 21
Kasım’da yeniden Leipzig Kliniğine yatırılışı
1894 14 Haziran’da Lindenhof
Akıl Hastanesine nakli
1900-1902 “Anılar” kitabını yazışı ve hastaneden taburcu edilmesi için
mahkemeye başvuruşu
1902 14 Temmuz’da mahkemeden
çıkan karar üzerine 20 Aralık’ta hastaneden ayrılışı
1903 “Anılar” kitabının yayımlanışı
Hastalığının üçüncü dönemi
1907
Mayıs ayında 92 yaşında olan annesinin
ölümü, 14 Kasım’da eşinin felç oluşu üzerine yeniden hastalanışı; 27 Kasım’da
Leipzig-Dösen’deki akıl hastanesine yatırılışı
1911 14 Nisan’da Schreber’in
ölümü
1912 Mayıs ayında 54 yaşındaki eşinin ölümü
Schreber’in
kitabında söz konusu ettiği 3 ayrı akıl hastanesine dair notları şöyledir:
1) Leipzig Üniversitesi Psikiyatri Kliniği (yatan
hasta bölümü). Müdür: Profesör Flechsig.
2) Schloss
Sonnestnein, Elbe Adası’ndaki Saxon Eyaleti Akıl Hastanesi. Müdür: Dr. G. Weber
3) Dresden’in 11 mil kuzeybatısındaki
Lindenhoff Özel Akıl Hastanesi. Müdür: Dr. Pierson.
Freud,
bir hukuk doktoru olan Daniel Paul Schreber’in, psikiyatristler arasında ilgi
uyandıran “Bir Sinir Hastasının Anıları” (Memories of a Nerve Patient –
Denkwürdigkeiten eines Nerverkranken) adlı kitabının 1903 tarihinde
yayımlanmasından sonra olaya ilgi duyarak konu üzerinde çalışmaya başlamıştır.
Freud, vak’a üzerinde yorumlarını bu kitabı temel alarak yazdığı için,
okuyucularına kitabın aslını bir kere okumalarını önermiştir.
Schreber’in
olağanüstü akıllı oluşunun yanı sıra keskin bir zeka ve gözleme sahip
bulunduğunu belirten görüşlere saygı duymuş ve güvenmiştir. Schreber’in,
önceleri anılarını yayınlamak istememe gibi düşüncelerini de dikkate almıştır.
Schreber, hastalığı esnasında yaşamında yer alan belirli kişileri,
yazdıklarından dolayı gücendirmek istememiştir. Diğer yandan, yetkili bilim
adamları eğer bedeni üzerinde yeterince incelemeler yapmış olsalardı, onun
kişisel deneyimlerinden yola çıkıp, Schreber’in bilimsel ve dinsel
gerçeklerinin daha iyi anlaşılmış olacağını belirtmiş ve bu nedenlerle kitabını
yayımlamaya karar verdiğini açıklamıştır. Schreber Leipzig’de bulunan Prof. Dr.
Fleschig’in kendisine karşı dava açacağı düşüncesine rağmen kitabın
yayınlanmasını gerçekleştirmiştir.
Dr. Schreber
kitabında, zihinsel aşırı yüklenme nedeniyle iki kez sinir hastalığı
geçirdiğinden söz eder. (1884-1885) yılları arasındaki hastalık dönemi
sonucunda tamamen iyileşmiştir. Dr. Fleschig’in kliniğinde yattığı bu dönemdeki
rahatsızlığın ciddi bir hipokondria (hastalık hastası) olarak tanımlamıştır.
Hastanın kendi ifadesi ve kitabın sonundaki doktor raporları, Schreber’in daha
önceki yaşam öyküsü, ya da kişisel koşulları hakkında yeterli bilgi
vermemektedir. Dr. Schreber “hipokondria” geçirmeden önce evlenmiştir.
Kitabında eşinin, hastalığı süresince kendisiyle ilgilenen Dr. Fleschig’e karşı
sunduğu minnet duygularını belirtmiştir. İyileştikten sonra eşiyle 8 sene
mutluluk içinde yaşamıştır. 1893 Haziran’ında baş yargıç (Senatprasident)
olarak atanmış, o dönemlerde iki üç kez hastalığının nüks edeceğine dair
rüyalar görmüştür. Bir keresinde sabah erken uykuyla uyanıklık arasında,
“cinsel birleşmeye boyun eğen bir kadın olmak çok güzel bir olay olmalı” gibi
bir düşünceye saplanmıştır. Kitabında gerçek anlamıyla bilinçli olsaydı, bu
düşünceyi kesinlikle ve büyük bir öfkeyle reddedeceğini belirtmiştir.
