2 Mart 2016 Çarşamba

ŞİZOFRENİ- Prof. Dr. Gülsen Kozacıoğlu

Bu notlar artık göçmüş olan, İstanbul Üniversitesi, Psikoloji Fakültesi, Klinik Psikoloji ABD üyesi, Prof. Dr. Gülsen Kozacıoğlu’na aittir..  1990’lı yılların ortalarında, derlenmiştir.  Kitap olarak yayınlamayı, düşünüyordu, ancak ömrü vefa etmedi.. Bana da, ön okuma yapmam için vermişti.

Aslında, Özellikle, şizofreni kavramına karşıyım, bunun da başlıca nedeni, tıbbın bu konudaki, “iyileşmezci” tavrı…  Bu tezi, yadsıyan, çok sayıda, örnek olay tıp literatüründe, edebiyatta ve özel külliyatta yer alır.  Tabii ki, günümüzün esas sorunsalı, modernitenin diğergamlıga, alturizme izin vermeyişidir.. 1990’ların başında, o zamanlar cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel bir ifadesinde, “diğergamlık”tan söz etmişti, Hürriyet Gazetesi başyazarı Ertuğrul Özkök de, söz konu ifadeye gönderek, “diğergam/alturism” sözcüğünü ilk defa duyduğunu açık yürekle ifade etmişti.. Açık yürekliliğini takdir etmekle birlikte, çağımız adına durumun sefaletini kaydetmeden geçmek imkansızdı..

Gülsen Kozacıoğlu bildiğim kadarı ile hep klinik psikoloji alanında çalıştı, klinik psikoloji Türkiye’de psikolojinin en zayıf olduğu alandır; sabır, sevgi, özveri talep eder, getirisi çok düşüktür.

Kendisi ile dostluğum, ITBA (İngiliz Türk British Association) kökenlidir; zaman zaman yaşadığım nevroz vaklarında da, sıhhati elverdiği ölçüde hep yanımda oldu.. 1990’lu yıllarda düzenlediği, ve yaklaşık 3 yıl boyunca pazar öğleden sonraları yapılan, psikoloji üzerine düzenlediği sohbet toplantılarının hemen hemen hepsine katıldım, son sınıf öğrencilerinin dışında dışarıdan tek katılımcı bendim, bir hasta temsilcisi olarak; bir de tabii, çok değerli psikolog Hüseyin Tunçalp dostum var, dışarıdan katılan.. Ne yazık ki sanırım, o da artık mesleğini yapmayanlardan..  

Bloglardaki, renklendirmeler benim; üzerinden çok zaman geçtiği için ne için renklendirğimi hatırlamıyorum; sanırım çok da bir önemi yok.. Metinin biraz savruk, kaleme alındığını belirtmeden de geçemeyeceğim, ama konu ile ilgilenenler için iyi bir başlangıç sayılabilir.. Özellikle, varoluşsal psikiyatri açısından Lola Voss vakası ie Mechanical boy kaydadeğer vakalardır.  Keza Fassbinder, Veronika Voss’un Tutkusu ve Lola'yı Lola Voss vakasından esinlenmiş olabilir.

Bazen, arkadaşlar, canlı vaka da getirirler, üzerine daııışan da dahil olmak üzre, düşünür, söyleşirdik.  Tabii ki, danışanın veya vaka sahibin ruhsal kimliğini zedelemeye özen gösterirdik..

Bu konuda, benim içi önemli olan bir anımı da paylaşmak isterim.  Toplantılarda, tabii ki "ego" konusu en çok tartışılan, ilgi çeken konulardan biri olurdu.. Telefon çaldı açtım, öğrencilerinden biri.. Evde, kitabın son redaksiyonlarını yapıyorlar, eksik çevirileri tamamlıyorlarmış;  "Küçük harfle yazılan ego ile Büyük harfle yazılan Ego'yu birbirine karıştırmamak" üzerine bir cümle ile karşılaşmışlar; anlamını bana da sormaya karar vermişler.. Bu aslında, bu kadar veciz olmasa da, toplantılarda benimde dile getirdiğim görüştü.. Evet, ego çoğunlukla, id (ingilizce it, hayvan imi) ile superego arasına sıkışır; kişiyi hasta eder.. Halbuki, üretken çağa geçildiğinde, sağlam bir şekilde geçildiğinde, Ego eline kırbacı alır, hem içindeki hayvanı, hem de kendisine dayatılana kırbacı şaklatmaya başlar, o zaman artık Efendi (Shibumi) ne id, ne de super ego'dur; efendi bizzat Ego'dur. 

Kozacıoğlu'nun bendeki bu çalışmasını en azından, dijital ortamda yayınlayarak bir bir borcu da ifa etmiş oluyorum...

Doğan Özkan

ŞİZOFRENİ

Klasik olarak şizofreni, gençlik yaşlarında başlayan progresif bir seyir gösteren etiyoloji ve patolojenisinde çok yönlü psişik ve organik faktörlerin rol oynadığı, tedaviye oldukça inat gösteren, prognozu genelde belirgin olmayan ve klinik olarak hastanın özellikle kişiler arası ilişkileri ile duygu ve muhakeme süreçlerinde, ayrıca şahsiyet organizasyonunda bozukluk ile kendini gösteren, kronik, ender durumlarda da akut olarak ortaya çıkan bir psikozdur.
Bellak’a göre; Şizofreni kendi başına tek bir hastalık olmayıp, psikiyatrik bir sendromdur. Ego’nun ciddi bir bozukluğuna yol açan ve kişilik yapısı içinde Ego’da kendini gösteren patolojik bir durumdur.
Şizofreni “Dostları Derneği”nin “seyir” adlı kitapçığında, “şizofreni”nin insanların yeryüzünde yaşayabileceği yüzlerce tıbbi rahatsızlıktan sadece biri olduğunu ifade edilmektedir. Şizofreni”nin diğer rahatsızlıklardan farkı, organ olarak beyni etkilemesi ve sonuçta duygu, davranış ve düşüncelerimizi değiştirerek, dış çevreye yansıyıp, çevreyle olan ilişkide olumsuzluklar meydana getirmesidir. Bu nedenle ilk başta tıbbi bir rahatsızlık olarak değerlendirilememektedir. Böylece hastalığın başlangıcı ile bir doktora başvurma arasında uzunca bir süre geçebilmektedir.
Şizofrenik sendromun semptomları bireysel değişkenlikler göstermektedir. Bu değişkenlik “psikiyatrik sağlık” kavramı içinde yer alırken “şizofreni”, her zaman belli bir noktayı kapsamayabilmektedir. Zayıf bir ruhsal sağlık durumu çerçevesinde, bazen manik deprezif psikoz ile psikönevrozların, birbirini kapsaması, birbiri üstüne binmesi gibi bir durum ortaya çıkabilmektedir. Ego’nun kalitesi, fonksiyonlarının çeşitliliğini gösteren kantitatif düzeyin yeterli oluşuna bağlıdır. Bu çeşitliliğin bütünü, Ego’nun gücünü anlamada gereklidir.
Şizofrenik semptomlar, zayıf bir Ego’nun, dürtülerin kontrolünde, realiteye adaptasyonda ve libidinal yatırımda, başarısızlık, zayıflık ayrıca savunma mekanizmalarının kullanamama gibi fonksiyon bozukluklarında kendini gösterir. Çok ciddi Ego bozuklukları Kraepekin ve Buleuler’ın tanımladıkları “şizofrenik semptom” belirtileri ile benzeşmektedir.
Freud, bütün şizofrenik fenomenleri temel regresyon kavramı çerçevesinde toplayıp, farklı vakalarda regresyonun nedeni ve yaygınlığının da farklı olabileceğini ancak genelde hepsinde regresyon mekanizmasının çok yoğun olduğunu kabul etmektedir. Çocukta psikolojik gelişim “narsizm” döneminde başlar. Bu dönemde objelerin varlığı henüz belirgin değildir. Ego’nun oluşması, objelerin farkına varılmasıyla başlamaktadır. Freud şizofrenide marsisizm’e doğru bir geriye dönüş durumunun görüldüğünü, objelerin yitirildiğini, ego’nun adeta yıkıldığını ve obje ilişkilerinin yerini narsisizm’in aldığını vurgulamaktadır.
Ego’nun çöküşüyle, kişiliğin bütünlük ve sürekliliğindeki kopukluk, Ego’nun oluşum haline, ya da henüz oluşmamış dönemine bir dönüşü düşündürmektedir. Freud’a göre bozulmuş olan obje ilişkilerinden dolayı Ego’nun objeleri kaybolmuş gibi algılaması şizofreni’nin erken dönemlerinde görülmektedir. Hastalar bazen dünyanın sadece bir bölümünü kaybolmuş gibi algılayabilir. Örneğin; yaşamakta olan bir insanın ölmüş olması gibi yanlış bir inanca kapılabilirler. Bu olgu o kimseyle olan libidinal bağı geri çekilmiş olduğunu gösterir. Hasta, dünyayı “boş” “anlamsız” ve “monoton” olarak algıladığında, ve de bu duygularından yakındığında libidonun objelerden geri çekilmiş olduğunu anlayabiliriz.
Bazen şizofrenik semptomlar, obje kayıplarının amaçlı olduğunu belirtir. Bir mutizm “suskunluk” olayı, hastanın gerçek dünya ile yani realite ile ilgisinin kalmadığını belirtirken aynı zamanda düşmanca (hostil) duygularını da yansıtmaktadır. Çünkü, suskunluk olumsuz bir semptomdur ve olumsuz semptonlar çevreye karşı duyulan agresyonu göstermektedir.
Freud “Ego”nun öncelikle bedenle ilgili bir olgu yani bedenin algılanması olduğunu ileri sürerken “beden imajı Ego’nun çekirdeğidir” demektedir. Bu nedenle hastalığın başlangıcında genel olarak rastlanan Hipokondriyak duyumlar Ego’nun çekirdeğinde yani beden imajında değişimler olduğuna işaret etmektedir.
Schilder, şizofrenide görülen Depersanalizasyon durumu yaşayan kişilerin, duygulardan yoksun olmadıklarını söylemektedir. Schilder’e göre bu kişiler sadece kendi varlıklarına karşı içsel bir karşıtlık yaşamaktadırlar. Depersanalizasyon, kabul edilemeyen duygu ve duyumları bastırma çabasının bir semptomudur. Enerji yükü yatırımının, objelerden Ego’ya çekilmesi halidir. Depersanalizasyon ve yabancılaşma narsisizm’in artışının algılanmasına karşı Ego’nun bir tepkisidir. Şizofrenideki genel şaşkınlık ve her şeyin değişmiş olduğu duygusu gibi başlangıç semptomları narsisizm’e geri dönüşün paralelinde libido’nun objelerden çekilip, Self’e yatırılması olayının içsel olarak algılanmasına bağlıdır.
Psikanalitik görüşe göre bazı psikotik kişiler, artık güçlerini yitirmiş olduklarını yadsırlar ve bu gücü sürdürme veya yeniden kazanma çabasına girerler. Daha sonra yaşamda karşılaştıkları her narsisiztik yaralanmaya karşı, ilk kez güçsüzlüklerinin ortaya çıktığı zamanki yadsıma tepkisini tekrar gösterirler. Bu kişiler için narsisizm dönemine bir geriye dönüş, yeniden yapılanma olgusunun megalomani şeklinde görünümüdür.
Şizofrenik kişi narsisitik yapıya geriye dönüş yolunda kendisini aşırı değerlendirerek, bu değerlendirmeyi Ego’suna yöneltir. Böylece aşırı bir benlik sevgisine yakalanan hasta kendisini kral, başkan yada tanrı olarak kabul etmekte, böylece gerçeği değerlendirmenin azalmasıyla, objelerin yerini Ego’su almaktadır. İşte bu döneme Freud, “Sekonder narsisizm dönemi” demektedir.
Psikozdaki paranoid kişilikte hasta başkalarının bilinç altını sezmekte özel bir duyarlılık gösterir. Sezinlediği her ne ise o olguyu kendi projekte etme eğilimlerini rasyonalize etmekte, mantıklı hale getirmekte kullanır. Aslında projeksiyon, yani yansıtma, Ego ile Ego olmayan arasındaki sınırın belirsizliğini ifade etmektedir. Şizofrenide ve psikozda hezeyan, yitirilen gerçeğin yerini doldurma çabalarını belirtir. Yani hezeyan: a) istemediği halde geri dönen realiteyi b) bastırılmış iç güdülerini c) hasta’nın projekte edilmiş süper Ego isteklerinin ürünüdür. Süper Ego’nun projeksiyonu en açık şekliyle referans düşüncelerinde üstüne alınma görülmektedir. Örneğin; “etki altında bırakılıyorum” inancı, kişinin çevreden içermiş olduğu süper Ego’sunun bir yansımasıdır. Kendi iç gözlemlerinin hoş olmayan projeksiyon’larıdır. Hastanın bir zamanlar içermiş olduğu sosyal çevre yaptırımlarının eleştirileri, sistemleridir. Süper Ego’nun işitsel kaynaklı  olduğu düşünülürse, suçlamalar genellikle sesler şeklinde işitilir. Aslında hastanın kendini suçlaması olan sesler dışarıdan geliyor, gibidir ve hasta söylenenleri hak ediyor gibidir.
Yeterli temellere dayanmayan şüpheci bir tutumdur. Diğerlerinin kendisine yara verdiğine, aldatıldığına, sömürüldüğüne dair şüpheler oluşur. Onların dürüstlüğüne ve güvenirliğine dair endişeler vardır. Kişilik yapısına darbeler vuruluyor gibi algılamalar, karşı ataklara neden olabilir. Daha ciddi durumlarda, takip ediliyor, medya kendisinden söz ediyor, ya da öldürülecekmiş gibi duygular gelişir. Olayları kendine mal eder (Frame of reference) “Herşey bana bağlı, herşey bende bitiyor” gibi düşüncelere kapılır. Bu nedenle sorumluluklardan kaçar ve kaderi için diğerlerini suçlar. Göçmenler, yabancı ülkelere sığınıp, onların vatandaşlığına geçenler yatılı okul yada yurtlarda kalıp, aile çevresinden uzakta yaşayanlar, mahkumlar (özellikle hücre mahkumları), işitme özürlüler, aile tarafından huzur evlerine yerleştirilenler, zaman içinde paranoid yapı geliştirebilirler. Korku, güçsüzlük, yetersizlik duyguları, aşağılık duyguları ve güvensizlik sonucu yaralanmış, incilmiş olmak da paranoid tipte bir psikoz gelişmesine neden olabilmektedir.
Şizofrenlerin bazıları başkalarından zarar görebilecekleri endişesi içinde takip edildiklerini, öldürüleceklerini, insanların kötü amaçlarla kendileri ile uğraştığını düşünebilirler. Bir kısmı kendileri ile ilgili yayın yapıldığı düşüncesi ile TV’den, gazetelerden tedirgin olabilir veya basın yayın organları tarafından düşüncelerinin çalındığını, okunduğunu iddia edebilir. Kimileri ise kendi bedenleri ile dış dünya arasındaki sınırın silindiğinin, bedensiz olduklarının, varolmadıklarını zannedebilir. Emreden, hakaret eden, davranışlarını yönlendiren hayali sesler duyduklarını iddia edebilir ve bu seslere yanıt vererek karşılarında biri varmışcasına kendi kendilerine konuşabilirler. Söz konusu belirtiler şizofrenide daha çok alevlenme dönemlerinde görülür.
Genel olarak hepimiz ağır hayal kırıklıklarında, haksızlığa uğramalarda, yoğun stres altında, paranoid bir dönem geçirebiliriz.
Ailede kurbanlık koyun olarak seçildiğimizde, haksız yere suçlandığımız ve cezalandırıldığımızda biz de kaderi suçlayabiliriz. Ancak bu düşünceler kişilik yapımız üzerinde bir paranoid’de olduğu gibi egemen değildir.
Tüm diğer obje ilişkilerini yitirdiğinde, bir hastanın kendi süper Ego’sunun yarattığı sosyal anksiyete son derece önem kazanmaktadır. Aslında kendisine atfetmiş olduğu düşünceler, çevrenin kendi hakkında düşündüklerini yada kendisinden bekleneni yapıp yapmamış olduğunu ifade eden öz eleştirilerdir. Bu tür hezeyanlarda hasta, gözlemci ve eleştirici bilincinin kendisine söylediklerini, sanki dışardan geliyormuş gibi algılamaktadır.
Freud sinsi başlayan ve gelişen paranoid vakalarda, hezeyanların, diğer yönleri sağlam olan kişilikte realite ile ilişkideki ara çizginin üzerine konan bir yama gibi göründüğünü söylemektedir.
........ ....................... Şizofrenik hasta aşırı şefkatli yada düşmanca olabilen ani ve şiddetli transferans tepkisi gösterir. Ancak bu tepkiler, güvenilmez niteliktedir. Adeta narsistik tutumlarını terk edip objektif dünyayla ilişki kurma çabasındadır. Ancak bu tutumlarını ani ataklar halinde ve sadece kısa süreler için gerçekleştirebilirler. Söz konusu olan davranışlarının belirli bir şiddet olması, objeleri yeniden kaybetme korkularına bağlıdır.
Freud şizofrenideki dil özelliklerine değindiğinde, hastaların çok ince ve karmaşık hale gelmiş olan kendi anlatım biçimlerine özel bir titizlik gösterdiklerini görmüştür. Sözcükler rüyadaki düşünce ve imajları ortaya çıkaran ilksel (primel) sürecin – primary process’in etkisindedir. Hasta objektif dünyayı yeniden kazanma çabasındadır. İstediği objeyi yitirdiğinde, o obje yerine sadece onun (gölgesini) yani (sözcüklerini) kullanır. Yani kayıp obje yerine bu kez kelimeleri kullanır. Şizofrenik konuşma özellikleri hep aynı nitelikte değildir. Örneğin: tekrarlar, arka ile düşünceler sözcüklerin bilinmeyen bir anlamda kullanılması gibi subjektif bir düzen içinde konuşurlar.
Şizofrenik kişide bilinçaltı çatışmaların rahatsızlığa neden olacağı düşüncesiyle psikiyatristler zaten incinebilir olan benliğinin dağılmaması için psiko-dinamik yönelimli terapi yöntemleri yerine, destekleyici yaklaşımların daha yararlı olacağı düşüncesindedirler. Şizofrenin yaşamını etkileyen en önemli sorun çalışmama halidir. Bu nedenle şizofreninin evinde işyerinde yaşamını sürdürmesini kolaylaştıracak temel gereksinmelerin karşılanması destekleyici yaklaşımın amacı olmalıdır[1].
Şizofren, kendi psikolojik ihtiyaçlarını anlama yolunda aydınlanmak, kendisini bir yabancı olarak görmemek ve duygusal kırılmalar, ilgisizlikler nedeniyle kendisini küçük ve değersiz hissetmemek için, semptomlarının ve sembollerinin anlamlarını çözmeye çalışmalıdır.
Şizofrene yardım edebilmek için oldukça sabırlı, iyi niyetli, onun kişiliğine değer veren ve onu olduğu gibi görebilen, kabul edebilen dünyaya onun penceresinden bakabilen bir kişi olmak gerekir. Hastanın toplum içinde yaşamasına olanak sağlanabilir ve çok güç de olsa sosyal iyileşme gerçekleşebilir. Frieda Fromm Reichmann, ağır bir şizofreni hastası olan Meksikalı bir genç kadının şiir yeteneğini sezerek ve güvenini kazanarak, onu desteklemesi sonucu hastanın tanınmış bir şair olmasına yardım etmiş, Sullivan, Ego’su ilk çocukluk dönemine kadar gerileyen genç bir şizofren kadın hastasının odasında, aylarca uzun saatler birlikte kalarak onun zayıf Ego’sunu destekleyip ruhsal açıdan dış dünyaya uyum sağlamasına yardımcı olmuştur. Bu yaklaşım ve özverisinde onunla bir elma şekerini birlikte yalamış, böylece ilk çocukluktaki ruhsal dünyasına inebilmiş, gösterdiği sabır ve sevgi ile onu hastalık ruhsal dünyasından çıkarıp Ego’sunun sağlıklı gelişimini gerçekleştirmiştir.
Bir psikotiği anlamak, hissetmek, yapay görüntüler arkasında hastanın kendisini ve hastalığını sezmek, sadece kitaplardan öğrenmeye bağlı olmayıp özel bir yetenektir. Doktorun, doğuştan (innate) zengin, çok yönlü, renkli, derin bir ruhsal iç yapısı olması gerekir. Böylece bir kişilik yapısı üzerine bilgi ve deneyimler de eklendiğinde şizofreniyi erken dönemde tanıma olasılığı artar. Daha sonra amaç, farklı terapötik yaklaşımlarla, hastanın psikodinamik faktörlerini anlayıp, gereksinmelerini hissedip, karşılayabilmektir. Ancak bu psikodinamik faktörleri açığa çıkarıp, hastayı anlamak yine de oldukça güç bir çabadır ve büyük bir sabır, özveri ve sevgiyi gerektirir.
Şizofreniyi sadece organik ya da sadece psikojenik açıdan incelemek, varılan sonuçlar açısından tatmin edici olmayacaktır. Psikodinamik anlayışa göre hasta ele alındığında, tüm organik, fizyolojik ve sosyo-kültürel faktörler incelenip bunların hastalığın başlaması ve ilerlemesindeki rolleri incelendikten sonra şizofrenik değişmeyi psikojenik bir hastalık olarak kabul edebiliriz. Şizofreni tablosu çeşitli nedenler ve çeşitli faktörlerle ortaya çıkabileceğine göre şizofreniyi çevreye karşı yöneltilmiş “reaksiyonlar” kapsamı içinde incelemek daha doğru olacaktır.
Bu doğrultuda ilaç tedavisi dışında kalan diğer tedavi yöntemleri psiko-sosyal tedaviler kapsamında ele alınmaktadır. Bu yöntemler arasında, destekleyici, davranışçı-bilişsel tedaviler, grup tedavileri aile ortamına yönelik tedaviler ve hastanın yaşadığı yerleri bir tedavi ortamı olarak ele alın psikososyal yöntemler yer almaktadır. Psikososyal ortamlar, kişinin çalıştığı işyerini, yaşadığı evi ve sokağı, birer tedavi ortamı olarak kabul eden tedavi yöntemidir. Amaç, gerçeği değerlendirme yetisi bozulan kişinin dürtü denetimini sağlamak, kendisine yada başkalarına yönelik olabilecek zararlı davranışları önlemek, insanlarla etkileşimi arttırmaya cesaretlendirmek, uyumlu davranış modelleri geliştirmektir.
Şizofrenik ...... içinde başından beri, duygusal bağlardan uzak kalmış olan şizofren, aslında bir kimseyi kaybedişin yasını tutmuyordur. Onun bu psikolojik tükenmişlik durumu melankoniyi hatırlatsa da yüzünde keder ve acı ifadesi olmayabilir. Yüz çizgilerinden bir anlam çıkarılmaz, bazen tüm ifadeler silinmiş heyecanlarla ilgisi hemen hemen çok azalmış gibidir. Uyanıklık içinde, rüyada (day dreaming) gibi yaşar.
Bazıları ergenlik çağında melankoniye benzer bir durgunluk devresinden geçerek içlerine kapanırlar, ancak hepsi şizofrenik olmaz. Çocukluğunda kolayca arkadaş edinen şizofren bu, dönemde adeta bir durgunluk devresine girmiştir. Hastalığın başlaması, durması ya da ilerlemesi bir çok faktöre bağlıdır. Şizofrenik dünyada yaşayanların hepsi klasik psikotik kavramı içine girmeyebilir. Bir kısmı, çevredekileri rahatsızetmeden yaşayıp gider, realite ile ilişkilerini tümden kaybedip psikotik olmalarını önleyen hayat şartları ortaya çıkabilir. Örneğin, ebeveyn önceleri çocuğun psikolojik ihtiyaçlarını farketmemiş olmasına karşın, daha sonra onu anlayıp, olduğu gibi kabulederek şefkat ve sevgi gereksinimini telafi edebilir. Hasta şanslı ise, akraba yada dostlarından anlayışlı ve şefkatli kişiler onu koruyarak ayaklarının üzerinde durmasına yardım eder.
Eğer hasta bu kadar şanslı değilse, yakınlarının ölümü, savaş, parasızlık, yasalarla karşılaştığı aksilikler gibi durumlar, hastanın psikoza girmesine sebep olur. Bunun yanı sıra diğerleri gibi olmaya özenirse, yani bir işe girmeyi, evlenmeyi, başkaları ile daha yakınlaşmayı düşünürse bu yaşantılar ona, yalnızlığını ve yabancılığını dayanamayacağı bir şekilde farkettirir ve psikotik olma riski artar. Zamanla şizofren, kendine özgü sembolik duygu, düşünüş ve davranışlarını gizleyemeyecek hale gelir. Anlaşılmayan, garip ve bazen tecavüzkar hareketleri diğerlerinin rahatını kaçırır. Kendilerinden olmayan kişilere karşı toplumun davranışı, onu çevreden soyutlamak ya da bir akıl hastanesine kapatmaktır.
Laing’e göre şizofrenik olarak adlandırılan yaşantı ve davranışlar, kişinin yaşanılmaz bir dünyada yaşayabilmek için yaratmak zorunda kaldığı bir strateji türüdür. Şizofrenik kişi, iç ve dış dünyalarının birbirine karşıt düşen baskıları tarafından kuşatılmış bir biçimde hareketsiz kalmıştır. Satranç oyununda, hangi hareketi yaparsa yapsın mat olacak bir oyuncuya benzer.
Laing, şizofreniyi bir kişilik özelliği, bir varoluş olarak ele almıştır. Diğer insanlar tarafından “çılgınlık” olarak tanımlanabilecek varoluş biçimlerinin, gerçekte anlaşılabilir olduğu görüşünü savunmuştur.(1) Laing’e göre şizofreni, bazı insanların diğerlerine yapıştırdığı bir etikettir. Sanki, yabancılaşmanın bir önceki dönemidir. Sosyal bir gerçek ve politik bir olaydır. Bir şizofren için şizofreni, normallik denen korkunç ve ürkütücü olan yabancılaşma durumundan kendimizi kurtarmamızın en doğal yoludur.(2)
Kafka şizoid durumlarda beden ile benlik arasında devamlı bir ayrılık olduğunu söylemiştir. Toplama kampından hiçbir zaman dışarı çıkma olasılığı olmayan mahkumların, kaçış için tek yolunun, kişinin kendi benliğinin “içine” çekilmesi ve bedenin dışına çıkması olduğunu söyleyen Kafka “rüya gibi”, “gerçek dışı görünüyor”, “hiçbirşey beni etkilemiyor” gibi ifadelerde de “yabancılaşma” ve “gerçek dışı olma” olayının yaşandığını belirtir.
Laing’in katatonik ve paranoid belirtiler gösteren ve daha sonra kronik şizofreniye dönüşen “Joan” adlı vakasında hasta, çevresine güvenmeyip, ruhsal olarak yaralandığında, katatoniye girmiştir. Laing böylece Joan’in hiçbir şey hissetmediğini ve Kafka’nın anlattığı mahkumlar gibi, benliğinin içine çekilerek, hiçbir şeyden etkilenmemeyi başardığını söylemiştir. (3).
Laing, çılgınlığın her zaman bir çöküş olmadığını söylemekte, çılgınlığı aynı zamanda bir çıkış yolu (breakthrough) olarak görmektedir. Çılgınlık, potansiyel olarak, esaret ve varoluşçu ölüm olduğu kadar aynı zamanda özgürlük ve yenilenmedir, tedavi edilmesi varoluşçu ölüm olduğu kadar aynı zamanda özgürlük ve yenilenmedir, tedavi edilmesi gereken bir hastalık değildir. Bir seyahat, bir maceradır. Sosyal açıdan delilik; sıradan insanların içinde bulundukları karanlıktan; dışarıdaki ışığı zamanla fark edebilmeleridir.
Eugene Bleuler’in oğlu olan Manfred Bleuler(4) şizofreni kavramının sıklıkla yanlış kullanıldığından söz ederek sahada çalışanların bazılarının sadece “çok ciddi, tedavisi imkansız, parçalanmış, psikotik” gibi olguları bu tanı altında ele aldıklarını söylemektedir. Diğer bilim adamları ise şizofreni kavramını öylesine geniş kapsamlı kullanırlar ki, “hemen hemen hepimiz için şizofreni tanısı konulabileceğini” ifade ederler. Örneğin: kendi fikirlerine aykırı düşen bir kişi, diğerini şizofrenik olarak tanımlayabilir. Manfred Bleuler’e göre şizofreni tanımı, gerçek bir psikoz için kullanılmalıdır. Ve Bleuler “orijinal”, “şizoid”, “psikopat”, “nörotik” gibi kavramları şizofreni kavramı içine almıştır. Manfred Bleuler, psikotik olgunun arkasında, ya da yanı sıra süre gelen normal entelektüel ve emosyon dolu bir yaşamın var oluşunu, şizfreni tanımı içine almıştır. Manfred şizofreni için tanımlamalarında 1) Düşüncede tipik ayrışma 2) Duyguların ifadesinde tipik farklılıklar görülmesi, 3) Katatonik semptom, 4) Şizofrenlere özgü hezeyan ve hallüsinasyonların görülmesi gibi ifadeler kullanılmıştır.

Spearman, Thorndike ve Stern’ina zeka modellerinden yola çıkıp, oluşturduğu “G” faktörü kavramını ortaya koyduğunda, zekâ’yı birbirinden farklı, belirli fonksiyonların bir araya gelmesi olarak tanımlamıştır. Ego fonksiyonlarını bu anlayış içinde ele aldığında, Spearman şizofrenide sadece bazı fonksiyonların bozulmuş olabileceği gibi esnek bir görüşü savunmuştur. Böylece Spearman, sadece tek bir Ego fonksiyonunun bozulmasına dayanıp, kişiyi şizofrenik olarak algılama sorununa açıklamalar getirmeye çalışmıştır.

Wechsler “şizofreni’de zekanın tüm alternatiflerinin çökmemesi olayı üzerinde durmuştur. Bir gravyer peyniri tekerleği düşünülürse, üstündeki delikler, şizofrenik zekanın baş noktalarını, dış yüzeyi ise zekanın bozulmayan, çökmeyen, dağılmamış yönlerini ifade eder. Tıp’ta bu olay “Swiss Chees” olayı gibi ele alınır. (Delikli gravyer peyniri).
Freud ve Meninger’in, en ağır ruhsal bozukluklarda bile Ego’nun sağlıklı bir yönünün mutlaka var olduğu inançlarına bir gerçek gözüyle baktığımızda, şizofreni’de Ego’nun işbirlikçi bir bölümünün tedavide etkin olabileceğini unutmamak gerekir. Bu nedenle Freud, şizofrenikler üzerinde analitik bir etki yaratılabileceğine çünkü şizofreninin Ego’sunda narsisizme doğru bir gerilemenin hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmediğine inanmıştır. Şxizofrenle yaşanabilecek, böyle etkin bir terapötik ortam içerisinde, terapistin hastayı dış gerçekler diyebileceğimiz “realite”ye döndürebilmesi mümkün olabilir. Onun otistik dünyasında girebildiğinde, kendisini hastanın “içsel realite” diyebileceğimiz, dünyasına kabul ettirebildiğinde, hastanın, dış dünyayla bağlantısını gerçekleştirişini sağlayabilecektir.
Şizofren sadece, o anda var olan zamanda var olur. Gelişimini sağlayan sosyal ilişkilerden dışlanmıştır. Zamanın onu için bir geleceği yoktur, bu nedenle de yaşam bir amaç taşımaz. Çocukluk döneminin ilk başlarında yada ortalarında biyolojik yada sevgi içeren duygusal gereksinmeleri karşılanmamış olabilir. Hastanın daha sonraki yaşamındaki çöküşü, var olma açısından bir anlam taşır. Nedeni ise “anlam”ın ve “Self”in kaybının şizofreni kazasına hapsetmiş olmasıdır[2].
Kişilik yapısının içinde hapsedilmiş olmak, varoluşçuluk çizgisinde, şahsiyetin temelinin yapılandırılmasında etkendir. Geleceğe yönelik bir seçim yapmasının olanıksızlığı, şizofreni, sürekli geçmiş davranışlara yöneltir. Zihinsel bozukluğu, sürekli uyumsuz olmasına rağmen tekrarlama gösteren, düşünce süreçleriyle tipik bir hâl alır.
İnsan zaman ve mekan içinde hareket ederken, o anki davranışlarına bir yön vermede doğal olarak geleceğe dair hayallerini de kullanır. Yani, “yaşayan insan, geleceği yaşayandır”, gibi bir temel’den yola çıkar. Victor Frank “şizofreniyi”, “beklenmeyen ölüm-unanticipated death” olarak tanımladığında, büyük bir olasılıkla aynı temelden hareket edip, “şizofren, kendisi için bir gerçek olmadığından ölmüştür”, düşüncesini savunmuştur.