Hastalığın
ikinci dönemi 1893 yılının ekim ayında başlamıştır. Yeniden Fleschig’in
kliniğine yatmış ve durumu hızla ağırlaşmış, yoğun uykusuzluk sorunları
yaşamaya başlamıştır. Beyninin yumuşamakta olduğu, yakında öleceği gibi
şikayetleri olmuştur. Gürültüye karşı hassasiyeti artmış, perseküsyon (kötülük
görme) hezeyanları tabloya hakim olmaya başlamıştır. Hezeyanları, görsel ve
işitsel halüsinasyonlarının sonucunda ortaya çıkmıştır. Zamanla bu duyusal
yanılsamalar tüm duygu ve düşüncelerine egemen olmaya başlamış, ölümü
özletircesine yoğun yaşadığı acılar, onu zaman zaman intihar girişimlerine
zorlamıştır.
Schreber,
Tanrı ile doğrudan bir iletişim içinde olduğuna inanıyor; mistik ve dinsel
nitelikte hezeyanlar yaşıyordu. Dr. Flechsig’e “küçük Flechsig” diye hitap
edip, onu küçümsüyordu. Shcreber, Leipzig’den sonra, 1894 Haziran’ında Pirna
yakınlarında Sonnenstein Akıl Hastanesine yatırıldı ve hastalığı son şeklini
alıncaya kadar orada kaldı. Daha sonraki yıllar içinde yer alan klinik tablo,
hastane müdürü Dr. Weber tarafından anlatılmıştır:
1899 yılındaki
raporunda, Dr. Weber, Schreber’in psikozunun giderek paranoid bir görünüm
aldığını belirtmektedir. Patolojik olduğu saptanan psikomotor semptomlar
dışında hiçbir konfüzyon ve psişik bir ketlenme belirtisi göstermediğini,
zekasında belirgin bir yıkım saptanmadığını, aklının başında olduğunu,
hafızasının çok iyi çalıştığını ve halen yoğun bir bilgi deposuna sahip
bulunduğunu belirtmiştir. Bunların dışında, hastanın patolojik kökenli ve
sistemli düşüncelerle dolu olduğu, bu düşüncelerin kalıcı göründüğü ve objektif
bir değerlendirmeyle, düzelmesinin olanaksızlığı saptanmıştır.
Shcreber’in
hastalığı yoğun bir değişim sergilemeye devam ediyordu ve şimdi artık kendi
varlığını sürdürebileceğine inanmaktaydı. 1900 yılında Dr. Weber, Schreber’in
son 9 aydır kendisiyle ve ailesiyle birlikte aynı sofrada yemek yediğini ve
böylece onunla akla gelebilecek her konuda sohbet etme şansını elde
edebildiğini söylemiştir. Schreber’in günlük sıradan konuşmalarda bile, mizahi
yaklaşımlarda bulunduğunu ve karşı cinsle iletişimlerinde daima saygı ve
incelik gösterdiğini kaydetmiştir. Dr. Weber, politik, edebiyat, sanat, toplum
yaşamı olsun, her konuda Schreber’in sağlıklı bir hafıza, yargılamaya sahip
olduğunu, bu konuları önemsediğini ve büyük bir ilgi gösterdiğini ilave etmiş,
kendi ailesinin çıkarlarını ilgilendiren konularda ise Schreber’in sorunlara
her zaman mantıkla ve teknik bilgisiyle yaklaştığını belirtmiştir.
Dr. Schreber,
özgürlüğünü yeniden elde etmek için başvurduğu mahkemelerde hezeyanlarını hiçbir
zaman inkar etmemiştir. Dinsel konulardaki düşüncelerinin önemini ve bilimin
tüm saldırılarına rağmen geçerliliklerini savunmaları arasında, hezeyanlarının
kendisini uygulamaya zorladığını davranışlarının mutlak zararsızlığını da
ısrarla vurgulamıştır. 1902 Temmuzunda, zekasının ve mantığının inandırıcı
oluşu nedeniyle, Schreber’in vatandaşlık hakları geri verilmiş ve bazı
sansürlerden geçmiş de olsa, “Denkwürdigkeiten eines Nervenkranken” adlı eseri
yayınlanmıştır.
Mahkeme
kararı, Schreber’in hezeyan sistemini şöyle özetlemiştir: “Dünyayı kurtarmak,
ve onu kaybettiği mutluluğa kavuşturmak gibi bir görevi olduğuna, ve bunun da
ancak bir kadına dönüşmesi halinde gerçekleşebileceğine inanıyordu.” Dünyayı
kurtarma görevine, peygamberler gibi vahiy yoluyla çağrıldığını iddia ediyor ve
yeryüzünde yaşamış en olağanüstü insan olduğunu söylüyordu. Kadına
dönüştürülmesi olayı bir zorunluluktu ve “Şeylerin Düzeni (Order Of Things)”ne
dayanıyordu. *
Yıllarını her
an bu mucizeyi beklemekle yaşamış ve kendisiyle konuştuğunu varsaydığı seslerle
beklediği mucizenin gerçekleşeceğini doğrulamıştı. Schreber, kitabında, aslında
“Şeylerin Düzeni” gibi kaçınılmaz bir gerçek olmasaydı, hiçbir zaman bir kadına
dönüştürülmeyi düşünmeyeceğini, onurlu bir erkek olarak yaşamını sürdürmek
isteyeceğini söylüyordu. Hastalığının ilk yıllarında çektiği acılar eğer
başkalarında gerçekleşmiş olsa, onların ölümüne yol açacak kadar yoğunolduğunu
iddia etmiştir. Uzun bir süre bedenini; midesi, bağırsakları, akciğerleri,
idrar kesesi yokmuş gibi algılamış ve yırtık varsaydığı yemek borusu ile
yaşamını sürdürmüştü. Bazen de yutağını, yediği yemeklerle birlikte yuttuğunu
düşünmüştü. Ancak Tanrısal ışınlar onu her zaman iyileştirmişti. O halde erkek
olarak kaldığı sürece ölümsüzdü.