ŞİZOFRENİN TARİHÇESİ

            Şizofreni, psikozlar arasında en sık rastlanan, ancak gerçek nedeni ve esas yapısı en az anlaşılan bir ruh ve akıl hastalığıdır. Bu nedenle, şizofrenide görülen her düşünce bozukluğunu, ayrı gruplar halinde sınıflandırmak yerine, bugün bilim adamları, bu reaksiyonlara tek bir gruplandırma halinde “şizofrenikler” demeyi uygun görmektedirler. Buna göre şizofreni çağdaş ve klasik tanımı ile, gençlik yaşlarında başlayan, progresif bir seyir gösteren, etiyolojisinde psişik ve organik faktörlerin yer aldığı, tedaviye oldukça direnç gösteren, kişinin üstesinden gelmekte güçlük çektiği yoğun yaşam koşullarına karşı gösterilen ve az çok birbirine benzeyen süreçlerden oluşmuş bir reaksiyondur.
Bazı bilim adamlarının genel kanısına göre; “ŞİZOFRENİ, fonksiyonel rahatsızlıkların en önemlisidir.” Fonksiyonel ya da psikolojik ayrımı sözkonusu edildiğinde, beyin ve sinir sisteminde herhangi bir değişme, organik bir bozukluk olmadığı halde, ruhsal bir sorunun ortaya çıkması, psikolojik bir rahatsızlık olduğunu düşündürmektedir. Fonksiyonel rahatsızlıklarda, organizmanın kendisinde değil de, işleyiş biçiminde ortaya çıkan bir bozukluk sözkonusudur. Fonksiyonel rahatsızlıklarda, soya çekime bağlı hazır bir zemin üzerinde predispozisyon, yanlış alışkanlıklar, yanlış öğrenme ve bunlara bağlı düşünme ve değerlendirme ile gelen bir uyum ve davranış bozukluğu görülmektedir. Şizofreni bu nedenlerle, bazı ekollerde fonksiyonel olarak ele alınmaktadır. Şizofreninin organik bir bozukluğa bağlı olmayıp, fonksiyonel bir nitelik taşımakta olduğu görüşü, tüm biyolojik ve organik iddiaların paralelindeki yerini korumaktadır.
Ruhsal rahatsızlıkların tarihçesi ve tedavisine göz attığımızda Şamanizm’in bu doğrultuda tarihte önemli bir yeri olduğu görülmektedir. O dönemin şamanları, kötü ruhların ve cinlerin hastanın bedenini terk etmesi ve yerini iyi ruhların alması için hastaya yardım ederek, önemli bir görev üstlenmekteydiler.
Antropolog Michael Harner[3], ağırlıklı olarak 1956-1960 yılları arasında ŞAMANİZM ile ilgili derinlemesine çalışmalar yapmıştır. Harner’ın araştırmalarına göre Şamanik yöntemlerin yirmi-otuzbin yıllık bir geçmişi vardır. “Şaman” sözcüğü, Sibirya’daki Tunguz dilinden gelmiştir. Antropologlara göre doğu kültüründe “büyücü”, “efsuncu”, “sihirbaz”, “cinci” gibi terimleri karşılamaktadır. Ayrıca Sanksritçe’de “Sırmana”dan gelmekte ve “herşeyi bilen, dünya malıyla ilgisi olmayan, “ulvi din adamı” anlamında kullanılmaktadır. Yine bilimsel incelemelere bakıldığında her büyücü hekim, “şaman”la eşdeğerde nitelendirilmektedir.
Tedavi edici Şamanlar, şeytanın etkisiyle hasta olan kişinin bedenini terk eden iyi ruhların geri dönmesi için Gök Tanrıya (Ülgen) yalvarırlar. Tedavi sürecinde Şamanın okuduğu dualar, ilahiler, şarkılar, hastanın şamanik tedavi yolculuğunda karşılaştığı tehlike ve korkuları aştığını anlatmaktadır. Şaman, kendi emri altındaki cinler yardımıyla hastalığı oluşturan kötü cinleri kovar. Böylece asıl iyi ruh, hastanın bedenine dönerek onu iyileştirir. Şaman bu anlamda hastalarının huzura kavuşmasını, hoşnut olmasını, mutlu yaşamasını sağlamaya çalışmaktadır (İbid, s.26).
Şaman, kendi iradesiyle değiştirilmiş bir bilinç durumunu görebilen ve insanlara sağlıkları doğrultusunda iyardım etmek için gizemli bir gerçeklikle ilişkiye geçebilen, emrinde bir ya da çoğunlukla daha fazla ruh bulunan bir erkek veya kadındır. Şaman, ruhunun bedenini terk edip göğe yükselmesi veya yer altı dünyasına inmesiyle trans haline geçebilir. Michael Harner, Şamanın bu trans halini Şamanik Bilinç Durumu (ŞBD) olarak açıklamıştır. Transın ötesinde Şaman, şamanik yöntemlerden öğrendiği bir farkındalığı da yaşamaktadır. Şamanlar, hastayla çalışmalarındaki uygulamaları genelde geceleri gerçekleştirirler. Nedeni ise, karanlıkta realitenin ortaya çıkaracağı rahatsızlıkların bilinç üzerinde etkisinin azalması ve şamanın çalışmalarında olağandışı gerçekler üzerine odaklaşmasına fırsat tanımasıdır. Hastalıkları çok iyi görebilme yeteneği nedeniyle “görücü” olarak adlandırılan Şaman, davul veya çıngırak çalarak, şarkı söyleyip, dans ederek Şamanik bilinç durumuna girebilir.
Michael Harner’a göre “Şamanik Aydınlanma” başkalarının algılayamadıklarını görebilme yeteneğidir. Bu aydınlanmada Şamanın başının çevresinde çok renkli bir hale oluşur ve ancak Şamanın o andaki durumuyla benzer bir bilinç durumunda olanlar tarafından görülür. Şaman bu ışıkla, başkalarına göre karanlıkta olan her bilgiyi görebilir. Olağanüstü Şamanik potansiyeli olanlar diğer olayları olduğu gibi, hastalıkları da sadece görmekle kalmayıp hissedip sezerler. Şamanın rolü, bugünkü psikoterapotik ortamda yer alan terapistin rolüne benzemektedir. Terapist de hastada başkalarının algılayamadıklarını görmeye onun düşünce, istek ve duygularını onunla kurabileceği empati içinde hissetmeye sezmeye çalışmaktadır.
Claude Levi Strauss’a[4] göre şamansal tedavide önemli olan, hastanın mitoloji kapsamı içinde yer alan koruyucu ruhlar, büyülü hayvanlar gibi olgulara inanıp bunları benimsemesidir. Hasta bunlara inandığı sürece, içinde kuşku yaşamaz. Çünkü Şaman mitolojiye başvurarak hastanın kuşkuya düşeceği tutarsız ve nedensiz öğeleri, olumlu bir bütüne dönüştürerek kuşku duymamasını sağlar. Bu doğrultuda bugünkü psikofenaya çalışmalarında terapistin, hastanın endişe ve kaygılarını azaltmak için onun mantığına ulaşmaya, onun realite ile olan ilişkisini sağlamaya çalıştığını görmekteyiz.
Şamanın mitolojiye başvuruşunda, mitlerin önemine değindiğimizde “mit’in”[5] bir toplumun manevi değerlerini yansıtan o kültürün dünya görüşünü ve önemli inançlarını temsil eden öyküler olduğunu görmekteyiz. Mit, bir kültür tarafından değer verilen ve korunan hümanist deneyimlerinin birer simgesidir. Olguların kökenlerini, doğal olayları, ölümü, konu edilebilmektedir. Kahramanlık öyküleri anlatarak kahramanca ve erdemli davranışlara model oluşturabilir. Folklorik temaları, efsanevi öyküleri içerebilir. İnsanın çok daha geniş bir düzeyde yer aldığı bir alemi tanımlayarak yaşamdaki gizemli ve olağanüstü olayları ortaya koyar. Bu nedenle önemsenmesi gereken mitleri[6] yani mitosu bilmek demek, grubun içindeki bireyin yaşamının nereden geldiğini, ne olduğunu, ayrıca içinde yer aldığı toplum, kültür ve doğa ile ilişkilerini tanımlamak demektir.
Bir inanç sistemi olan mitin başlıca işlevi, çalışma, eğitim sanat ve bilgeliği içeren ritüelleri, anlamlı insan davranışlarına örnek oluşturacak modelleri ortaya koymaktır. Şamanın hastayı tedavi ederken mitle bu kadar yakın ilişkide olma nedeni, mitlerin insan davranışı için model oluşturması, yaşama anlam ve değer kazandırması temelinde yatmaktadır. Örneğin, şizofrenlerin tedavisinde hasta, terapistin yargısız dinlemesi, sevgisi ve terapinin bir parçası haline gelmesiyle hasta, kendi mitosunun yani psikanalizdeki bilinçaltı kavramı ile eşdeğerli malzemesini üretir, kendini ifade etme olanağı bulur. Şamansal tedavi, çağdaş somatik hekimlikle, psikanaliz arasında ortada bir yerde bulunmaktadır. Şamansal tedavinin yaklaşımı, ruhsal rahatsızlıkların tedavisinde kullanılan, psikodinamik yöntemler içinde yer alan psikanalizle paralellik göstermektedir. Her ikisinde de amaçlanan “bilinçaltını, bilinç düzeyine” çıkarmaktır.
Her iki yöntemde de amaç, hastanın direnç ve çatışmalarının çözülmesini sağlamaktır. Bu konuda hastadaki çatışmaların özgürce gelişmesine ve çözüme ulaşmalarına olanak veren bir süreçtir. Bu sürecin başlıca koşulu, psikanalistin hastanın tedavisinde yer alan somut bir kişi olması ve hastanın semptomlarına yol açan, bilinçaltında saklı ilk olayı dışa vurmasını sağlaması ve de bu olgu içinde, hastanın tepkilerini yönelttiği bir hedef haline gelmesidir. Yani hastanın geçmişinde sorunlar yaşadığı kişi ya da kişilerin rollerinin terapiste aktarılmasıdır.
Psikanalistin ikili işlevi şaman için de geçerlidir. İlk işlev psikanalist için “dinleme”, şaman için de “konuşma” işlevidir. Bu işlevler, hastanın egosuyla dolaysız, “bilinçaltıyla” ise dolaylı bir ilişki kurar. Şamanın konuşma sürecinde duanın işlevi budur ve şaman aynı zamanda duanın tek kahramanıdır. Hastanın esir olan ruhunu kurtarmak için, sanki doğa üstü cinlerin başına geçerek hastanın “soma’sından içeri girip tedaviyi gerçekleştirir. İşte bu anlamda aynı psikanalist gibi, şamanda bir transfer nesnesi haline gelir. Hastanın soma ve psişesi arasında yaşayış bocalamasından kaynaklanan çatışmanın transfer edildiği kişi durumuna dönüşür.
Psikalanizde hasta geçmişindeki bireysel deneyimleri yeniden yaşayarak tepkiler verirken, şamansal tedavide hastanın toplumsal ve mitolojik deneyimleri yeniden yaşaması ve tepki vermesi söz konusudur. Psikanalizde hasta, terapistin kişiliğine, geçmişinde kendisi için önemli olan bireyleri yansıtmakta ve ona duygularını aktarıp o kişilerle konuşurcasına terapistle diyaloga girmektedir. Şamansal tedavide ise bu kez Şaman, hastası için konuşmakta ve kendinin sorular soran hastanın kendi durumunu anlamasını sağlamaktadır.
Şamansal tedavinin uygulandığı dönemlerdeki hastaların, bugünkü psikiyatri diliyle “nörotik ya da psikotik” olarak ayrılmaksızın tedavi edildiğini düşünmek, tıp tarihi açısından yanlış bir yaklaşım sayılmamalıdır.
Şamansal tedavide, mitosu anlatan şamandır. Hasta ise gerekli işlemleri yerine getiren kişidir. Gerek Şamanik tedavide, gerek psikanalitik yaklaşımda, hastanın bilinçaltı ruhsal yapısında ya da bedensel katmanında yer alan rahatsızlığın “başlangıcına” ulaşmak amaç olmaktadır. Şamanik tedavideki “mitos” ve psikanalizdeki “bilinçaltı” iki önemli kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Psikanalizde terapist, hastanın bilincine yansıyan ruhsal olguların bir mitosa bağlı olmayıp, yaşanmış gerçekler olduğunu ve doğrulukların hastanın yakınları tarafından sıralanabileceğini söylemektedir.
Şamanlıkta ve psikanalitik yaklaşımda hastanın yaşadıkları, muhakkak ki onun kendine özgü, fakat tüm insanlık için geçerli, benzer yasalarla işleyen ve bu yasalar bütününden ortaya çıkan olguların “simgesel bir fonksiyonunu” ifade etmektedir. Şamansal tedavide hastaya psikanaliz uygulanmadığı bir gerçektir. Ancak, psikanalitik tedavinin de anahtarı hastanın geçmişidir. Her mitosun bir geçmiş zaman arayışı olduğu da yadsınamaz. Böylece “Şamansal tedavi, psikanalitik tedavinin özelliklerini bir yere kadar taşımaktadır” denebilir.
Ortaçağ dönemine gözattığımızda, şamanik döneminin hastayı kabullenişindeki özveri, empati ve hümanistik yaklaşımın yerini hastanın “deli” kelimesi ile tanımlanarak adeta aşağılanan bir varlık gibi kabul edildiğini görmekteyiz.
Ortaçağ’da içlerine kötü ruhların şeytanın girdiğine inanılanve “deli” kelimesi ile tanımlanan ruh hastaları arasında, bugün “psikotik” olarak tanımlanabilecek ağır vakalar zincire vurulmakta, iyileştirilmelerde kilisenin otoritesinden ve dindar kişilerden yardım beklenmekteydi. 18. ve 19. yy’da bu hastaların barındıkları yerlere “tımarhane” (Assyllum) deniliyordu.
Michel Foucault[7] “Deliliğin tarihi” adlı kitabında, “mecsupları” teşhir etmenin eski bir ortaçağ adeti olduğunu söyleyerek, o zaman Almanya’sında delilerin bağlandığını ve kentin kapılarındaki binaların demir parmaklı pencerelerinden, para karşılığı halka gösterildiğini anlatmıştır. Kitapta, Fransa’da Seine nehrinin sol yakasındaki burjuvaların, Pazar günü başlıca eğlencelerinin, Bicitne’de delileri seyretmek olduğunu, hatta onlara kamçı darbeleriyle dans ve cambazlık numaraları yaptırarak eğlendikleri anlatılmaktadır. İşte o dönemde delilik bir gösteri haline getirilerek insanları eğlendiren kamusal bir sefalet tablosu oluşturmuştu.
Philippe Pinel[8] 1745-1826 Fransız İhtilali döneminde Paris tıp fakültesindeki öğretim üyeleriyle temasa geçip “deli” damgası yiyen kişilerin zincirlerini ilk çözen bilim adamıdır. Salpetriere ve Bicetre hastanelerinde çalışmalarını sürdüren Pinelin ilk özgür bıraktığı kişi İngiliz bir kaptandı. Bir gardiyanı öldürdüğü için çok sıkı zincirlerle bağlıydı. Kaptana “Zincirlerini çözüp seni, bahçeye çıkartırsam, hiçbir zarar vermeyeceğine dair bana söz verir misin” diye sorduğunda kaptanın cevabı şu olmuştur; “veririm, ama benimle eğlenme. Burada herkes kendinden korkuyor, sen de korkuyorsun.” “Korkmuyorum” diye cevap veren Pinel “Altı adamım var ve seni tekrar zincirleyebilirler, bana güven, eğer bu ceketi giyersen zincirlerini çözerim” diye onu yanıtlamıştır. 40 yıldan sonra ilk kez açık havaya çıkan kaptan 2-3 defa sendeledikten sonra, bütün gün avludaki topraklara sarılıp “Nekadar güzel” diyerek akşama kadar saatlerce dolaşmıştır.
Aynı dönemde Cenevre ve Amerika’da da zincirler çözülmüştür. Pinel doktorların hastalara, prestij ve güç gösterisi yapmayıp, saygı ve anlayış göstermelerini öne süren, hastaların ağır ve hafif vakalar olarak ayıran, krimonoloji ve ruh hastalığının karşılıklı ilişkisini öne süren ilk kişidir. Deliliği, felsefi değil psikolojik açıdan tarif eden ve bu konuda kitaplar yazan ilk bilim adamıdır. Ruh hastalıklarında kalıtım, eğitim, aile tutumu, alkol, ateşli hastalıklar ve yaşam değişimlerini ele alan ilk psikiyatristtir. Freud bundan 100 yıl sonra konu ile ilgili diğer kapalı noktalara ışık tutan bir bilim adamı olarak sahada yerini almıştır.
Pinel, psikotikler ve şizofrenler dahil tüm akıl hastalıklarına çalışma grupları ve iş ve eğitim öneren ilk hekim olarak tarihte yerini almaktadır. Bilinçaltı kavramını bilmemekle beraber ortaya çıkışına temel olan düşünceleri çalışmalarının ağırlıklı noktasıdır. Salpetriere’yi dönemin en önemli nörolojik hastanesi haline getirmiş, daha sonra Charcot ve Freud histeri ve hipnozla ilgili çalışmalarını burada gerçekleştirmişlerdir. Pinel psikotiklerin yaşamına ışık tutmuş ve psikozda psikoterapinin temel taşlarını oluşturmuştur.
Pinel, Charcot, Breuer ve Bernheim’in çalışmalarını izleyen ve bunlara katılan Freud insan bilincinin dışında kalan ve bilinçten ayrı olan güçlü bir zihinsel sürecin var olduğuna inanmıştır. Bu sürecin patolojik olduğunu düşünen Freud, nörotiklerin yanısıra psikoz vakalarında da söz konusu sürecin hastayı egemenliği altına aldığını düşünmüştür. Viyana’ya döndüğünde kendi sezgileriyle başlattığı hipnoz ve serbest çağrışım yöntemleriyle ruh hastalıklarının tedavisinde yeni bir başlangıç noktası oluşturmuştur. Freud’a göre tedavide asıl kilit nokta, hastanın o an içinde bulunduğu semptomlarıyla ilgili olayların hatırlanmasıyla represyonun ortadan kalkması ve böylece semptomun yok olmasıdır.
Pascal “elsiz, ayaksız, başsız bir insan düşünebilirim, çünkü bize, başın ayaklardan daha gerekli olduğunu sadece deneyler göstermektedir. Ama, düşüncesi olmayan bir insan düşünemem, çünkü bu bir taş veya bir vahşi olurdu” demişti. (Pascal, Pnsees, op, cit., s.339. Deliliğin Tarihi kitabında s.216). Oysa “deli” düşünür. Ve belkide aşırı düşündüğü, aşırı duyarlı ve alıngan olabilecek kadar düşündüğü için “deli”dir. Ona bir insan gibi hatta normal bir insan gibi davranılmadığında negatif belirtiler gösterecektir. Oysa deliliğin kendi içerisinde bir gerçeği vardır.
Freud, şizofreniklerdeki gerçekten kopmanın, gerçeğin yasaklayıcı ve cezalandırıcı yönünden çok suçlandırıcı bir kopma olduğunu söyleyerek iki türlü realiteden söz eder: Psişik realite ve gerçek realite. Eğer gerçek realite, yani aslında gerçekten varolan her neyse, aşırı frustrasyon (hayal kırıklığı) yaşatıyorsa, insan psişik realiteyi yani içsel realitesini sanki gerçekmiş gibi yaşamayı seçer. Bu seçim gündüz rüyaları ve fantaziler gibi bir tür duygusal boşalımdır. Bu görüş, yaşamın amacının zevk ve haz olduğunu öne sürer ve Hedonizm olarak bilinen, felsefi bir çözümde kaynaklanmıştır. Deliliğin kendi içinde bir gerçeği olduğu görüşü olduğu görüşüne geri döndüğümüzde, Foucault’nun, “deli” kavramının akılcı bir bakış altında kendine özgü karakteri, davranışı, dili, haraketleri olan bir “başka” olduğu inancı ile karşılaşırız. Foucault!ya göre “deli”nin bir “başka” olduğu kuşkusuzdur.
Ancak kendi özgürlüğü ve özgünlüğü içinde, o bir insandır. Ve “başka” da olsa “o” dur. Ona göre “onda” değişen bir şey yoktur, O hep “o” dur. Üstesinden gelemediği olaylara gücü yetmiyorsa, kabuk bağlamış yaraları doğru merhemi bulamadığı için açılıp temizlenemiyorsa ve bu nedenle garipsenip dışlanıyorsa “o” kendine görecek, hissedecek, anlamaya çalışacak kadar seven ve benimseyerek doğru merhemi bulup yaralarını saracak kişileri bulduğunda, Jung’da inandığı gibi “hasta” olmaktan, söz gelimi “şizofren” olmaktan vazgeçebilecektir.
Morel, 1851’de genç bir hastasında bunamaya benzeyen ve hızla ilerleyip hastanın ruhsal çöküşü ile sonuçlanan bir tabloyu tarif ederek “demece proceso” terimini kullanmıştır. Morel tarafından kullanılan “praecox” kelimesi, demansın erken yaşlarda başladığını ifade ediyordu. Daha sonraki yıllarda Hecker hebefrenik tipi, Kahlbaum ise katatonik tipi tıp alemine tanıtmışlardır.
1896 yılında Alman bir psikiyatrist olan Emil Kreapelin “Dementia Praecox” (erken bunama) terimini bugünki şizofreni anlamında kullanmış ve demans halinin asıl hastalığın hemen ardından oluştuğunu söylemiştir. Kraepelin hebefrenik, katatonik ve paronoid kavramlarıyla şizofreni tiplerini ilk ayıran hekimdir. Basit tip ise Bleuler tarafından öne sürülmüştür[9].
1911’de İsviçreli psikiyatrist Eugene Bleuler ilk kez “Schizophrenia” terimini psikiyatriye kazandırmıştır. Yunanca kökenli olan “schizo” parçalanma, dağılma, ayrılma, yine yunanca “phrenia” akıl anlamına gelmektedir. Bu görüşe göre şizofreni “aklın bölünmesi, ya da zihin fonksiyonları arasındaki ilişkinin ve dengenin bozulması” demektir. Bleuler, bu hastalığın bir demansa doğru gitmek olmayıp, bazı psişik fonksiyonların parçalanması, bozulması olduğu görüşünden yola çıkarak hastalığı bu yönüyle ele almıştır.
Adolf Meyer, şizofreniyi yapısal temeldeki alışkanlıklarda bir organizasyon bozukluğu olarak tanımlamıştır. Meyer yapısal faktörlerin ve yaşam deneyimlerinin, uyum bozukluğu ve yetersizlik süreçlerinin yerleşip gelişmesine yol açtığına dikkati çekmektedir. Meyer’e göre şizofreni geçmişteki yaşam deneyimlerine bağlanabilen uyumsuz bir davranış şeklidir. “Şizofrenik reaksiyon hayatta zorluklarla karşılaşıldığında faydalı ve olumlu bir davranış yerine, faydasız ve olumsuz çarelere baş vurmaktır.” diyen Meyer şizofreninin çağdaş anlamına katkıda bulunmuştur[10].
Freud, şizofrenide insanlar arası ilişkinin bozulması olgusunu en önemli kriter olarak ele almış ve şizofreninin narşist (özseverlik) dönemine gerileme sonucunda ortaya çıkan ruhsal bir klinik tablo olduğunu belirtmiştir. Çalışmalarında şizofrenik kişinin, kendisi için primer önem taşıyan insan ve objelerle olan ilişkisine ağırlık vermiştir. Narsizm, bebeklik ve ilk çocukluk dönemlerinde bireyin kendisini dünyanın merkezi gibi algılaması sonucu her isteğinin, istenildiği anda yerine getirileceği düşüncesinin egemen olduğu dönemdir. Ben merkezci olan bu dönem 3-5 yaşları arasındadır ve sonrasında çocuk, kardeşleri, arkadaşları ve diğer aile bireyleri ile paylaşmayı öğrendikçe narsizmin yoğunluğu zamanla azalmaktadır. Narsizmin temelinde bastırılmış, gerçekleşmemiş arzular, annenin, çocuğun bağımsızlık arzularını onaylamaması, küçük düşme, ciddiye alınmama korkusu, annenin çocuğun performansını kendi narsizmine göre değerlendirmesi, zedelenebilirlik korkusu, sert ve cezalandırıcı sosyal çevre (Super ego) yatar. Böyle bir durumda ben merkezli bir ego oluşur, egonun obje-ilişkileri fonksiyonu ve dış bir objeye Libidinal yatırımı zayıflar. Freud'’n teorileri içinde yer alan bir kavram olan libido yaşam enerjisini ifade eder.
Sevgi “love” kelimesinin kapsadığı, o anda ölçülemeyen tüm iç güdülerin kantitatif ve kalitatif değeridir. Edebiyatta yazarların, şairlerin kullandığı anlamda, ayrıca evrensel olarak kullanıldığı anlam içeriği açısından libido, kökeninde cinsel sevgi olan yaşam arzusu, yaşam enerjisidir. Aile sevgisini, çocuk sevgisini, hümanist sevgiyi, arkadaş sevgisini, doğayı ve kendini sevmeyi (self-love) kapsayan zihinsel bir enerjidir. Freud, Id, Ego, Super Ego bağlamında hastanın davranışlarını bir tek enerji yönünden açıklamıştır. Bu enerji Libido’dur. Libido, bireyin erotik eğilimlerinin psişik arzu olarak ifadesidir, cinsel arzuyu da kapsayan ve yaşamı motive eden bir güçtür. Tüm bu anlatımların içinde, libidonun tanımı, Freud’un “sevgi-love” kavramı içinde yer almaktadır. Libido özünde cinsel sevgi olan ve haz alma, doyum sağlamayı gerçekleştiren güçlü bir enerjidir.
Freud, sanat ürünü veren bir sanatçının, resim ve heykel yaparken, ya da bir beste oluştururken duyduğu, zevk, cinsel sevgideki hazla eşdeğerlidir, der. Libidinal yatırım, diğer insanlar, olaylar ve olgular doğrultusunda gerçekleştikçe, yani kişi söz konusu olgulara libidinal yatarımı yapabildikçe, obje-libidosu (objeye yatırım enerji) gerçekleşecektir. Obje libidosunu gerçekleştirebilen kişi sağlıklıdır. Freud, ruhsal sağlıklı kişilerin herhangi bir obje kaybında rahatsızlanmadıklarını, ilgilerini diğer obje yada kişilere transfer edebildiklerini öne sürmüştür. Nörotik kişilerde ise obje ve kişilere yapılmış olan sevgi yatırımının, kendi deyimiyle obje ve kişilere yapılan libidinal yatırımın, daha sonra bazı karakteristik semptomlarla ifade edildiğini belirtir ve bu karakteristik semptomlar arasında obsesyon, histeri, anksiyete nevrozu ve fobi gibi patolojik durumlara yer verir. Psikozlarda ise durumun oldukça farklı bir görünüm aldığını belirten Freud, psikotiklerde libidinal obje kaybında ise, psikotiğin dünyaya, hatta kendisine bile yabancılaştığını, libidosunu kendine yatırım yaparak, kendini çevreden soyutladığını söyler. 1924-1932’li yıllarda Freud, bu semptomlarla, hastanın “gerçekle olan ilişkisinin koptuğunu” ifade etmiştir.
Hayal kırıklılıklarına karşı egonun tolerans düzeyi azalır ve libidinal yatırım kişinin Ego ve Self’ine yönelir. Varoluşçu açıdan kişide ontolojik bir güvensizlik söz konusudur. Birey artık narsist zedelenmelere karşı savunma tepkisi göstermeye başlar.
Freud her sağlıklı yetişkinin narsizm sınırlarını aşmış olup yaşam enerjisi olan libidosunu dış objelere yatırabilmesi gerektiğini vurgular. Böyle bir yatırım gerçekleşmediğinde nevroz ve psikozun kaçınılmaz olduğunu söyler. Freud, daha sonra psikotiklerdeki libido ile bazı soruları kendince cevaplamaya çalışırken sevgi objesinden koparak sanki self’in içine hapsolan obje libidosunun, yani aslında primer libidonun nereye kaybolduğunu bulmaya çalışır. Psikozda regresyonun oynadığı önemli rolün farkında olan Freud, psikotik hasta ile küçük çocuk, hatta bebek arasındaki benzerliğin üstünde durmuştur. Her ikisinde de yaşam enerjisi olan libidonun self'’n içinde hapsolduğunu fark etmiştir. Psikotiklerde bu obje libidosunun dış nesnelere yatırımının gerçekleşmediğini ve primer libidonun tekrar self’e döndüğünü ileri sürer.
Böylece Freud şizofrenide diğer psikotik hastalar gibi normal çocukluk döneminde ortaya çıkıp bitmiş olması gereken narsizm dönemine geri dönüş yapıldığını, regresyona girildiğini açıklayabilmiştir. Freud’a göre dış dünyadan geri çekilen libido şizofrenide Egoya yöneltilerek Narsizm denilen olayı ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle Freud, şizofreni için “Narsistik Nevroz” ifadesini kullanmıştır. Bu açıklamalarda her sağlıklı yetişkinin narsizm sınırlarını aşmış olup libidosunu dıştaki objelere yatırabilmesi gerektiğini vurgulamak istemiştir. Aksi halde nevroz ve psikozun kaçınılmaz olduğunu belirtmiştir.
Freud, şizofrenideki halüsinasyon ve hezeyan hallerinde, iki zihinsel durumun ortaya çıktığını söyler. Birincisi realiteyi görebilen sağlıklı bir zihin yapısı, diğeri ise içgüdülerin etkisi ile Egoyu realiteden uzaklaştıran zihin yapısıdır. Eğer ikinci hal daha güçlenirse, psikozun ortaya çıkması için gereken şartların oluştuğunu öne süren Freud, realiteyi görebilen sağlıklı zihin yapısı güçlendiğinde, halüsinasyon ve hezeyan gibi semptomların kaybolabileceğini söyler. Burada adeta psikozun ortadan kalkabileceğine değinmektedir.
Freud’un pesimistik yapısı ve psikoanalizde hastanın yeniden bir psikotik ruhsal çöküntüye gireceği endişesi onun psikoz vakalarına eğilmesini engellemiştir. Ancak bunlara rağmen psikoz konusunda yazılarını yazmaya devam etmiştir. Bu çalışmalarında vardığı sonuçlar şöyle özetlenebilir.
a) Psikozda dış dünya objeleri ile libidinal yatırımda bir kopma oluşmaktadır. (decathexis)
b) Obje libidosu hastanın self’ine dönerek narsizm yoğunlaşmaktadır. Narsistik dönemi olan bu regresyonda, hastanın çevre ile olan bozuk ilişkileri ağırlık kazanıyorsa, halüsinasyon ve hezeyan gibi semptomlar yine libidonun patolojik bir yatırımını ifade edecektir. Tüm bunlardan Freud’un vardığı sonuca göre, psikotiklerde psikanalitik tedavinin faydası pek değer kazanmamaktadır. Çünkü, toplam libidinal bir yatırımın (cathexis) ortadan kalkmasıyla transferin gelişmesinin imkansız olduğunu söyleyen Freud’a göre, hasta-hekim ilişkisi transferin gerçekleşmemesiyle güçleşecektir. Ancak, şizofrenlerde içgüdülerle ilgili yatırımın tümden ortadan kalkmadığını söyleyen Freud, bu hastalarda psikanalitik terapinin potansiyel bir etkisi olabileceğini ileri sürer. Daha sonraki yazılarında ise şizofrenlerin terapisi konusunda olumlu düşüncelerini ortaya koymuştur.
Freud’un şizofreninin terapisi üzerine görüşleri Avrupa ve Amerika’da ayrı yön ve ekollerde etkisini göstermiştir. Avrupa’da Freud’un çalışma ve teorilerinden etkilenen ilk grupta Bleuler yer almaktadır. Bleuler, 1911’de ilk kez Dementia Praecox teriminin yerine şizofreniyi (Schizophrenia) kullanmıştır. Çalışmalarında şizofrenide dil ve düşünceye, otistik düşünce yapısına ve regresif davranışa ağırlık vermiştir.
Bleuler, Freud’un rüyalarda ve psikonevrozlarda önemle üzerinde durduğu “sembolizasyon mekanizmasının” şizofreninin anlaşılmasına da katkıda olabileceğini söylemiştir. Bleuler, Freud’un sebep-sonuç ilişkisine dayanan determinist görüşünü benimseyerek, şizofreniklerdeki psikolojik faktörün önemine ağırlık vermiş, hastaların rüyalarla günlük yaşamını, çocukluk çağı ile yetişkinlik dönemlerini, normal ve anormal davranışlarını incelemiş ve bir yerde psikoterapinin temellerini atmıştır.
Tıp tarihinde Alman ekolü psikoza ağırlık verirken, Fransız ekolü psikonevroz doğrultusunda çalışmalara ağırlık vermiştir. Freud uzun yıllar Viyana’da yaşamış olmasına karşın, Charcot nedeniyle Fransız ekolünün etkisinde kalmış ve bilimsel yaşamında psikozlar onun için ikinci planda yer almıştır. Ancak ihtilalci doğası nedeniyle psikozlara da önem vererek, özellikle psikozlarda halüsinasyonlara açıklamalar getirmiştir. Egonun üstesinden gelemediği, kabullenemediği bazı olumsuz düşüncelerin halüsinasyon ve hezeyana neden olduğunu ileri süren Freud, halüsinasyonların arzu doyurcu (wish-fullment) özelliklerini incelemiştir.
Nörotiklerde temel mekanizmanın represyon (bastırma) olduğunu söyleyen Freud, paranoid şizofrenlerde bu mekanizmanın projeksiyona (yansıtmaya) dönüştüğünü belirtir. Nevrozları, egoyla id arasındaki çatışmaya bağlayan Freud, psikozda yani şizofrenide bu çatışmanın ego ile dış dünya arasında gerçekleştiğini söyler. Şizofrenide, libidonun (yaşam enerjisi), dış dünyadan çekilerek, egoya yöneltildiğini söyleyen Freud bu olguyu narsizm olarak adlandırmıştır. Paranoid şizofreni ile eşcinsellik arasındaki ilişkiyi psikiyatriye ilk kez sunan da Freud’dur. Ferenczi, 1911-1914’lerde, Freud’un, “paranoid belirtilerin latent eşcinselliğin ifadesi olduğu” görüşünü destekleyerek şöyle bir yorum ileri sürer: “Paranoid mekanizma, libidonun tüm yatırımlarına karşı değil sadece eşcinsel obje seçimine karşı bir savunmadır.” Freud’un paranoid eğilimlere dair teorisi ise şöyle özetlenebilir; Aynı cinsten birine karşı eğilim duyulduğunda Ego bu düşünceyi reddeder. Bu bir inkar mekanizmasıdır ve “Onu sevmiyorum, nefret ediyorum” gibi bir düşünce mekanizması geliştirir. Ancak ahlak kuralları ve sosyal normlar nedeniyle Ego bunu da kabullenemez. Bu kez projeksiyon mekanizmasını kullanarak “o benden nefret ediyor” gibi bir savunmaya geçer. Ancak Ego, bu düşüncelerle de rahatlayamaz.
Daha sonra rasyonalizasyon (akla uygun hale getirmek) mekanizmasını kullanan Ego, düşüncelerini bir mantık süreci içinde ifade ederek “Onu sevmiyorsam, Ondan nefret ediyorsam, beni tehdit ettiği benim için tehlikeli olduğundandır” savunmasını yapar. Tüm bunlar bilinçaltı süreçlerdir ve gerçeğe uymazlar. Takip ediliyor, tehdit ediliyorum şeklindeki perseküsyon hezeyanları böylece başlamış olur. Gerçeğin bu şekilde saptırılmış olması, Freud’a göre eşcinsel duyguların bilinçaltı tarafından inkar edilerek korkuya dönüşmesi anlamına gelmektedir.”
Sullivan (1892-1949) şizofreninin tanımlanmasında değerli katkıları olan bir bilim adamıdır. İnsanlar arası ilişkiler doğrultusunda konuyu ele alan Sullivan, self-esteem  (kendilik değeri) kavramını geliştirmiş, çocuğun, aile içinde bebekliğinden bu yana kendisini “iyi ben” (good-me), “kötü ben” (bad-me) olarak algılamasının, geleceğin şizofreniğini oluşturmasındaki önemini vurgulamıştır. Şizofrenik rahatsızlıklarda düşüncenin ilksel fonksiyonlarının bozulduğunu kabul eden Sullivan, bu bozuklukta hastanın tüm yaşam deneyimlerinin görülebileceğini söyler. Şizofrenik semptomatolojiyi çocukluktaki zihinsel fonksiyonlara geri dönüş olarak açıklayan Sullivan, zihinsel yapıyı organik anlamda ele almamış ilk psikiyatristtir.
Sullivan’ın çalışmaları 1920-1925’lerde terapist-hasta ilişkisinin önemini arttırmıştır. Sullivan, günlerce, haftalarca katatonik şizofren hastalarının yanında oturarak, hiçbir tepki almasa da onlarla konuşmuş, onlara dış dünyadan olumlu, olumsuz olaylar anlatmış ve reaksiyonlarını takip ederek transferans kurmaya çalışmıştır. Hastanın bakışlarında ve en ufak davranışlarından anlamlar çıkararak hastaların katatoni içinde de olsa bir şeyler anlatmaya çabaladıklarına inanmıştır.
Sullivan’a göre ebeveyn çocuğu cezalandırır. Güven duygusunun yok olmaması için çocuk ebeveyninin isteklerine uyarak ceza ve cezanın getirebileceği anksiyeteden kurtulur. Çocuk tarafından alınan bu güven ve emniyet tedbirlerinin kökenleri aslında anksiyeteden doğar ve anksiyeteden kurtulma yolunda bir dinamizmden meydana gelir. Sullivan’a göre self-esteem (kendilik değeri) insanın güven duygularının bekçisidir. Yaşadığımız yıllar boyunca uzunlamasına bir süreç içerisinde Self’imizi, Ego’muzu yapılandırır ve bu yapının bütünlüğünü korumak için her türlü çabayı gösteririz. Böylece Sullivan Ego’nun değişmezliği konusunda bir teori öne sürmüş olmaktadır. Ego bireyin hayat çerçevesidir. Egonun bütünlüğünü koruyabilmek için, nörotiklerin gösterdiği çabayı göstermekte nörotikler kadar başarılı olamayan psikotiğin zayıf bir ego yapısının gelişiminde, ilk çocukluktaki iyi-ben (good me) kavramının yoksunluğu görünmektedir. Yani psikotik, self-imajını bu mahrumiyet ve olumsuzluklarla yapılandırmıştır.
Sullivan psikozlu hastalarda kendi görüşleri doğrultusunda gerçekleştirdiği psikoterapötik çalışmalarda, bilgilerinin yanı sıra kişisel yeteneği ve özverisi ile başarıya ulaşmıştır. Şizofreni gibi en ağır psikoz vakasına bile özverili ve empatik bir yaklaşımla ulaşılabileceğine her zaman inanan Sullivan, çalışmalarında self (kendilik) kavramına ağırlık vermiş, Self’in doğumdan itibaren var olan tüm potansiyellerin özü olduğunu belirtmiştir. “Self, kültürün yarattığı değerlerin özü ve ürünüdür” diyerek, başkalarının bizi gördüğü ve değerlendirdiği doğrultuda kendimizi yani self-imajımızı değerlendirdiğimizi savunmuştur.
Bu görüşler şizofreni için ayrı bir değer taşımaktadır. Bir şizofreninin kendini dünyada yapayalnız hissetmesi ve ulaşılamaz oluşu onun çevreden soyutlanmışlığından kaynaklanır. Kendisini çevrenin, onu gördüğü gibi görüp değerlendirir ve olumsuz değerlendirmeler benliğini, self’ini olumsuz algılamasına neden olarak onun toplumdan daha fazla kopmasına neden olur. Bu karşılıklı olumsuz etkileşimin yarattığı kısır döngü sonucu psikotikliğin itici görünümü ortaya çıkar.
Psikozlar ve şizofreninin oluşumlarıyla ilgili çalışmalarda yoğun katkıları olan Jung, Freud’dan ayrılışından 9 yıl önce 1903’lü yıllarda yazdığı “Psychology of Dementia Praecox” kitabında hezeyanların, halüsinasyonların ve diğer şizofrenik semptomların bilincin kontrolünden çıkan kompleks bir faaliyetin sonucu olduğunu belirtmiştir. Jung’a göre kişiliğimizi yapılandırmadaki asıl temel duygularımızdır. Duygularımız, zihnimizdeki kompleks yapının dinamik gücüdür ve tüm zihinsel alanı kaplar. Rüyalardaki, psikolojik mekanizmaların şizofreni ile olan bağlantısına değinen Jung, rüya gören kişinin uyanıkmış gibi davranmasına izin verdiğimizde şizofreninin klinik tablosu ile karşı karşıya kalacağımızı belirtir. Bu sözleri ile Jung rüyaların psikotik nitelikte olduğu söylemektedir.