Ancak daha sonraları
“kadınlığı” yeniden belirginleşmişti. Çok sayıda “kadınsı sinirlerin” bedenine
geçtiği ve Tanrı tarafından döllenme işlemiyle yeni bir insan neslinin ortaya
çıkacağını düşünmekteydi. Kadına dönüştürülmüş olması (iğdiş edilmesi)
düşüncesi, primer (birincil) hezeyanıydı. Bu olay onun için bir yaralanma ve
eziyet çekmekti. Ancak, kadına dönüşmesi olayının kurtarıcı rolüyle ilişkisi,
hezeyanın ikinci kısmını oluşturmaktaydı. Freud’un yorumuna göre; Schreber’in
“kadına dönüştürülmesi”, “kurtarıcı” gibi yüksek düzeyde bir görev içermemekte,
daha çok cinsel tacize uğraması gibi bir nedene bağlı bir gerekçeydi.
Schreber’in
hezeyanı, daha sonraları dinsel bağlamda bir “büyüklük hezeyanı” (delusion of
grandeur)na dönüşmüştü. Söz konusu hezeyan içindeki persekütör (kötülük yapmaya
çalışan kişi) rolü ise, tedavisini üstlenen Dr. Flechsig’e aktarılmıştı. Bu rol
daha sonra Tanrı’ya yüklenmişti.
Freud,
Schreber’in kitabında konuyla ilgili kısımları kısaca şöyle aktarmıştır:
“Böylece
bana karşı alınan kötülük tedbirleri yoğunlaşmıştı (1894 Mart veya Nisan ayı).
Amaç, hastalığımın iyileştirilemez olarak kabul edilmesinden sonra, belli bir
kişiye, özel bir yolla teslim edilmedi. Ruhum ona teslim edilmeli, ancak
bedenim “Şeylerin Düzeni”ne uygun olarak bir dişinin bedenine
dönüştürülmeliydi. Cinsel yönden kötüye kullanılmak amacıyla o kişiye bırakılan
(kötüye kullanacak kişi Dr. Flechsig idi) vücudum, sonuçta bir kenara atılıp,
kötü yola terk edilmeliydi.”
Schreber,
sonuçta ruhunun yok edilip bedeninin bir fahişe gibi kullanılmasında Tanrı’nın
rolü olduğuna inanmıştı. Tanrı’nın böyle zayıf bir kuluyla girdiği mücadeleden
kendisinin galip olarak çıktığını söyleyen Schreber, bunun nedenini “Şeylerin
Düzeni”ne bağlamıştı. Kendisine “Miss Schreber” (Bayan Schreber) diye seslenip
alay eden sesler, Tanrı’nın ışınlarından geliyor, ve “iğdiş edilmeyi” ima
ediyorlardı. “İğdiş edilmesi” ve aynı zamanda “kurtarıcı” olması inancı
arasındaki bağlantı, ayrıca iğdiş edilip kadına dönüşmesine razı oluşu, 1895
Kasım’ında gerçekleşmişti. Sonuç olarak kendisine “kadına dönüşmesi”
düşüncesinden başka seçenek tanınmadığını söyleyen Schreber, uzmanların da
raporunda yer aldığı gibi, sık sık bedeninin üst kısmı çıplak olarak ayna
önünde kendisini seyredip, kolye ve diğer kadın ziynetleri ile bedenini
süslemiştir.
Tıp
otoriteleri, Schreber vak’ası ile ilgili olarak iki önemli noktayı
vurgulamışlardı. “Kurtarıcı rolünü üstlenmesi” ve “Bir kadına dönüşmesi”.
Schreber’in kitabında diğer bazı önemli kısımlar şöyle devam etmektedir: “İnsan
beden ve sinirlerden meydana gelmiştir. Tanrı ise özel doğası gereği yalnızca
sinirden oluşmuştur. Dünyayı yaratma işi sona erdiğinde, Tanrı sınırı olmayan
bir uzaklığa çekilmiş ve dünyayı kendi yasalarıyla baş başa bırakmıştır. Sadece
ve özel durumlarda, deha sayılabilecek yetenekli kişilerle ilişkiye
geçmektedir.