Jung’un şizofreniyi yorumlamasında diğer önemli bir kavram “kollektif bilinçaltıdır” Mitolojinin evrenselliği Jung’u oldukça etkilemiş, bireysel vakalarda da hastanın kişisel geçmişinin yanı sıra kollektif bilinçaltından kaynaklanan düşünce ve duygularını incelemenin, hastayı ve  semptomlarını anlamadaki faydalarına inanmıştır. Jung psikanalitik kavramları şizofreniye uygulayan ilk bilim adamıdır. Jung’un teorisinde yer alan kollektif bilinçaltı kavramı insanın bireysel kişiliğini aşan bir bilinçaltını tanımlar. İnsanın atalarından kalıntı yoluyla nesilden nesile taşınan kollektif bilinçaltı, özellikle patolojik durumlarda egoyu bozan, gölgelendiren bir olgudur. Doğuştan getirdiği bir tabakadır, atalarından almış olduğu tüm kalıntıları kapsar ve evrenseldir. Tüm insan ırklarında beyin yapısı belirli ve benzer evrimlerden geçer. Bizdeki yaşantı ve deneyimler, insanlığın bizden evvel geçirdiği yaşantı ve deneyimlerden birer kalıntıdır. Nesiller boyunca güneşin doğuşunun güzelliği, yaşanan korkular, doğa güçlerinin üzerimizdeki etkileri kollektif bilinçaltımızda yer alır.
Jung’a göre patolojik durumlarda kollektif bilinçaltı, egonun kontrolünden çıkarak nörotik semptomları ve psikotik hezeyan ve halüsinasyonları meydana getirir. Jung’un “Analitik Psikoloji” teorisi içinde kişilik, bir grup ayrı fakat karşılıklı etkileşme halinde olan sistemlerden oluşmuştur. Örneğin kompleksler bireyin bilinçaltında olan düşünce, duygu, algılama ve hatırlamaların organize olmuş bir gruplaşmasıdır. Kişiliğin ortasında, Jung’un varolduğunu kabullendiği bir çekirdek bulunmakta ve bu manyetik alan tüm bu yaşantıları kendine doğru çekmektedir. İşte kompleksler bu yaşantı ve deneyimlerden oluşur ve herhangi bir konuyla ilgili duygu, ideal ve anılar birer kompleks oluşturur. Annelik kompleksi, Jung’un önemli bir kavramıdır. Bu kompleks ileride kişilik yapısını tümüyle egemenliği altına aldığında yangın ya da deprem olan her yerde çocuğunun bulunabileceğini takıntılı ve abartılı bir şekilde yaşayan kişi nörotik ve daha da yoğun durumlarda psikotik olabilir.
                        Jung’da arşetip kavramı evrensel bir düşünce tarzıdır ve kollektif bilinçaltının yapı taşıdır. Tüm nesiller boyunca biriken deneyimlerden oluşur, tek bir bireye özgü değildir. İlk insandan bu yana görülen korkular, ümitler, başarı ve felaketler belirli izler ve tortular bırakır. Kahraman, düşman, güzel, çirkin, iyi, kötü gibi kavramlar da arşetipütir ve evrenseldir. Arşetipin temelinde yoğun heyecan yatmaktadır. Jung psikotik hastaların rüyalarında devler, cinler, periler gibi mitolojik halk masallarından kaynaklanan arşetipler bulmuştur.
Jung’a göre self en mükemmel arşetiptir ve self arşetipinin belirli bir olgunluğa gelebilmesi için insanın olgunlaşması gereklidir. Self kişiliğinin ortasındaki noktadır, tüm sistemleri birlik ve denge halinde tutar. Daima ulaşılmak istenen ama erişilemeyen bir olgudur. Şizofrenik kişilerde komplekslerin varlığını belirterek duyguların komplekslerdeki dinamik güçten oluştuğuna dikkati çekmiştir. Şizofrenin merkezi sinir sistemindeki psikosomatik bozukluklara bağlanabileceği olasılığını ilk düşünen bilim adamı olan Jung şizofrenide temel kişilik yapısının introvert yani içedönük olduğunu öne sürmüştür. Şizofreniği bilinçaltının olağanüstü gücüne bağlayan Jung şizofrenik semptomları ise kollektif bilinçaltında depolanmış olan arşetipler olarak incelemiştir. Psikozlu hastanın bireysel geçmiş yaşamına önem vermekle beraber kollektif bilinçaltının varlığını her zaman savunan Jung, bunun içeriğindeki arşetiplerin hastanın bozuk düşünce yapısını oluşturduğunda her zaman ısrar etmiştir.
Freud sonrası dönemde şizofreninin terapisi üzerine görüşler Avrupa ve Amerika’da etkisini sürdürmüştür. Abraham, 1911-1913’lerde şizofren bir hastasıyla yaptığı çalışmalar sonucu Freud gibi düşünerek, şizofrenlerin, sevgi – objelerinden libidolarını tümden çekmediklerini, hostiliteleri (düşmanca duygular) kadar libidolarını da sevgilerinde, kişi ve objelere transfer edebildiklerini söylemiştir. Böylece, şizofrenilerde transfer olayını kabullenerek, terapiden fayda sağlanabileceğine inanmıştır.
Aynı dönemde BJERRE, paranoid şizofreni teşhisi konan bir hastanın 40 seansını gerçekleştirerek başarı sağlamıştır. Hastanın çocukluğundan bu yana yaşamını inceleyen Bjerre, perseküsyon hezeyanlarını büyük bir dikkatle ele alıp yargılanmadan ve hastanın güvenini kazanarak, TRANSFER mekanizmasına dair yorumlarını gerçekleştirmiştir. Bjerre, hastanın semptomlarından kurtulup iyiye doğru gitmesinde terapistle olan ilişkideki güven duygusunun önemini de vurgular. Bu dönem içinde Avrupa’da üç yönde gelişme görülmektedir.
1) 1919’lardan sonra şizofrenik hastanın aile ve ev çevresi terapide devreye girmiştir.
2) Freud ve Ferenczi’den sonra diğer bilim adamları, latent eşcinsel eğilimler ve paranoid yapının ilişkisine önem vermişlerdir.
3) Şizofrenik hastanın projeksiyon mekanizmasının ve hostil transfer reaksiyonlarının, düzenli bir yeniden eğitimle, yani uygun bir psikoterapi ile azaltılabileceği ve tedavi edilebileceğini savunan bilim adamlarının sayısı artmaya başlamıştır.
Laforque’nun da şizofreni için değişik bir yorum ileri sürdüğü görülmektedir. Frusture olan (hayal kırıklığına uğrayan) çocuk buna neden olan ailesini adeta üzüntüden öldürmek, cezalandırmak için yaşamla olan ilişkisini koparır. Yapıcı olmak yerine yıkıcı olabilir. Ego’sunu, sevgi – objesi olarak alır ve bu dönemde perseküter olarak algıladığı kişiye düşüncelerini yansıtır projekte eder. Laforque, şizofreni nedeni olarak bencil bir süperego kavramını ele almaktadır. Bu düşünceleri, Freud’un kültürün ve medeniyetin insanı esir ettiği, sosyal çevre belirtilerinin Ego’nun kaldıramayacağı kadar ağır olduğu görüşünü desteklemektedir.
Freud sonrası dönem içinde diğer bilim adamları, pasif teknik, aktif teknik, hatta bugün eklektik teknik dediğimiz, hiçbir metoda bağlı olmayan tedavi süreçleri üzerinde incelemeler, araştırmalar yaparak. Şizofrenide süperegonun aşırı cezalandırıcı olduğunu savunmuşlar ve süperego aşırılığını ileri sürmüşlerdir. 1919’larda aile terapisine eğilim gelişme göstermiş, terapide aktif ve etkin bir işbirliği görüşü önem kazanmıştır. Bu dönemde psikiyatristler şizofrenide, transferansa, nevrozlardan daha fazla önem vermişler ve şizofgrenlerin psikoterapisinde hastanın, terapiste karşı tepkilerinin olumlu sınırlarda tutulmasını öngörmüşlerdir. Hasta – hekim ilişkisi hostil (düşmanca) bir ortama dönüştüğünde, terapistin etkili olamayacağı görüşünü belirtmişlerdir.
Yine bu dönem içinde Avrupa’da Federn, şizofreninin psikoterapisinde önemli bir kişi olarak görülür. Federn’in görüşleri şu doğrultudadır:
-Psikotikler transferans kurabilirler
-Ego’nun bir bölümünün kişinin içinde bulunduğu patolojik konum hakkında iç görüşü vardır.
Bu görüş, Karl Menninger’in “Sağlıklı Ego, Sağlıksız Ego” ve Freud’un “sağlıklı zihin yapısı” ve Ego’yu realiteden uzaklaştıran “sağlıksız zihin yapısı” kavramlarına paralellik göstermektedir. Federn, psikozdaki şizofrenik kişilik yapısında bir yerlerde realitenin var olduğunu her zaman savunmuştur. Federn, terapistin günlük yaşam sorunlarında hastasına yardımcı olmasını, hastanın psikozu ile ilgili semptomlarıyla, psikotik olmadığı dönemdeki yaşamı ve semptomları arasındaki bağı görüp, bunu hasütaya da gösterip anlatabilmesini, hastaya düşünce ve davranışını motive edebilecek gerçekler doğrultusunda farkındalık ve bilinçlilik kazandırılmasını, psikotiğe hiçbir zaman çocuk muamelesi yapılmamasını, küçümsenmemesini ve kişiliği ile ilgili haklarına saygı gösterilmesini her zaman savunmuştur.
1940’larda, şizofrenlerin terapötik tedavisine verilen önemin arttığı görülmektedir. Sevgi içeren bir ortamın oluşmasının terapi için şart olduğunu, hastanın terapiste bağlanarak gereksinimlerinin direkt olarak giderilmesi, ancak bu bağın terapist yönünden destekleyici (suportif) bir bağ niteliğinden ele alınması sırasında seven ama destekleyici bir anne (mothering) olunabilmesi gibi görüşler önem kazanmaktadır.
Bu dönemde, Perrier, hasta için bir ayna olmak (Being a mirror) kavramını terapiye getirmiştir. Perrier’e göre, kendine yabancılaşan şizofren, aynada kendini göremez, tanıyamaz. Terapistin hastaya dair sözlü ifadeleri, ikisi arasındaki ses bağlantısı ve iyi bir komünikasyon, terapistin hastaya bir ayna vazifesi görmesini sağlar. Hastanın konuşmasındaki ve davranışındaki anlamlılık ona yansıtıldığında, hasta terapistte kendini görür. Bunu simbiotik bir olay olarak kabul eden Perrier’e göre, hasta böyle bir ilişki içinde kabullenildiğinde, terapistin aracılığı ile kendini iyileştirmeye çalışır.
Bu araştırma ve çalışmalar, Avrupa’nın o yıllarda paranoidler dışında genelde psikozların terapötik tedavisini desteklediğini göstermektedir. Ayrıca şizofreninin, özellikle depresif şizofreni tedavisinin, Avrupa’lı psikiyatristler için ümit verici olduğu görülmektedir.
Sullivan’ın şizofrenlerle yaptığı yoğun çalışmalar Amerika ve Avrupa’da psikiyatrsitlerin şizofrenlerin psikanalizine olan tutumunu oldukça etkilemiştir.
Yine bu dönemdeki çalışmalarda, psikanalitik teorilerin psikotiklerin davranışlarını, sembolleştirmelerini çözebildiği, ancak bunların uygulamaya dönüşerek psikotiklerin tedavisinde uygulanamadığı görülmektedir.
Klasik Freud yönteminin psikotiklerin tedavisinde kullanımının tehlikeli olduğu görüşünü savunanlar, yöntemin tedavide kullanılmasının psikotikleri sınır-vaka (Borderline)’da tutabileceğini veya Borderline’a sokabileceğini vurgulamışlar ve örneğin divana uzanıp karşı duvara bakmanın hastanın realiteyle kopukluğunu artırabileceğini ileri sürmüşlerdir. Dönemin bilim adamları terapistin psikotik hastayı en az beş yıl, nevrozda ise en az iki yıl takip etmesinin gerekliliğini savunmuşlardır.
1920’lerden sonra Amerikalı psikiyatristler Avrupa’ya giderek Freud ve öğrencileri ile çalışmaya başlamışlar, Londra, Berlin, Viyana ve Budapeşte’de kurulan psikanaliz enstitülerinde eğitim görmüşlerdir. Böylece Avrupa’da nörotiklerin olduğu kadar psikotiklerin de terapisini kapsayan 25 yıllık bir mazi, o dönemdeki terapi ortamını yeterli düzeyde bir olgunluğa eriştirmesinin yanı sıra bugünün psikoterapötik ortamının psikotiklere uygulanmasının temelini oluşturmuştur.
Ülkemizde ruh ve sinir hastalıkları konusunu ele alın doktorlardan Mazhar Osman Uzman  (1884-1951) 1917 yılında Fransız La Paix Hastanesinde başhekim olarak görev yaptığı zaman içinde bir dizi konferans düzenleyerek akıl hastalarının “deli” değil, “hasta” oldukları görüşünün halk tarafından benimsenmesine çalışmıştır.
Fahrettin Kerim Gökay (1900-1987)’te “Ruh Hastalıkları” (Psikiyatri) adlı ilk kitabını eski yazıyla yazılmıştır. Fahrettin Kerim, Türkiye Akıl Hıfzısıhha Cemiyeti”, “Yeşilay”, “Türkiye Sosyal Psikiyatri Araştırma Derneği” gibi ulusal ve uluslararası derneklerin kurucusu ve kurucu üyesi olmuştur.
Rasim Adasal (1902-1983), 1975’te yayınlanan “World History of Psychiatry” (Dünya Psikiyatri Tarihi) kitabında, Türkiye’deki “öncü” psikiyatristlerden biri olarak anılmıştır. Adasal’ın yazdığı “Medikal Psikoloji” kitapları ilk defa tıp eğitimi içinde yer almıştır. 1960’lı yıllarda 3 cilt halinde “Ruh Hastalıkları ve Psikonevrozlar” adlı kitabını, 1970’li yıllarda da 2 cilt halinde yayınlanan “Medikal Psikoloji” adlı kitabını yayınlamıştır.
İlhan Şükrü Aksel (1899-1987), 1919 yılında İstanbul Haydarpaşa’da “Emrazı akliye” Hastanesi’nde çalışan Mazhar Osman’ın Toptaşı Bimarhanesine başhekim olarak atanmış, daha sonra Almanya’da Kreapelin yönetiminde Alman Psikiyatri Araştırmaları Merkezinde çalışmıştır. 1951 yılında Psikiyatri Kliniği Kürsü başkanlığına seçilen Aksel, 1952 yılında “Ordinaryüs” ünvanını kazanmıştır. İhsan Şükrü’nün psikiyatriye en büyük katkısı bu ilmin 30-40 yy sonraki geleceğini görmesi, başka tıp dallarıyla bağlantılı olması gereğini savunarak bugünkü liyezon psikiyatrisinin temelini atmış olmasıdır. İnsanın ruhsal, bedensel ve toplumsal bir bütün olarak görülmesi ile ilgili görüşü günümüz psikiyatrisine katkı sağlamıştır.
Aksel “Dünya Psikiyatri Birliği” ve “Dünya Nöroloji Federasyonu”nun kuruluşuna Türkiye adına kurucu olarak katılmış ve bu kuruluşta uzun yıllar etkin çalışmalar yapmıştır. Ayrıca “Dünya Akıl Sağlığı Federasyonu’nda da ülkemizi temsil ederek “Yönetim Kurulu Üyesi” görevini sürdürmüştür. Aksel 1958 yılında Bulgar Hükümeti Otlicnik nişasınını, 1959 yılında ise Fransız Hükümeti Psikiyatri Kongresinde”, en ünlü 16 psikiyatrist arasında yer almıştır. Psikozların anatomisi üzerine önemli çalışmalar yapmış, bu ve diğer yapıtları Almanca, Fransızca, İtalyanca, İngilizce dillerinde yayınlanmıştır.
Türkiye’de yukarıda adı geçen bilim adamları ve sonrasında yetişenler psikoloji-psikiyatri ve nöropsikiyatri dallarında yoğun araştırmalar yaparken, Avrupa’da konu ile ilgili kuruluşların paralelinde Türkiye’de de ilk Türk Tıp Derneği 1856 yılında, Türk Nöropsikiyatri Derneği ise 1914 yılında İstanbul’da kurulmuştur. Toptaşı Bimarhanesi’nde yapılan toplantı, İstanbul’da 12 uzmanın katılımıyla “ilk toplantı” olarak gerçekleştirilmiştir. I. Dünya Savaşı dönemine rastlayan yıllarda zabit defterlerinde dernek toplantısına ait kayıt bulunmasına rağmen, Mazhar Osman’ın “Tablabet-i Ruhiye” adlı kitabında, savaş yılları süresince Şişli Fransız La Paix Hastanesi’nde derneğin aylık bilimsel toplantılarının sürdürüldüğüne dair belgeler yer almaktadır.
Günümüzde teknolojinin gelişmesiyle birlikte Bilgisayarlı EEG, Beyin Tomografisi, Manyetik Çekirdek Titreşimi ve benzer teknikler, insan beynindeki yapısal ve işlevsel bozukluklara dair yeni bulgular edinilmesini sağlamıştır. Özellikle 1980’li yıllardan sonra “Biyolojik Psikiyatri” alanındaki ilerlemeler şizofreni, kaygı ve panik bozukluklar, nevrozlar ve psikozlarda, MSS’nde ortaya çıkan yapısal ve işlevsel bozuklukların anlaşılmasına yardımcı olmuştur.
PSİKOZ VE ŞİZOFRENİ
Bellak’ın, “A Review of the Syndrome” adlı kitabında Şizofreni ve Psikozun klasik görüşlerden modern görüşlere doğru ele alınarak incelendiği görülmektedir.1
Psikotiklerle yapılan çalışmalara bakıldığında, 1907-1908’lerde Arbaham’ın, hezeyan ve halüsinasyonlarda, çocukluk deneyimlerinin önemine değinmiş olduğu görülmektedir. Daha sonra 1911’lerde Freud’un, “Shcreber Vak’asını”2 ele aldığında psikotik sürecin pek çok yönünü incelediği ve 1914’deki yazılarında muhtelemen Schreber vakasının etkisi ile, şizofrenide libidonun objelerden çekilip, hastanın megalomanisine (büyüklük hezeyanı) yatırımını ifade eden hipotezini ortaya koyduğunu görmekteyiz. Federn ise, şizofreninin birincil olarak bir ego bozukluğunu olduğunu ileri sürmüş, “ego sınırları ve egonun algı örüntüleri” ile ilgili kavramları formülleştirmiştir. Aynı dönemde Katan, Bak, Eissler ve Hartmann, şizofreninin libidinal yönüyle ilgili çalışmalar yapmışlar; Bak, şizofrenik regresyonda egonun önemine değinmiş; Hartman, egonun ilksel safhalara gerilediği dönemlerde, agresyonunun üstesinden gelebilmedeki yetersizliğini önemsemiştir. Bcyhowski, Jacobson ve Roheim ise şizofrenide temel bozukluğun libidinal kaynaklı olduğunu ve egoyu hedef aldığını öne süren çalışmalarda bulunmuşlardır.
Emil Krapelin’in bugünkü şizofreni terimi için ‘Dementia Praecox’ (erken bunama) tanımını kullanmasından sonra 1911’de Bleuler’in ilk kez ‘Schizophrenia ‘terimini psikiyatriye kazandırdığı görülmektedir. “Schizo” parçalanma “phrenia” ise akıl anlamına gelmektedir. Bleuler, şizofreniyi bazı psişik fonksiyonların parçalanması, bozulması sonucu ortaya çıkan bir akıl hastalığı olarak ifade etmiştir. Meyer şizofreniyi temeldeki yapısal alışkanlıklarda bir organizasyon bozukluğu olarak tanımlamıştır. Freud ise, şizofrenide insanlar arası ilişkinin bozulmasını çok önemli bir kriter olarak görmüştür.
Şizofreniye dair klasik görüşlerden sonra, bugünkü ‘şizofreni’ kavramını ele aldığımızda Libido ve Ego psikolojisine dair süreçler doğrultusunda bilim adamlarının şizofreni’yi “psikolojik bir yapı anlamında”mı ele aldıklarını veya somatik bir nedene mi bağladıklarını yada bir yatkınlıktan mı kaynaklandığını yönündeki yaklaşımlarını açık bir ifade ile belirtmedikleri görülmektedir. Şizofreninin oluşumundaki nedenlere ağırlık veren analitik yönelimli yazarlar, bebeğin gelişim sürecinde, yapısında var olan potansiyel patolojinin ortaya çıkışını araştırmalar ve sorunun bu yönüne eğilmişlerdir.
Spitz, erken çocuklukta yaşanan yoksunlukta, patolojik anne ile olan ilişkiden söz etmektedir. Spitz’in üzeride durduğu en önemli konu, çevresel psikolojik faktörlerin öncelikli bir neden yaratıyor olmasıdır”
Bellak da Spitz’in görüşlerini destekleyerek, bebeğin ilk kucağa alındığı dönemlerde ebeveyn ve yakın çevreden kaynaklanan tutum ve davranış bozukluklarının, geleceğin şizofreniğini hazırladığına dair görüşlerine ağırlık vermiştir.