Schreber, hastalığından önce, dinsel konularda
oldukça kuşkulu bir kişiydi. Bireysel bir Tanrı’nın varlığı fikrini kabul
edemiyordu. “Kurtarıcı” oluşu inancının temelinde bu kuşkular yatmaktaydı.
Tanrı insanları yanlış anlamaktaydı ve bu nedenle Schreber’e karşı anlamsız
entrikalar kurulmuş, bir aptal gibi zorluklar içine itilmişti. O halde Tanrı
ile alay etmek Schreber’in hakkıydı. Aynı Tanrı diğer insanlar için dünya ve
cennetin tek yaratıcısı olabilirdi. Shcreber, başka yazılarında Tanrı’nın
kendisine yönelmiş olan olumsuz davranışlarına mazeret bulmaya çalışmıştır.
Tanrı’nın “Şeylerin Düzeni”ne uygun olarak yaşayan canlılarla sıradan bir
iletişime geçmediğini söyleyen Schreber’e göre, ancak ölümden sonra ruhsal yapı
Tanrı ile yeniden birleşebilirdi. Ancak daha önce bir arındırma işleminden
geçmek zorundaydılar. Arındırma işlemi, cennetin ön bahçelerinde yer
almaktaydı. Orada, Tanrı her yarattığı insana kendi sinirlerinden bir parçasını
farklı bir şekilde sunmaktaydı.
Arındırılan
ruhlar, bir mutluluk durumu (state of bliss) yaşamaktaydı. Ancak bu arada
bireysel bilinçlerinin bir kısmını kaybetmekte, diğer ruhlarla birbiri içinde
eriyerek, daha yüce birlikteliklere ulaşmaktaydılar. Goethe, Bismark... gibi önemli
ruhsal varlıklar ancak Musevilikteki “Yehova Işınları” veya Eski İran’daki
“Zerdüşt ışınları” gibi daha yüce ruhsal komplekslerle birleşebilirlerdi. Bu
arındırma işlemi sırasında, ruhlar Tanrı tarafından konuşulan temel-dili
kullanmaktaydılar.
Tanrı, basit
ve tek bir varlık değildi. Schreber, “üst düzeyde bir Tanrı’nın ve daha aşağı
düzeyde bir Tanrı’nın” varlığından söz etmiştir. Her ikisi aynı varlık
olmalarına karşın, bir birliktelik oluşturduklarına inanmış, ancak her birinin
kendine özgü bir bencilliğinden ve kendini koruma içgüdüsünden söz etmiştir.
Schreber’e
göre, ölen başka hiç kimse mutlu olamazdı. Çünkü Schreber, Tanrı’nın oğluydu ve
Tanrısal ışınlar sadece Schreber’in kişiliği tarafından emilmiş, özümsenmişti.
Daha sonraki dönemlerinde ise Schreber’in İsa ile özdeşleştiği görülmektedir.
Freud, Schreber’in Tanrı’yı algılayışı, ona karşı olan isyankar ve saygılı
tutumları arasındaki çelişkiler anlaşılmadıkça, onun öyküsünü gerektiği gibi
açıklığa kavuşturamayacağımıza inanmaktadır.
Schreber’in
Tanrı ile olan ilişkisindeki “mutluluk durumu”na önem veren Freud, sözü geçen
“mutluluk durumu”nun Schreber’e göre ancak ölümden sonra erişilebilecek bir
arındırma sonucu gerçekleşebileceğini belirtmektedir. “Öteki yaşam” olarak söz
ettiği bu mutluluk, kesintisiz bir hoşnutluk halidir. Ancak mutluluk konusuna
Schreber kadın ve erkek cinselliği bakımından ayrım getirmiştir. Erkeğin
“mutluluk hali”nin kadınınkine kıyasla daha üstün olduğunu söylemiş, bunun
nedeninin de erkeğin sürekli bir şehvete düşkün olma halinden kaynaklandığını
belirtmiştir.
1901 Temmuz
ayında yazdığı Dava Dilekçesi’nde; “şehvetin sadece ölmüş ruhların Tanrı ile
“yakın ilişki” bağlamında erişebildiği bir mutluluk hali olduğu” görüşünün, en
önemli keşiflerinden biri olduğunu savunmuştur. Bu yakın ilişki, hastanın Tanrı
ile uzlaşması ve böylece acılarının sona ermesi halinin temelini teşkil eder.
Çünkü Tanrı, ondan şehveti yaşamasını talep etmiştir. Tanrı’nın ışınları,
Schreber’in bedeni tarafından emilerek şehveti yaşayacaklardır. Schreber bu
isteği reddederse, Tanrı onu, ışınlarını geri çekmekle tehdit etmektedir.