M.Klein, Ortodoks Freudcu ekole katkılarda bulunmuş, Jung, Sullivan, Reichmann da şizofreniye dair kayda değer çalışmalar ortaya koymuşlardır.
Yukarda sözü geçen yazarlar ve bilim adamları, Ortodoks bir düşünce doğrultusunda, şizofreniyle ilgili ağırlıklı ve yoğun çalışma alanlarının ‘çocukluk şizofrenisi’ olduğunu ortaya koymuş olmaktadırlar. Yani, şizofreninin nedenlerine doğru bir araştırma bizi ilk bebeklik dönemlerine götürmektedir. Çocukluk psikozuna dair çalışmalara katkıda bulunan Mahler ve Ekstein’ın araştırmalar bu bağlamda çok değerli verileri psikiyatriye kazandırmıştır. Mahler ve arkadaşları otistik çocuk konusu ele alırken, yapısal bozuklukların varlığına da dikkat çekmektedirler. Otistik çocuk dış dünyaya çok az reaksiyon göstermektedir. Öte yandan, annenin çocuğa karşı görünürdeki bozuk tutumu ise çocuğun dış dünyaya karşı bozuk tepkisinde ikincil bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır. “Annelik, davranışının aşırılığı”, daha sonraları çocukta bozukluğu arttıracak bir faktördür.
Bu yöndeki çalışmalar, bir psikozun gelişeceğine dair tahminler ortaya koymaktan öte, gelişecek olan bir psikozun içeriği ve türüne dair bilgi de vermektedir. Araştırmalar, bir annenin ileride psikotik paranoid belirtileri ortaya koyacak bir çocuk yetiştirebileceğini, diğer bir annenin ise, gelecekte histerik nöbetler geçirebilecek, eksitasyon yaşayabilecek veya katatoniye girecek psikotik bir birey yaratabileceğini göstermektedir.
Psikanalitik ekolün kurucusu olan Freud’un şizofreniye dair düşüncelerinin gelişimini takip etmek kolay olmamaktadır. Bunun nedeni; Freud’un nevroz-psikoz kavramlarını tanımlamada belirgin bir farklılık ortaya koymamış olmasıdır. Fliess’e yazdığı bir mektupta ‘ruhsal hastaların klinik görünümlerine isim vermenin, genelde bir değer taşımadığına dikkati çekmiş ve aralarına kesin bir sınır koymanın fazla bilimsel bir açıklık getirmeyeceğine değinmiştir. Örneğin; Kronik paranoid yapının, patolojik bir savunma olduğunu düşünürken, Fliess’e yazdığı bir mektubunda bu kez, paranoid yapının bir ‘savunma nevrozu’ olduğunu belirtmiştir. (Freud; 1887-1902). Ancak daha sonra kronik paranoid semptomlardan yakınan bir hastası içinde ‘bu bir savunma psikozudur’ demiştir.
1911-1914 yılları arasında Freud’un ‘paranoid belirtilerin latent eşçinselliğin ifadesi, olduğu görüşünü destekleyen Ferenczi’nin çalışmalarına baktığımızda ‘paranoid mekanizma libidonun tüm yatırımlarına karşı değil sadece eşçinsel obje seçimine karşı bir savunmadır” ifadesini görmekteyiz.
Freud’un ‘paranoid eğilimlere’ dair teorisi ise şöyle özetlenebilmektedir.
- Aynı cinsten birine karşı eğilim duyulduğunda ego bu düşünceyi reddetmektedir.
- Bu kez ‘onu sevmiyorum, nefret ediyorum’ gibi bir düşünce mekanizması gelişmektedir. Ego bunu da kabullenmemektedir.
- Ego, daha sonra projeksiyon mekanizmasını kullanarak ‘o benden nefret ediyor’ gibi bir savunmaya geçer. Ancak bu görüş de kişi rahatlamaktan uzaktır.
- Daha sonra rasyonalizasyon mekanizmasını kullanan EGO, ‘onu sevmiyorsam, ondan nefret ediyorsam bu duygu, beni tehdit ettiği ve benim için tehlikeli oluşundandır’ savunmasını yapar ve böylece perseküsyon hezeyanları başlamış olur. Gerçeğin bu şekilde saptırılması Freud’a göre eşçinsel duyguların bilinç altında inkar edilerek korkuya dönüşmesi anlamına gelmektedir.
Psikanalitik ekole baktığımızda, Freud’un eşçinselliğin kaynağına dair psikolojik açıklamalarının yıllar boyu hep değişmeye uğradığını görmekteyiz. Kadında eşçinselliğe dair pek açık bir teori ortaya koymamakla beraber kalıtımsal faktörlerin eşcinsellikte etkin olabileceğine değinmiştir. Freud her iki cins için genel bir eşçinsellik teorisi ortaya koymuştur. Eşcinsellik, erkek çocuk için fallik dönemde başlamasına karşın, bu doğrultudaki gerçek seçimi bluğ çağının başlarında yer almaktadır. Erkek çocuk obje seçiminde özdeşleşme yaşarken hemcinsleriyle fanteziye dayanan oyunlara eğilir. Daha sonraları, Freud’un temelinde cinselliği içeren yaşam enerjisi olarak açıkladığı libidosunu, “onun gibi olana” yani başka bir erkek çocuğa yatırır. Freud burada libidonun otoerotik kullanımından söz etmektedir. Eşcinsel erkek çocuk, büyük bir olasılıkla anne yada anne eşdeğerli bir kişiyle çok yakın olmuş, okşanmış, aşırı korunmuştur. Bu durumda Ödip Karmaşasını yaşamak yerine, annesiyle özdeşleşerek sadece görünümünde kadınımsı (efemine) olmakla kalmayıp, bir zamanlar haz duyduğu ana-oğul sürecini yeniden kurmak ister. Ancak bu kez kendisi anne rolüne girip, diğer erkek çocuğu kendisinin yerine koyarak o sevgiyi yeniden yaşamaya çalışır ve yaşar. Cinsel içgüdülerinin asıl amacı, normal gelişen çocuklara kıyasla daha fazla bastırılmış olur. Artık diğer erkeklere libido yatırımını, sanki onlar kendisiymiş gibi gerçekleştirmektedir. Bu nedenle Freud, eşcinsellik ve narsizmin birbiriyle ilgili olgular olduğunu savunmuştur. Freud’a göre eşcinselliğin asıl aradığı, diğer erkeklerde kendisini bulup severek, narsistik bir “kendini sevme” (self-love) durumuna ulaşmaktır. Freud, olgunlaşmanın ilk dönemlerindeki eşcinsel faaliyetlerincinsel gelişimin normal bir süreci olduğunu kabul etmekle birlikte, ergenlik döneminden sonraki eşcinselliği yeterli ve doyurucu bir uyum sağlama olduğundan şüphededir. Freud’a göre yetişkin davranışındaki eşcinsellik, “heteroseksüelliğe kıyasla daha primitif, daha özdeşleşme temelli ve daha narsistik süreç içeren bir olgudur.
Psikanalitik teorilere bakıldığında Freud’un yanı sıra şizofreniyi anlama ve tedavi etme sürecinde Federn’in çalışmaları yer almaktadır. Federn, 19. yüzyılda ego fonksiyonlarını incelemiş, şizofreniğin terapisi ile ilgili çağdaş süreçler ortaya koymuştur. Yazılarında şizofrenik hastaların aileleriyle birlikte ele alınmaları gerektiğini ifade etmiştir. Federn’in konuyla ilgili düşüncelerinde; a) ego sınırlarının gücü ve zayıflığı, b) subjektif bir duygu, düşünce ve aksiyon bilinçliliğini kapsayan “ego feeling” (ego sezgisi), c) egonun objeye libido yatırımını ifade eden “ego kateksisi” kavramları yer almaktadır. Narsisizm ve obje ilişkilerini de ele alan Federn, geleneksel psikanalitik görüş kapsamında, psikozdaki süreç bozukluğunun nedenini, libidonun gerçeklerden çekilerek, gerçeği değerlendirme yetisinin kaybına bağlamakta ve sonuçta hezeyanlar ya da diğer telafi edici süreçlerin ortaya çıkabileceğini belirtmektedir. Federn, görüşlerine şöyle bir açıklama getirmektedir. Bebek, ilk başta kendisini çevreden ayıramaz. Ancak bu ayrımı gerçekleştirdikten sonra selfini dış dünyada farklı bir olgu olarak hissetmeye başlar. Bu dönemde söz konusu olan olgu, yukarıda bahsi geçen “ego sezgisi” kavramıdır. Ego sınırları kavramı da selfin dış dünyadan ayrımını ifade etmektedir. Federn, egoyu iki anlamda ele almaktadır: a) “bir sistem” olarak ele alındığında ego, id ve süper egoyu (üst ben) kapsayan diğer tüm elemanlarıyla birlikte organize bir yapıyı ifade etmektedir. b) “bir obje” olarak ele alındığında ise, egonun idin istekleriyle süperegonun baskıları arasında sıkışmışlığının bilincinde olduğu ifade edilmektedir. Federn yukarıdaki kavramlardan yola çıkıp, “güçlü” ve “zayıf” ego ifadelerini kullanarak egonun bu farklı durumlarını açıklayan teorilerinde psikotik kişinin “gerçek-dışı” “kozmik hezeyanlar”, “kişilik parçalanması-depersonilizasyon” gibi durumların anlaşılmasına katkıda bulunmuştur.
Diğer bir analitikçi olan Katan*, psikozun, egonun realiteyi göremediği anda başladığını ifade etmekte, ancak egonun bir bölümünün hala gerçekle ilişkide olduğunu belirtmektedir. Örneğin, eşcinsel bir dürtü tehlikesine karşı egonun gerçek ile ilişki kuramayacağını,ı eşcinsel dürtülerin ise projeksiyon (yansıtma) mekanizmasını arttırıp, egonun realite ile ilişkisini tamamen bozacağını ifade eden Katan, egonun gerçekle ilişkide olan kısmı nedeniyle bireyin tümüyle psikotik olamayacağını ve bu nedenle terapisinin de başarılı olabileceğini savunmaktadır. Katan, kadınsı dürtüleri olan şizofrenik erkek bir hastayı, bir eşcinselden farklı tutmaktadır. Katan’a göre, eşcinselin annesine karşı yoğun bir ödip bağlılığı vardır ve kendini onunla özdeşleştirip, esvgi objesi olarak başka bir erkeği hayatına katar. Katan, şizofreniğin ise ödip bağları olmadığını, kadın olma arzusunun, kadınımsı (feminen) bir yapısal faktörden oluştuğunu kabul etmektedir. Şizofreniğin, biseksüel olduğunu ve bu biseksüel karmaşada, heteroseksüel faktörlerin göz ardı edildiğini savunmaktadır. Psikoz öncesi döneme ağırlık veren Katan, şizofreniğin ancak narsistik tipte bir ödip kompleksi yaşayabileceğini ifade etmektedir. Yani erkek çocuk annesini, kendisinde var olan, kadınsı yönler dolayısıyla sevmektedir. Bu nedenle, bilinçaltı dürtüler ve kadınsı dürtülerin gücü arttıkça, ego gücünü kaybedip Ödip kompleksi terk edilmektedir. Buna bağlı olan Katan, Ödip karmaşasının bireyin egosunun gerçekle ilgili olan fonksiyonlarının gelişimindeki önemini savunmaktadır. Ödip karmaşası çocuğun başkalarına olan bağımlılığı konusunda bilinçliliğini sağlamaktadır. Bu inançları nedeniyle Katan, Ödip kompleksinin sanki psikoza karşı bir savunma yolu olduğu görüşünü savunmaktadır.
Şizofrenik kişi, Ödip kompleksini yaşamayıp narsistik bir yapıya girmekle jenital tatmini kadınımsı bir anlam kazanmaktadır. Bu nedenle birey kendi erkekliğini, diğer bir erkekte idealize edip, kendi kadınsı özdeşleşmesini gerçekleştirmektedir. Bu hassa, denge yani diğer erkekle olan ilişki, hastanın realite ile tek bağı olarak kaldığı sürece, ego çözülmeye başlamakta ve daha yoğun hallerde patolojiye doğru gitmektedir. 
Roheim büyüsel düşünce ve şizofreni ilişkisini ele aldığında, genelde egonun “obje ilişkisi fonksiyonunun”2 sağlıklı olup, olmayışının, ilk çocukluk döneminde anne ile olan “oral nitelikteki” ilişkiye dayandığını söylemektedir. Oral dönemde yaşanan psikolojik bir travma, şizofrenik süreç için bir temeldir. Roheim, zayıf bir egoda, ego bütünlüğünün bozulduğunu ve bu doğrultuda egonun neredeyse tükenmekte olduğu psikozda, ilk çocukluk dönemine gerilemeyi yansıtan oral fantaziler ve anksiyetenin varlığını savunmaktadır. Roheim’e göre oral fonksiyon, bebeklikte, önemli fonksiyonu karşılamaktadır. Bebek “parmak emme” gibi olayda önce objelerin parçalarını içselleştirmektedir. Böylece “emilen parmak bebeğin anne göğsüne karşı bağımlılık kazanmasını sağlamaktadır. Roheim, “kötü anne” kavramı veya “anne yoksunluğunun” oral dönemde hayal kırıklığı ve gerilim yarattığını, bu nedenle psikozun “bebeklik dönemindeki fantezilere bir gerileme olduğunu” kabul etmektedir. Roheim, ilksel sosyal toplulukların büyüsel düşüncelerinin, bebeklikteki fantezilerle benzerlik taşıdığını da görüşlerine ilave etmektedir.
Jacobson şizofreni ve manik depresyonla ilgili olarak “psikotik özdeşleşme” sorununa iki yaklaşım getirmektedir. Jacobson, önce olması gereken “normal özdeşleşme” sürecini tartışmış ve bu süreci “manik-depresif” rahatsızlıklar ve “şizofreni” bağlamında ele almıştır. Selfin henüz çok zayıf olarak temsil edildiği bebeklikte, çocuğun kendisi hakkındaki imajı sık sık annesininki ile karışmaktadır. Ödip öncesi oluşan özdeşleşmelerden sonra çocuk, gelecekte “ebeveyni” gibi olmak istemektedir. Bu süreçte ise ego, sevilen objelerin karakteristiklerini kendine mal eder. Böyle bir durumda ego özdeşleşmesi, normal bir fonksiyon olarak görülmektedir. Jacobson “şizofreni” ile “manik-depresif” yapı karşılaştırmasını yaparken, öncelikle ileri derecede depresif bir durumda bulunan bir kadın hastayı ve hastanın özdeşleşme problemini örnek olarak göstermiştir. Hastanın depresyon nöbetleri kocasına karşı hostil (düşmanca) duygularla belirlenmektedir. Depresif olmadığı manik dönemlerde ise, kocasına karşı ciddi ambivalent (zıt duygular) beslemektedir. Eşine yüklediği “kötü koca imajı” ve “kendisinin değersiz selfi” birbiri içinde eriyerek aslında çok bağlı olduğu kocasıyla birlikteliğinde, onu cezalandırmaktadır. Jacobson’un diğer bir şizofren hastası ile ilgili örneğinde ise, hasta kendisini sevilen objelerin bir kısmı gibi değil de sanki onlarmış gibi yaşamaktadır. Kendisini onlar gibi yaşadığı kişiler, (yani annesi ve eşi) güçlü fantezilerini yaşatabildiği kişilerdir ve onlarla olan sevgi ilişkisi, ego ilişkisinin ilk dönemlerindeki gibi büyüsel bir özellik taşımaktadır. Hasta kocasına karşı açıkça şiddet göstermekte ve kocası tarafından mahvedilmekten korkmaktadır. Vaka çalışmalarında Jacobson, manik-depresifin sevgi objelerine tutunup, onlarla uzlaşma yoluna gittiğini belirtmektedir. Şizofrenik hastalar ise ya sevgi objeleriyle selflerinin yerini değiştirmekte ya da yıkıcı bir davranışla kendilerini yok ederek sevgi objelerini “kendi yerlerine” koymaktadırlar. Jacobson bu görüşlerinde, manik-depresiflerle kıyaslandığında, şizofrenlerde, gelişme dönemini çok daha öncelerine bir gerileme olduğunu ifade etmektedir.  
Hartmann Freud’un psikozlarla ilgili kavramlarını göz önüne alarak şizofrenideki “gerçekten kopma olgusunun”, artan realite baskısına ve idin isteklerine bağlamaktadır. Hartmann aynı zamanda bazı yönleriyle tam olarak gelişmemiş ya da zayıflamış bir egoyu ele alarak, böyle bir egonun, iç ben ile üst ben arasındaki arabulucuk rolünün bozuluşundan söz etmektedir. Hartmann ego fonksiyonlarının, özellikle “obje ilişkileri”, “dilin kullanımı” ve “egonun realiteyi test ediş süreciyle” ilgilenmiş ve ego savunma mekanizmalarının zayıflamasının, şizofrenideki önemli rolünü savunmuştur. Hartmann’a göre egonun olayları nötralize etmedeki yetersizliği, şizofrenideki bozukluğun temel karakteristiğini oluşturmaktadır. Hartmann’a göre bu yetersizlik, egonun savunma mekanizmalarında zayıflamalara ve olayları nötralize etmede başarısızlığa yol açmaktadır. Sonuçta, algısal süreç ve zekadaki bozulmalar zayıf bir ego yapılanmasına ve şizofreniye yol açmaktadır. Hartmann başlangıçta otonom faaliyetlerde görülen sapmaların, şizofreninin kalıtıma bağlı özünü ifade ettiğini, aynı zamanda biseksüalitenin de şizofrenide belirleyici bir rolü olduğunu söylemektedir.
Bak’a göre şizofreniğin egosu, agresyonun üstesinden gelemediği durumlarda yoğun agresif dürtü ile yüklenir ve bu dürtüler egonun obje ilişkilerini bozar. Bozulan obje ilişkileri regresyonu (gerilemeyi) ortaya çıkarıp, hastanın ilk çocukluk deneyimleri ile paralellik göstererek yoğun duyguların yaşanmasını engeller. Bak’a göre, hastadaki bu geriye gidiş yani regresyon mekanizmasının faaliyete geçişi, agresyona karşı bir savunmadır. Hartmann, nevrozda çatışmanın “ego” ile hastanın ihtiraslarını içeren “haz ilkesi” arasında, psikozda ise “ego” ile “agresif duygular” arasında yaşandığını söylemektedir.
Literatürde, Byclowski’nin şizofreni öncesi çocuğun ego yapısı ile ilgili çalışmalara yöneldiği görülmektedir. Bu incelemelerde “şizofreni öncesi çocuğun ego sentezinde” bir bozulmaya rastlanmaktadır. Diğer varoluşçu çağdaş bilim adamları “normal”, “şizofreni öncesi” ve “şizofren” çocuktaki karakteristiklerin farklılıklarına dikkat çekmektedirler. Örneğin, şizofren çocukların fantezilerini “realiteden kopma” yönünde kullanırken, ruhsal yönden sağlıklı çocukların fantezilerini ileride “gerçeği uyum” sağlayacak şekilde kullandıklarını saptamışlardır. Örneğin, şizofren öncesi çocuktaki agresyon, ilerde egonun uyum sağlamasına yönelik olmayıp, amaçsızdır. Hatta psikotik öncesi bu amaçsız agresyon, egonun sınırlarını kilitleyen ya da daraltan bir görünüm ortaya koymaktadır.  
Kurt Eissler’in, şizofren olan bir hastasının ego yapısındaki bozukluk arttığında, hasta ya dehşet derecesinde yoğun bir anksiyete içine girmekte ya da normal olmayan abartılı aşk sendromları yaşamaktaydı. Eissler, şizofrenik süreç nedeniyle, hastanın egosunun duygularını kontrol edemeyeceğini belirtip dış ve içsel uyarılara karşı direnç sınırlarının yetersiz olduğunu şizofrenlerin algısal olaylara bu  nedenle aşırı tepki gösterdiklerini belirtmektedir.
J.N. Rosen, psikotiğin halüsinasyon, hezeyan ve fantezilerini, onun yaşamını tehdit eden tüm olaylara karşı psikolojik bir olgu olarak ele almaktadır. Şizofreniğin egosu, sanki “kendi kendini kandırma” (mirage) gibi bir oyuna girerek fantezisiyle yaşamın devamını sağlamaktadır. Rosen’a göre şizofrenik hastaların ilk deneyimleri yaşamlarını tehdit edecek yoksunluklar içinde geçmiştir. Bu nedenle terapötik sürecin, hastaya bir “çocuk-ebeveyn” ortamı sağlayarak, terapiste psikotik çocuğu yeni baştan geliştirip büyütme olanağını tanımakta başarılı olabilecektir. Moloney, şizofrendeki fanteziyi hastanın yapısına sanki olumlu bir katkı olarak görmektedir. Moloney’e göre şizofren, olaylara siyah ya da beyaz olarak bakar. Grileri yaşamaz. Hareketleri kinetik açıdan zengin görünse de davranış itibariyle şizofren oldukça durağandır. Çevresi değişse bile değişen çevreye uyum sağlama çabası göstermez. Uyumlu kişinin kendiliğindenliği, şizofrenide bozulmuştur. Çünkü agresif olan içsel mekanizmaları mazohizm nedeniyle egonun uyum sağlama fonksiyonlarını bastırmıştır.