Schreber adeta
Tanrısal mutluluğu cinselleştirmiştir. Bu bize onun yaşamının erotik yönüne ve
cinsel tutkunluk sorunlarına karşı tutumunu açıklamaktadır. Schreber’in söz konusu
hezeyan örnekleri incelendiğinde ve kendi inançları da göz önüne alındığında
“sinirsel bozukluklar” ve “cinsel sapmalar” birbirinden ayrılmaz olgularmış
gibi algılanması gerektiği sorunu ortaya çıkmaktadır.
Schreber,
hastalığından önce cinsel yönden çile çekme eğilimindeydi ve Tanrı’ya karşı bu
nedenle hep kuşku beslemişti. Ancak hastalığından sonra Tanrı’ya inanmaya
başlayınca cinselliği şehvet düzeyine varmıştı. Freud, kendisinin ve diğer
psikanalistlerin bir çoğunun, zihinsel bozuklukların temelinde hastanın cinsel
yaşamından kaynaklanan sorunların yattığına ve cinselliğin zihinsel
bozukluklarda rolü olduğuna inandıklarını söylemiştir. Zaten Schreber’in
kendisi de, sinirsel bozuklukları ve erotik sapmaları birbirlerinden ayrılamaz
iki olgu gibi algılamıştır.
Schreber,
hastalığı öncesi katı töreler içinde yetiştirilmişti. Özellikle cinsel
konularda kendi adına katı ilkelere bağlı kalmış ve özdenetim uygulamıştı.
Hastalığında ise yaşamın erotik yönüne ağırlık vermiş, bunu da bir görev olarak
algılamıştı. Ancak bu görevi yerine getirirken, Tanrı’ya karşı adeta kadınımsı
bir tutum takınmış, iç benliğindeki çatışmalarının şehvete düşkünlük
göstermesiyle sona ereceğine inanmıştı.
YORUM
Freud,
Schreber’in hastalığını yorumlamaya dair yazılarında, iki bakış açısından söz
etmektedir. Birincisi hastanın kendi sanrısal algılarından yola çıkmak, diğeri
ise hastalığı uyarıcı, ilgi uyandıran nedenlerle yoruma başlamaktadır. Freud’u
böyle düşünmeye iten neden Jung’un 1907 yılında yorumladığı daha ciddi bir
şizofreni vakasından etkilenmesi olabilir. Ayrıca Schreber’in sanrılarını
açıklayışı da bizi bu bağlamda düşünmeye ve yorumlamaya yönlendirmektedir.
Freud, bu nedenle hastanın açıklamaları ve kendi yorumlarını göz önüne alarak
izlenecek yolun psikanalitik teknik olması gerektiğini ifade etmektedir.
Schreber’in
yayınlanmasına karşın tepkiler oluşturan “Denkwürdigkeiten” adlı kitabında
vakanın çözümlenmesine ışık tutacak önemli kısımlar olduğuna değinen Freud,
özellikle kitabın üçüncü bölümünün dikkate değer olduğunu belirtmektedir.
Schreber bu bölümde şunları yazmıştır; “Ailemin diğer üyelerinin yaşadığı ve
“ruhların öldürülmesi cinayeti” ile bağlantılı olayları aktarmak istiyorum.
Çünkü bu olayların içinde sıradan olayların yaşantılarıyla kolay açıklanmayacak
bazı kuşkulu olaylar yer almaktadır.” Schreber, daha sonraki cümlesinde söz
konusu bölümün devamının yayıma uygun bulunmadığından çıkarıldığını ve bu
kısmın kitapta yer almadığından bahsetmektedir.
Freud,
Schreber’in yaşamında Dr. Fleschig’in varlığının önemi üzerinde durmuş ve konu
ile ilgili yorumlarını şöyle dile getirmiştir: Schreber’in yaşamında önceleri
perseküsyon hezeyanları yer almıştır. Ancak Tanrı’yla uzlaşma sürecinde
sanrılarına daha fazla katlanabilmiştir. İğdiş edilme tehditleri sanrılarının
içindedir ya da “Şeylerin Düzeni” (Order of Things) olgusu ile bağlantılıdır.
Her şeye rağmen tüm katı eylemlerinin nedeni ve tetikleyicisi olarak Dr.
Fleschig’i görmesi hastalığı süresince yerini koruyan bir düşünce olmuştur.
Schreber’e göre Fleschig, Schreber’in aracılığıyla onun sanrılara olan “ruh
cinayetlerini” gerçekleştirmektedir. Schreber’e göre bu eylem şeytan ya da
iblisin ruhları ele geçirmedeki çabasıyla eş değerdedir. Bu eylemler Schreber
ve Dr. Fleschig’in ailelerinin çoktan ölmüş üyeleri arasında geçmiş olan
olayların kökeni olarak ifade edilebilir. Freud eldeki kaynakların, “ruh
cinayetlerinin” temelini ve Schreber’in bu kavramla neyi anlatmak istediğini
anlamamız için yeterli olmadığını belirtmektedir. Bu yetersizlik de
yayımlanması yasaklanan bölümlerden kaynaklanmaktadır. Öte yandan kitabın sansüründe gözden kaçan
herhangi bir noktanın yoruma katkısı olabileceğine de dikkat çekmektedir.
Freud’a göre
Schreber’in hezeyanlarında, Fleschig ile olan ilişkisi aynılığını korurken,
Tanrı ile ilişkisini etkileyen gelişmeler ve değişimler göze çarpmaktadır. O
ana kadar Fleschig’i (ya da onun ruhunu) tek gerçek düşmanı, Tanrı’yı ise
kendine yandaş olarak kabul etmekte ve Tanrı’nın her şeye kadir bir varlık
olduğunu ifade etmektedir. Sonrasında ise Tanrı’nın kışkırtıcı değilse de, ona
karşı düzenlenen oyunlarda ve tehditlerde yardımcı rolünü üstlendiği
düşüncesine sahip olduğunu görmekteyiz. Dr.
Fleschig ilk ayartıcıydı ve Schreber’in ölmeden ve ruhu arıtmadan geçmeden
cennete gidiş yolunu bulmasını sağlamada bir rolü olmuştu. Fleschig’in bu
misyonu Schreber Leipzig’den, Dr. Piermosi’nin akıl hastanesine nakline kadar
devam etmişti. Fleschig’in ruhu, üç bölüme ayrılmıştı, bunlar “alt bölüm, üst
bölüm ve orta bölümdü.” 1894 yılında Sonnetstein hastanesine nakledilen
Schreber’in yeni doktoru Dr. Weber’di ve bu süreç içersinde Dr. Weber’in ruhu
da Schreber’in sanrıları içersindeki ortama katılmıştı. Bu süreç içinde
Schreber Tanrı’yla uzlaşma olarak bilinen hezeyanlarını geliştirmişti.
Freud,
Schreber’in 1893 Haziranında tekrar eden ve birinciye kıyasla şiddetli
sayılabilecek ikinci hastalığı üzerine yorumlarında şunları belirtmektedir.
Schreber, Dr. Fleschig’i yeniden görmek istemektedir ve bu istek rüyalarında
yer almaktadır. Freud Schreber’in Dr. Fleschig’e beslediği duyguların
tekrarlayan hastalığı döneminde bilinmeyen bir nedenle erotik bir niteliğe
büründüğünü belirtmektedir. Hastalığın nedenlerinin belki de eşcinsel libido
patlaması olabileceğine değinen Freud, libido yatırımındaki objenin, hastalığın
başından beri Dr. Fleschig olarak ifade edilebileceğini söylemektedir.
Schreber’in karşılaştığı tepkilerle mücadelesi sonucunda girdiği çatışmaların,
hastalığın belirtilerini ortaya çıkarmış olabileceğini ifade eden Freud, “Baş
yargıç” gibi yüksek düzeyde bir statüsü olan, ahlaki değerlere sahip
Schreber’in eşcinsellikle suçlanmasının bir sorumsuzluk olup olmadığı yönünde
olayı sorgulamaktadır. Ancak, hastanın “kadına dönüştürülme fantezisini” tüm
ayrıntılarıyla zaten kendisinin dünyaya duyurduğunu ve bu yüzden bizlere onun
fantezileriyle uğraşma hakkını verdiğini de ifade eden Freud, tıbben konuya
başka hiçbir şey eklemediğine de dikkat çekmiştir. Schreber’in kadına
dönüştürülmesi fantezisinin patolojik bir düşünce olduğunu unutmamamız
gerektiğini söyleyen Freud, bu patolojik düşüncelerin temeline inmemiz
gerektiğini de özellikle belirtmiştir. Ayrıca Schreber hezeyanlarına karşın,
kendi bilinçaltı dünyasıyla realiteyi birbirine karıştırmama yönünde çaba
gösterdiğini de göz ardı etmemek gerektiğini savunmaktadır.
Freud,
Schreber’in kitabı yayımlamak istemesinde bir tereddüt yaşadığına değinerek bu
nedenini, Schreber’in “neticede bir insan olan” Dr. Fleschig’i aşağılamamak
istemesi şeklindeki ifadesinde bulur. 1894 Mart ya da Nisan aylarında
Schreber’in hastalığı “iyileştirilemez” olarak kabul edildikten sonra, “belli
bir kişiye özel bir biçimde teslim edileceği ve bu biçimiyle cinsel yönden
kötüye kullanılacağı düşüncesine” sahip olan Schreber’in bahsettiği “o belli
kişinin” Dr. Fleschig’den başkası olamayacağını belirten Freud, sonraları
Schreber’in Dr. Fleschig’le ilgili olan fantezilerinin “Tanrı’ya karşı dişilik
tutumu takınması” şekline dönüştüğünü açıklamaktadır.