Melanie Klein’ın psikoza karşı teorisi iki kavram üzerine kuruludur: “Paranoid durum ve depresif durum.” Klein, her iki, halin, bebekliğin 3. ve 6. ayında başladığını söylemektedir. Anne göğsünün ilk algılaması önemlidir. Özellikle anne göğsünün iyi göğüs ve kötü göğüs olarak içselleştirilmesi ve daha sonra bu duyguların dıştaki kişilere projekte edilmesi önem taşımaktadır. Yaşamın 1.yılındaki obje ilişkisinin, kişinin daha sonraki tüm yaşamını belirlediğini söyleyen Klein’e göre, bebeğin ilk obje ilişkisi ve özellikle anne ile ilgili “iyi ve kötü göğsün” algılanması, çocuğun ve daha sonra yetişkinin süperegosunun çekirdeğini oluşturmaktadır.  
Klein’ın ekolünden olan H.Rosenfeld şizofrendeki “depersonilizasyon” (kişiliğin değişime uğraması) olgusunun “suçluluk duygusu, depresyon ve perseküsyon” duygularına karşı bir savunma olduğunu kabul etmektedir. Rosenfeld’e göre depersonilizasyon ve diğer şizoid süreçler, egonun yıkıcı yönüyle ilişkilidir ve hasta tarafından bu duyular kendine ait değilmiş gibi algılanarak diğerlerine yansıtılmaktadır. Örneğin, oral ve anal sadistik tepkiler, anne bedeninin içselleştirilmesi halini yansıtmaktadır. Bu durum daha sonraları çocuğun perseküsyon anksiyetesini ortaya çıkarmaktadır. Rosenfeld bu yaklaşımı ile Klein’in, annenin “iyi göğüs-kötü göğüs” olarak algılanması olayı ve bu algının içselleştirilmesi sonucu “paranoid olguların ortaya çıkışı” görüşüne katkıda bulunmaktadır. Rosenfeld agresif tepkilerin iç ve dış nedenlerle baskın olduğu hallerde hastanın, “sevgi ve nefreti”, ya da “iyi ve kötü” objesi gibi kavramları farklı duygularmış gibi yaşadığını da savunmaktadır.
Riviere, psikozun id ve ego arasındaki bir çatışmadan kaynaklandığını ve süperegoya hizmet ettiğini söylemektedir. Aynı görüş doğrultusunda, Rosenfeld’in çalıştığı psikotik hastalar, süperegonun kişiyi adeta tüketen beklentilerinden korktuklarını ifade etmişlerdir. Freud, nörotik semptomların ve diğer ruh hastalıklarının nedenini aşırı sert süperego isteklerine bağlamaktadır. Süperego sanki kültürel tabuların ve yasaklamaların ürünüdür. Freud’a göre kültür, cinsel dürtülerimizi yücelttiğimizden dolayı varolmaktadır. Çoğu kez bireyin süperegosunun aşırı katı olduğunu, bu nedenle egonun katlanmak zorunda olduğu güçlükleri yeterince göz önüne almadığını söylemiştir. Freud’a göre içinde bulunulan toplumun inançları, normları, değerleri egonun kaldıramayacağı kadar aşırı katıdır ve gerçekçi değildir. Bion, şizofrenlerin dillerini bir düşünce yöntemi olarak kullanmada zorluk çektiklerini ifade etmekte ve şizofrenlerin sembolleri kullanıp bunları kelimelere dökemediklerini söylemektedir. Şizofrenlerin ve diğer psikotik hastaların terapisi üzerine farklı görüşler, bugünün terapötik ortamına ışık tutmaktadır.
“Bonime” psikanalitik ortama terapistin hastasını seçme ve hastayı sevmeme konusunu getirmiştir. Bonime, başarılı bir terapötik ortamda oluşan olumlu duyguların terapistin narsisizmini beslediği sürece, hastayı sevmenin çok daha kolay olacağını söylemiştir. Terapötik sürece direnç gösteren bir hastayı sevmemenin olasılığını öne süren Bonime, ortamda oluşan depresyon ve öfke gibi dirençlerin terapistin kendilik değerini zedeleyeceğini savunmaktadır.
Barahal, şizofreninin tedavisinde hastanın yaşadığı anksiyeteye dikkat çekmektedir. Söz konusu anksiyetenin üstesinden gelinmesi hastanın sonsuz sevgisini ve güven duygusunu beraberinde getirmektedir. Barahal’a göre analist hastaya a) kendi yaşamına karşı sorumluluk duygularını, b) bir insan olarak değerini ve tedavi yoluyla iyileşebileceğini, c) olumlu düşüncelerini geliştirip pekiştirebileceğini anlatmalıdır.
Merin, tedavinin başlarında aileye, hastanın ve hastalığın tüm yönlerinin bildirilmesi gerektiğini söyler. Eldred, hasta seçimi ile ilgili konulara önem veren diğer bir terapisttir. Ayrıca hastanın terapiden beklediği ihtiyacın değerlendirilmesini, doktorun ise kendisi ile arasındaki ilişkinin niteliği ve düzeyi konusunda kendi subjektif görüşünü önemsemesini, ayrıca hastanın iç ve dış dünyasındaki yoğun anksiyeteye önem verilmesini önermektedir.   
Chrnazowski, sosyal güçlüklerin ortaya çıktığı akut şizofrenik dönem krizlerini tartışarak hastanın çatışmaları doğrultusunda bilinçlendirilmesini ve antisosyal tutumun hastanın karakterini yapısı olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylemektedir. Hastanın antisosyal tutumu, kendi içindeki karmaşaya karşı sembolik ve yoğun bir analizle ele alınmalıdır.
Searles, şizofreninin psikoterapisinde bağımlılık süreci üzerinde uzun tartışmalar yapmıştır. Şizofreniklerin anlama, ifade etme ve kendi bağımlılıklarının üstesinden gelmelerinin çok güç olduğuna inanmaktadır. Searles’e göre bu bağımlılık ihtiyacı, karşısındaki insan tarafından anlaşılamayacağından, bu durum genellikle şizofreniğin ihtiyaçlarının reddiyle sonuçlanacaktır. Şizofrenik kişi, sık sık gereksinmeleri tatmin edebilecek, tüm sorumluluğu üstlenebilecek bir kişi arar. Aradığı kişinin, hastadan beklentisi olmamalıdır. Searles, şizofrenlerdeki bu bağımlılığın, nörotiklerden ve normallerden sadece nicelik açısından ayrıldığını belirtir. Searles’e göre bağımlılık, şizofrende anksiyete yaratır. Bilinçli olarak hasta, gereksinmelerinin farkında değildir ve her zaman geleneksel olan rekabet, düşmanlık ve büyüklük duyguları yaşamını şekillendirmektedir. Aslında hasta, geçmişte gereksinmelerinin reddedilmesi nedeniyle, karşılanmayacağına inanmıştır. Ayrıca diğer bir insanın, kendisi için önemli oluşu da ürkütücüdür. Çünkü bu objenin kaybı acı verici olacaktır. Şizofrenik aynı zamanda bağımlılığın kendi özdeşliğini kaybettireceğinden korkar. Bağımlılık; arzular ve ihtiras gibi zararlı olguları içermektedir. Bunların da ötesinde, kendi hayal kırıklıkları ve öfkesini diğerlerine yansıtması nedeniyle bağımlılık gösterdiği objeyi hostil ve itici olarak algılamaktadır. Şizofrenideki bastırılmış bağımlılık gereksinmeleri korkunç bir izolasyon ve yalnızlık duygusunun bastırılmış olmasıyla da yakından bağlantılıdır. Searles, terapi esnasında bağımlılığı şu şekilde açıklar; “Hasta bağımlılık gereksinmelerini terapiste projekte eder ve terapistin kendi üzerinde bağımlı olacağından korkar. Hayal kırıklığına karşı toleransı azaldığı için sürekli olarak terapiden hoşnutsuzdur ve bağımlılık gereksinmelerini ifade ettikçe, bunlar tatmin edilemeyecek ve hastayı daha da artan bir gücenmeye götürecektir.”  
Searles, ayrıca hastanın bağımlılık gereksinmelerinin yoğunluğunun terapistte uyarıcı anksiyeteye yol açacağına değinmiştir. Çünkü, hastanın karşısında terapistin alacağı yara, terapistin kendi bağımlılık gereksinmelerinin regresyonuyla bağlantılıdır. Sonuç olarak Searles, terapötik teknikte şu spesifik adımlara yer verir; “hastanın geçmişindeki yoksunlukları telafi etmek terapistin görevi değildir, bu nedenle Rosenfeld’in “bir terapistin güçlü bir koruyucu olduğu görüşünü” paylaşmaz. Searles, terapistin esas görevinin, hastanın bağımlılık gereksinmelerinin, onu suçlamayan bir bilinçlilik düzeyinde olmasını sağlamak olduğunu söyler. Rosenfeld’e göre, gereksinmeleri tatminden önce, hastanın bağımlılıktan kaynaklanan suçluluk duygularını kaldırmak önemlidir. Searles’e göre, terapistin hastayı ciddiye alan, tutarlı, kabul eden tutumu, onun psikolojik varlığını ve aynı zamanda kendi sezgilerini özgürce ifade etme gibi davranışları önemlidir.
Wexler, hastadaki çalkantılı içgüdüsel tepkilerin, sürekli olarak terapistle hastanın egosu arasına girdiğini söylemektedir. Terapist; birincil özdeşleşme figürünün “anne” olduğu kabul edip bu özdeşleşmeyi kullanarak, hastanın egosunun sağlıklı kısmına ulaşabilir. Wexler, terapistin hastaya gösterdiği sevgi ve sabrın, hastanın ilk çocukluk dönemlerinde karşılaştığı küçümseme ve düşmanlıklardan aldığı yaraları sardığını kabul etmektedir.
Vangaard, şizofrenlerdeki psikanalitik yönelimli psikoterapi üzerinde çok çalışmış bir bilim adamıdır. Pzikozların psikoterapisinde “ilginin” önemini vurgular. Vangaard, Fridea-Fromm Reichmann ve diğerlerine katılarak terapistin sıcak ve sevgi dolu tutumunun önemini paylaşmaktadır.
Lipton uzun süreçli bir terapinin iyileştirici yönü olasılığı üzerinde durmuş ve psikotiklerle çalışan diğer terapistlerin, hastanın yaşamını yeniden yapılandırmada, transferansı odak noktası olarak almalarını, terapistin hastaya karşı tutumunu ve terapötik ortamın içeriğindeki konuşmaların önemini vurgulamıştır.
Whitaker, şizofrenlerde psikoterapinin “sözlü ifade” dışındaki dönemleri üzerinde durarak, sözlü içeriğin çok fazla önemli olmadığını, duygusal farkındalığın ve hastanın terapisti tarafından algılanmış olduğunu hissetmesinin daha önemli olduğunu söylemiştir.
Burnham şizofrenlerle olan iletişim problemine değinerek sesin tonuna, ritmine ve bedensel hareketlere dikkati çekmiştir. Hastanın rahatsızlığındaki karmaşık içeriği anlamak için önce, sözlü ifadesindeki karmaşaya dikkat etmek gerekmektedir. Çünkü hasta için konuşmak, yalnızlıktan kurtulmak ve bundan haz duymaktır. Bu nedenle hastanın selfini korumasındaki karmaşa, daha çok hastanın konuşmasındaki özelliklerle kendini açığa çıkarmaktadır.  
Secheaye, yoğun regresif davranış gösteren şizofrenlerle çalışmış ve şizofrenlerle transferans ilişkisinin kurulabileceğini söylemiştir. Secheaye, şizofrenlerde transferansın, nörotiklerde olduğu gibi kolay ve öylece kendiliğinden kurulamayacağına inanmaktadır. Transferans analist tarafından oluşturulmalı ve hastaya en uygun olacak şekilde geliştirilerek teşvik edilmelidir. Secheaye transferans öncesi duruma da açıklık getirmiştir. Secheaye’ye göre terapist, şizofren ile ilişkiye ne kadar arkaik olursa olsun regresyonun en ağır olduğu dönemde girebilmelidir. Eğer hasta iletişime kapalı dönemindeyse, o zaman sözlü iletişimin faydası yoktur. Secheaye’ye göre hastanın iletişime gidmediği dönemlerde onunla ilişkiye girmek ancak fiziksel temas yani bedensel ego doğrultusunda olmalıdır. Secheaye’nin hastalarından 6 l yaşındaki bir kız çocuğu, ayaklarını bisiklet olarak algılamaktaydı. Secheaye hastanın ayakları ile konuşarak ayaklarını bir çocukmuş gibi kucağına almıştır. Zaman içinde hasta, bedenini gerçek olarak algıladığında Secheaye ile ilişkiye girebilmiştir. Secheaye bu kadar yoğun regresyon göstermeyen şizofrenlerle, sembolik sözlü ifade düzeyinde ilişkiye girilebileceğini söylemiştir. Gestalt psikolojisi açısından ele alınacak olursa, analist hasta için terapötik ortamda onun, gerçeği algılamasını sağlayacak bir figür olmalıdır.
Secheaye araştırmalarında transferans kurulmadan önce kullandığı savunma mekanizmalarını ele almıştır. Secheaye’ye göre hastayla ilişki, onun korkularını arttırmaktadır. Bu, daha önce defalarca yaşadığı ilişki kaybı ve dolayısıyla artan başarısız deneyimlerinden ve savunma mekanizmalarını gerçekleştireme-mesinden kaynaklanmaktadır. Bu anlamda Secheaye, terapötik ortamda şizofrenlerdeki transferans olgusunun bozulmadığını, sadece kompulsif şekilde tekrar eden olumsuz davranışlara (repetition compultion) dönüştüğünü söylemektedir.
Secheaye’ye göre terapötik ortamın amacı, problemleri ele alışta teknik her ne olursa olsun, hasta için gerekli olanı bulmaktır. Secheaye’nin şizofrenlerde gördüğü kompulsif düzeydeki tekrarlar, nörotiklerin transferans sorunlarında da görülebilir. Nörotik bir kişi, annesi gibi onu hayal kırıklığına uğratan bir kişiyle evlenebilir, defalarca sevgiyi yakalayabilmek için çabalara başvurur; ama bu sevgiyi yaşamamak gibi bir savunmaya girerek kendisine sunulan sıcak ve yakın ilişkiyi reddeder. Secheaye, böyle bir vakada kompulsif şekilde tekrar eden olumsuz davranışlar üzerinde durmak gerektiğini söylemektedir. Öğrenilmiş tüm bu süreçler, etkisi ortadan kalkana kadar, öğrenildikleri tarzda tekrar edilme durumundadırlar. Bu anlamda analitik teoride kompulsif şekilde tekrar eden olumsuz davranışlar, öğrenmenin temeli olarak ele alınmalıdır.
Secheaye; transferansa örnek olacak başka bir vakadan bahsetmektedir. Vakada terapistin hastayı olumlu kabulüyle, iyi anne imajı daha önce hastanın yaşamında yer alan bir figüre aktarılmıştır. Bu süreç, egonun da gelişimiyle, egonun sınırlarını ve çekirdeğini oluşturmasına neden olmaktadır. Bu tür transferans yoluyla kurulan bağlılık, hastayı otistik düzeyden çıkararak “anne-terapistle” onu tüm hayatı ve gerçeği olan simbiyotik bir ilişkiye getirir. Zaman içinde simbiyotik ilişki, hastasının egosunun güçlenmesiyle normale döner.
Daha sonra egonun oluşması bunun ardından da dış dünyanın yeniden oluşması elde edilir. Bu tür transferans yoluyla “anne-terapisti” taklit etme ve onunla özdeşleşme, zamanla hastanın kendisini terapistten farklılaştırmasını sağlar. Bu kritik dönemin ne çok hızlı, ne de çok yavaş olması gerekmektedir. Terapinin son dönemlerinde, hastanın terapiste duyduğu transferans duygularının yavaş yavaş hastanın yaşamındaki diğer insanlara yer değiştirmesi olayı gerçekleşir. Bu dönemde Secheaye, eğitilmiş ve analiz görmüş bir veya birkaç yardımcı terapistin hastanın çevresindeki söz konusu diğer insanlar arasında olmasını öngörmektedir.
Secheaye, şizofrenik negativizmin veya hastanın ortaya koyduğu agresif davranışın negatif olarak algılanmaması gerektiğini söyler. Aslında, hayal kırıklıklarını yeniden yaşamaya veya onlara karşı tolerans göstermeye henüz dayanıklı olmadığı için hastanın, negatif transferans kurmasından kaçınmalıdır. Secheaye, “karşıt-transferansın” (contr-transferans) terapide çok önemli olduğunu söyleyerek, bunun ağır regresif şizofrenlerle çalışmadaki önemine dikkat çeker. “Karşıt-transferans”, terapist açısından ılımlı olmayı, kendini tanımayı ve kontrol etmeyi de içermelidir.
Secheaye’nin ortaya koyduğu ağırlık noktası, bir yeniden eğitim niteliği taşımaktadır. Terapist hastayı gelişiminin hangi döneminde olursa olsun kabul etmeli ve yetenekli yöntemlerle onu yavaş yavaş “obje ilişkileri”, “gerçeği test etme”, “self imajın gelişimi” gibi olgular doğrultusunda büyütmelidir.
Bilgisiyar Internet
CONTEXT AND COGNITION IN SCHIZOPHRENIA
Boer J.A. den, Westenberg H.G.M. and Praag, H.M., von (Eds) Advancess in the Nevrobiology of Schizophrenia. CHICHESTER, WILEY, 1994.
by
Robert J. Von den Bosch, Department of Psychiatry, University Hospital Groningen. E mail: N.J. von.den. Bosch. med.rug.nl.
MANTIK (COMMEN SENSE)
Şizofreni, belirli bir anlam kapsamında “mantığın” psikopatolojisi olarak ele alınabilir. Bu bozukluk, bir çok olay ve olgunun pragmatik kullanımını etkiler. Şizofrenide mantığın kesin bir anlamı yoktur ve sosyal ve duygusal durumlarda yargı bozulmuştur. Sonuç olarak, sosyal ilişkilerdeki sezgi, hümor (espri) anlayışı, doğallık ve otomatik (kendiliğinden) davranış biçimi yok olmuştur.
Cutting’e göre (1990), şizofrenik hastalardaki mantıksız olma hali birbiriyle ilişkili 3 içiçe sorundan ortaya çıkmaktadır.
a. Öncelikle şizofrenler, çevremiz ve komşularımızla yaşayıp paylaştığımız ve böyle olması gerektiğini kabul ettiğimiz inançlara bağlı değildirler.
b. İkinci olarak, şizofrenler belirli bir konuda diğer insanların nasıl düşünüp, neler hissettiklerini anlayabilmekten uzaktırlar ya da böyle olmak onlara taşıyamayacakları sorumluluklar getirebilir.
c. Üçüncü olarak, şizofrenlerde düşüncede mantığın azalması belirgin bir diğer olgudur.
Mantığın olmayışı, hezeyanların realilteyi bozmasına yol açar. Sosyal açıdan kognitif şemanın etkilenmesi muhtemelen en dirençli ve güçlü bozukluktur.
REAKSİYON ZAMANI
Şizofrenler bulundukları durumlardan diğer bir stimulus-reaksiyon (uyarı-tepki) durumuna geçmekte normallere kıyasla daha zorluk çekmektedirler. Bu da soyut olgularla olan ilişkilerinde yetersizliği göstermektedir. Bu nedenle somut uyarılara daha fazla dikkatlerini verirler. Değişen uyarılara otomatik ve hızlı reaksiyon vermekte ise zorlanırlar.
Bir hasta şöyle demiştir;
“İyi konsantre olamıyor değilim, sadece majör konularda bunu yapamıyorum. Konulardaki ufak tefek yerlere takılıp asıl önemli olan bütünü algılayamıyorum. Yapmam gerekenler yerine, gereksiz ufak detaylara dikkatimi veriyorum sanki” (Chapman 1961).