(sf. 44)
Freud, insanların yaşamları boyunca eşcinsellik ve heteroseksüel duygular
yaşayabileceğini, özellikle bunlardan biri doğrultusunda yaşayacakları hayal
kırıklıklarının kişiyi diğer eğilime yönelteceğini vurgulamaktadır. Ancak
Schreber’in Baş yargıç olarak atanması ile Dresden’e gidiş tarihleri arasında
eşcinsel libidosunun patlak verişinin nedeninin, yaşam öyküsüne ait kesin
bilgilere sahip olamayışımız yüzünden saptanamadığını ifade etmektedir. Dr.
Schreber, hastalığı sırasında 51 yaşındaydı ve cinsel yaşamı erkekler için
kritik denilebilecek bir dönemdeydi. Freud erkeklerin de kadınlar gibi menopoz
eşdeğerli rahatsızlıklar geçirebileceğine inanmaktaydı.
Schreber’in
Dr. Fleschig’e karşı duyduğu dostça eğilimlerin 8 yıl sonra yoğunlaşarak ortaya
çıkışının, söz konusu zihinsel bozukluğun bir ifadesi olacağı konusunda Freud
her zaman kuşkuya kapılmıştır. Schreber’in doktoruna yönelik bu yoğun
duygularını transferans mekanizmasına bağlayan Freud, Dr. Fleschig’in
kişiliğinin Schreber’in kardeşi veya babasının kişiliğinde yer bulabileceğini
vurgulamaktadır. Ancak Schreber’in hastalandığı sırada babasının yaşıyor olup
olmadığı ya da bir erkek kardeşi olup olmadığını bilemeyen Freud, Schreber’in
Dengwürdigkeiten kitabında şu ifadelere rastlamıştır; “Babam ve erkek
kardeşimin anıları benim için kutsaldır...” Bu ifadelerden Freud, Schreber’in
ikinci hastalığı sırasında babası ve kardeşinin yaşamadığı sonucuna varmıştır.
Bu nedenle Freud’un Schreber’in hastalığına ikinci bakış açısı olarak ileri
sürdüğü “hastalığın ilgi uyandıran nedeni” onun feminen (edilgen eşçinsel) olma
fantezisiydi. Bu fantezisi daha sonra Dr. Fleschig’in kişiliğinde objeleşmişti.
Bu sanrı, bilemediğimiz nedenlerle “kötülük görme sanrısı” biçimini almıştır.
Özlem duyduğu kişi, şimdi düşmanı olmuştu ama daha sonra Dr.Fleschig’in figürü,
Tanrı figürü ile yer değiştirmişti.
Bu yer değiştirme
Schreber’in çatışmalarının çözümü ve Tanrı ile uzlaşması için gereken koşulları
içermekteydi. Çünkü doktoruna karşı “şehvete düşkün bir dişi” rolüne girmek
imkansızdı. Ancak Tanrı’ya onun istediği şehvet duygularını sağlamak
Schreber’in egosunun direnç gösteremeyeceği bir durum olacaktı. İğdiş edilmesi,
“Şeylerin Düzeni” ile uyum sağlamaktaydı. Çünkü böylece Schreber’in ruhundan
yeni bir insan ırkı ortaya çıkacaktı. Bu megolamani, egosunda bir telafi
mekanizması oluşturduğu için, onu rahatsız etmiyordu.
(sf: 51)
Freud’a göre Schreber’in babası da önemsiz bir kişi değildi. “Dr. Daniel
Gottlob Moritz Schreber” bir hekimdi. Özellikle gençlerin uyumlu yetişmeleri ve
eğitimlerini destekleyen biriydi. Böyle değerli bir babanın ölümü sonradan
hastanın sanrılarında babanın Tanrıya dönüşmüş olmasını akla yakın hale
getirmektedir. Erkek çocukların babalarına karşı aldıkları çocuksu tutumun
Schreber’in Tanrı ile arasındaki saygılı ilişki ile birleşmiş olduğu
görülmektedir. Babasının ünlü bir hekim oluşu Schreber’in Tanrı’ya verdiği
önemi açıklamaktadır. Tanrı’nın ancak ölmüş insanlarla ilişkiye geçebileceği
yolundaki düşüncesi ise aslında yüceltmenin yanında doktor olan babasının
yaşayan insanlarla değil de sadece cesetlerle ilgilenebileceği yolundaki
düşüncesini, daha sonra Tanrı’nın sadece ölmüş insanlarla ilişkiye geçebileceği
düşüncesi olarak görmekteyiz. Bu düşünce de Tanrı’yı küçümseme hakkını ona
vermiş oluyordu.
Babasının
mesleği, Schreber’in tuhaflıklarını açıklamada bir noktaya kadar yardımcı
oluyordu. Freud’a göre “Tanrı’nın ön bahçeleri” bir dişiyi simgeliyor, “arka
bahçeler” ise masküliniteyi tanımlıyordu. Eğer erkek kardeşinin kendinden büyük
olup olmadığını bilseydik, Schreber’in “Alt Tanrı” olarak tanımladığı kişinin
erkek kardeşi olduğunun ve babasının erken ölümünden sonra da bu erkek kardeşin
“Üst Tanrı” olarak babanın yerine geçtiğini düşünebilirdik.
Güneş ışınları
Schreber’in sanrılarında önemli bir yere sahipti. Güneş, Schreber’le insan
diliyle konuşuyordu. Raporların birinde Schreber’in güneşe tehdit ve küfürler
savurduğu ve güneşten uzak durarak saklanması gerektiğini söylediğini
görmekteyiz. Çünkü “güneş” baba kavramı için yüceltilmiş bir simgeydi.
Böylece Freud
bu doğrultuda “Schreber vakası”nda olduğu gibi “baba kompleksinin” ortaya
çıktığını ifade etmektedir. Dr. Fleschig’le savaşı Tanrı’yla çatışmaya
dönüşmüştü. Freud bu olayı Schreber’in sevdiği babası ile çocuksu bir çatışma
olarak yorumlamaktadır.
Schreber’in hezeyanlarının son
dönemlerinde çocukluk yaşamına ait iğdiş edilme korkusu şimdi Tanrı babasının
isteğiyle şehvete olan düşkünlüğünü bırakmaması şekline dönüşmüştü. Şehvete
düşkünlüğünün devam ettirilmesi de önce reddedip sonra kabul etmek zorunda
kaldığı “kadına dönüşme” şeklinde gerçekleşebilecekti. Schreber’in kadına
dönüşme fantezisi yaşamındaki hayal kırıklıkları yüzünden ortaya çıkmıştı.
Mutlu bir evliliği olmasına rağmen çocuğu yoktu. Bir erkek çocuğunun olmaması,
babası ve erkek kardeşini kaybettikten sonra yaşamında bir boşluk yaratmıştı.
Nesli, tükenme tehlikesi içindeydi. Freud’a göre Schreber’in kadına dönüşme
arzusu ona bir çocuğu olma şansını verecekti. Aynı zamanda çocukluğunda
babasına karşı takınmak istediği dişilik tutumunu da gerçekleştirmesini
sağlayacaktı. Bu noktada Schreber’in “küçük adamlar” sözüyle ortaya koyduğu
fikrini anlamamız güç olmayacaktır. Eğer bu “küçük adamlar” sözü çocukları
kastediyorsa, Schreber’in ruhundan üreyecek olan yeni insan soyu dünyayı
dolduracaktı. Kendi zihninde tasarladığı bu dünyada doğacak çocuklar,
“Schreber’in ruhunun çocukları” olacaktı.
[1] Şizofreni Dostları Derneği Yayınları, “Psikososyal
Tedaviler” (sf:2,7).
[2] REACTİVE AND PROCESS SCHİZOPHRENİA, sf.169/170.
[3] Harner, Michael, Şamanın Yolu, sf. (71-79,80),
Dharma Yayınları, İstanbul.
[4] Strauss, Claude Levi, “Din ve Büyü” (sf:72).
[5] Rosenborg, Donna, “Dünya Mitolojisi”, İmge Kitabevi,
1998.
[6] Eliade, Mircea, “Mitlerin Özellikleri”, Simavi
Yayınları, 1993.
[7] Foucault, Michel, Deliliğin Tarihi, sf: 199-200, İmge
Kitabevi, Ankara.
[8] The Story of Psychoanalysis, Lucy Freeman.
[9] Bellak
[10] Fikret Ürgüp, Şizofreni Menografi
1 Bellak, Leopold. M.D., 1958 A Review of the
Syndrome, Logos Press, N.Y. (sf.279-300)
2 bkz. Schreber vakası, sf...
* Katau, sf.
287, Bellak.
2 Bellak, Roheim, sf. 289.
1 Şizofreniye
giriş notlar, Çapa Tıp Fakültesi.
Silvano Arieti 1995, Şizofrenide
Dil ve Düşünce Özellikleri.
[11] AKIL HASTASI ve SANATÇI, Velioğlu Süleyman
[12] Seçilmiş Düşünceler F. Nietzche sf: 24.
[13] İbid.
[14] Teber, Serol, Melankoli, sf:36, Say Yayınları, 1997.
[15] Laing, The Divided Self
[16] 1997-1999
G .K. ders notları
[17] İbid
[18] Self Alienation Dynamics Therapy Frederich A. Weiss
1 otizm: Kişinin realiteden kopması, içe
kapanması, imgesel dünyanın yaşamına egemen olması durumu. Çevre ile ilişkisini
koparmış ileri derecedeki şizofrenler, sadece kendilerine ait bir dünyada
yaşar. Dış dünya ile ilişkileri çok azalır. Dış dünya ile ilişkilerin azalarak,
iç dünyanın egemenliği eşliğinde görülen bu realiteden kopmaya “OTİZM” denir.
1 Schreber
vak’ası. bkz: sf.
* “Order
of Things” (Şeylerin Düzeni) kavramı, Schreber’in yarattığı sanrısal sistemin
içinde yer alan bir mekanizmaydı.)
1 BİNSWANGER,
Beina in the world.