ŞİZOFRENİDE GERÇEKTEN KOPMA OLGUSU

Freud şizofrenlerdeki gerçekten kopma olgusunun, gerçeğin yasaklayıcı ve cezalandırıcı yönünün yanı sıra suçlayıcı bir kopuş olduğunu söylemektedir. Freud bu noktada yıllarca önce analiz ettiği bir vakayı ele almaktadır: Eniştesine aşık olan genç bir kadın, kız kardeşi ölürken aklına takılan (“artık eniştem serbest kalıyor ve benimle evlenebilecek”) düşünceden dolayı dehşete kapılmıştı. Bu düşünce olayın hemen ardından bastırılmıştı. Daha sonra hasta histerik ağrılara yol açan, anksiyete eş değerli psikosomatik bir represyon sürecine girmişti. Freud ortaya çıkan psikotik sürecin, kız kardeşin ölümü olgusunun bastırılması ve hemen ardından yadsınması olduğunu ileri sürmektedir. Bununla birlikte Freud kız kardeşin ölümünün hasta için cezalandırıcı bir tehdit olmayıp, daha çok eniştesiyle evlenmek isteğine dayanan bir suçluluk duygusundan kaynaklandığına inanmaktaydı.
Freud, nörotiklerin hoşa gitmeyen gerçekleri bilinçaltı olarak reddetme ve böylece realiteden uzaklaşma belirtileri gösterdiklerini söylemiştir. Analitik ekole göre nevrozlarda iki aşama belirtilmektedir:
A) İd’in kabul edilemeyen isteklerinin bastırılması
B) Bastırılan olgunun sembolik ya da deformasyona uğramış bir biçimde geri gelmesi, (rüyalar, lapsüsler, suçluluk mekanizmalarında olduğu gibi)
Freud’a göre psikozların gelişiminde de benzer iki aşama görülebilmektedir:
A) Gerçekten kopma
B) Yitirilmiş gerçeği yeniden kazanma çabaları
Aralarındaki farkı Freud şöyle açıklamaktadır; Nevrozlarda bastırılan olgunun bilince çıkmasıyla, hastalığın oluşumundaki nedenlerin öğrenilmesi, hastalığın tedavisinde büyük bir önem kazanmaktadır. Psikozlarda ise bozukluk, gerçeğin yitirilmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Psikozda, Ego savunmaları zayıfladığı için reddedilmiş olan gerçek, hastayı hayal kırıklığına uğratıp, onun realite ile savaşını bu kez hallüsinasyon, hezeyan gibi semptomlar halinde ortaya koymasına neden olacaktır. Psikozlarda hastalığı ortaya çıkaran etkenler temelde nevrozlardakinden farklı değildir. Bu etkenler, iç güdüsel gerilimde artış, bastırılmış çocukluk cinselliği, eşcinsellik ve özellikle anal erotizmi arttıran koşullar veya çocukluk anksiyetesi ve suçluluk duygularını yoğunlaştıran yaşantılardır.
Psikozlar çoğu kez, o güne kadar yaşanan olumsuz yaşantıların Ego’nun, dengesini bozmasıyla ortaya çıkar. Alışılagelmiş savunma mekanizmaları yetersiz kaldığında psikotik çöküntü görülür. Şizofrenlerin çoğunda dünyanın yıkılmasıyla ilgili fanteziler, hipokondria, hezeyanlar, başlangıç semptomları olarak tanımlanmaktadır. Sistemli hezeyanlar ise daha geç gelişmektedir. Bu şekilde ortaya çıkan psikozda ise, patolojik bir uyum haline dönüşen semptomlar, bu uyumun yeniden elde edilmesi için ortaya çıkan girişimler olarak kabul edilebilir. Her bir yeni uyum kazanıldığında psikotik yapı, çevreye adapte olmaya doğru yönelir. Ödip kompleksi tüm bu olaylarda sanki temel bir etkendir ve çocukluktaki cinsel dürtülerin yeniden canlanması ve şiddetlenmesi şeklinde görülür. Sanki belirgin yoğunlukta bir ödip takıntısı psikoza yatkınlık yaratıyor gibidir. Şizofrenlerin geçmişinde ödip dönemindeki doyumsuzluklara sıklıkla rastlanmaktadır. Şizofrenlerin çocukluk anıları erken çağlardaki ruhsal yaralanmaların ötesinde diğer yaşamsal olguları, özellikle Ego’nun obje ile ilişkisi kurma fonksiyonunda, dıştan kaynaklanan engelleri yansıtmaktadır.
Freud, şizofrenlerin ilginç sözcük kullanma biçimlerini, telafiye yönelmiş bir olgu olarak kabul etmektedir. Hastanın konuşmaları, karmaşık hale gelmiş olan anlatım biçiminden anlaşılmaz görülmektedir. Freud, bu tür konuşmanın nedenini şizofreniğin, kaybettiği objelerin yerine o objeyi temsil eden sözcükler kullanmalarına bağlamaktadır. Şizofreniğin obje eğilimi Freud’a göre narsisiztik bir Ego’dan kaynaklanmakta ve narsisizm nedeniyle Libido yatırımı gerçekleşemediğinde, Ego’nun oluşumunda gelişiminde ve gerçeği değerlendirmesinde gerekli olan fonksiyonlar bozulmuş olmaktadır. 1
 ŞİZOFRENİ
Genç bir kadının psikotik yaşantısından alıntılarda şu ifadeler yer almaktadır.
“Krizler artıyor, müdürün odasında otururken birden herşey olduğundan parlak ve büyük görünmeye başladı. Herşey yapay. İskemleler ve masalar oraya buraya yerleştirilmiş. Öğrenciler ve öğretmenler anlamsızca dolaşan kuklalar gibi. Hiç kimseyi tanıyamıyorum. Sanki realite bunların arasında kaybolmuş, kaybolmuşluk gibi bir duygu beni ürkütüyor. Ümitsizce etrafımdan yardım bekledim. Konuşulanları duyuyorum ama kelimelerin anlamlarını çıkaramıyorum. Sesler sıcak olmaktan uzak ve metalikti. Bazen bir kelime diğerlerinden ayrılarak kafamda tekrar tekrar yer alıyordu.
Bir diğer hasta şöyle demektedir : “Sorunum zihnimde çok fazla düşünce olması”. Bir obje hakkında düşündüğünüzü farz edin. Mesela bir küllük, sadece onu düşünün ve bu benim sigara küllerini içine dökmem için. Evet bunu düşünüyorum, ama küllükte ilgili düzinelerce kelime aynı anda zihnime üşüşüyor. Dikkatim ve çok zayıf, bir konudan diğerine atlıyorum. Biriyle konuşurken ayak ayak üstüne atmaları veya kafalarını öne uzatmaları gibi davranışları, benim ne söyleyeceğimi unutmama neden olabiliyor, gözlerim kapalıyken daha iyi düşünebileceğimi hissediyorum.”
Bir gazetenin yazarlarından Esso Leete, hastalığının ilk dönemlerini şöyle anlatıyor; “Geceydi, Florida’daki kolejin yanındaki plaj boyunca yürüyordum. Birden algılarım değişti. Yoğun rüzgarı, kötü bir olayın kehaneti gibi algıladım. Gittikçe kuvvetleniyordu. Beni zaptedip uzaklara götüreceğimden emindim. Yanındaki ağaçlar ürkütücü bir şekilde bana doğru eğildiler ve kozalaklar beni takip etti. Çok ürktüm ve koşmaya başladım. Koşuyor olduğumu bildiğim halde hiç ilerlemiyor gibiydim. Sanki zaman ve mekan içinde hapsolmuştum”
Bir hasta ise şöyle diyordu :
“İçimde biri var, telapati var, her hareketimi takip ediyor, her an, her saat, ne yaptığımı görüyor. Sesler kafamdan geliyor, bazen kalbime gidiyor. Hayır, memnun değilim, huzursuz oluyorum, bazen istemediğim şeyleri yapmamı istiyor. Onu dinlemiyorum, kızıyorum çok. Mesela, şu anda bu halıyı, desenini, rengini, benimle beraber görüyor. Bu kişi sanat hayatımda tanıdığım bir ressam, ismini söyleyemem. Bakın şu anda kahkaha atıyor, “söyle de sana deli desinler” diyor.
“Şu anda küfrediyor”, “size küfür ediyor, kusura bakmayın”. “Emin olun ben değilim küfreden”. “Geçen sene ben eşimle uyurken odama geldi. Sanki cinsel bir ilişki olduğu gibi. Senden istifade edeceğim diyordu, ama ben bir şey hissetmiyordum”. Kocamda iktidarsızlık vardı. “Ne söylenip duruyorsun, diyor. “Konuşmazsın benimle olur biter” (G.K.’nın hastası)
Şizofreni tanısı alan yukarıdaki söz konusu hasta; Hezeyanlar ve görme / işitme hallüsinasyonları arasında gün boyu bizlerle ve ailesiyle normal sayılabilecek ilişkisini sürdürebiliyordu. Ego fonksiyonları, ağır psikozuna rağmen yok olmamış hasar görmüş de olsa realiteden tamamen kopmamıştı. Freurd, şizofrenlerin terapötik ortamdan fayda görebileceklerini söylediğinde muhtemelen onların gerçektende tamamen uzaklaşmadıklarının düşünmüştür.
Şizofreni tanısı konan başka bir hasta ise onunla çalışırken duyduğum anksiyeteyi hissetmişti. Bana, “Neden konuşurken öyle kollarınızı, ellerinizi sağa sola sallıyorsunuz, orkestra şefi gibi. Biraz sakin olun, rahat durun” dedi. Başka bir gün, bir kaç kez, “tavla, dama ya da iskambil oynayalım” dediğimde ise, “durun daha; niye her şey için acele ediyorsunuz? ben hep aynı kişiyim, buradayım. Hiçbirşey için telaş etmeyin, hepsini oynarız” diyerek beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Tüm psikozu içinde gerçekle ilişkide olan egosunun, ufacık da olsa sağlıklı kalan kısmı sayesinde benimle konuşuyordu. Bu vaka Freud’un terapide terapistle ilişkide olan hastanın Egosu olduğuna dair sözlerini kantılıyordu. Ayrıca hastanın benim anksiyetemi hissedebilecek kadar duyarlı oluşu, “şizofrenin duygularında küntlük görülür, çevreye karşı ilgisizdirler” tanımının her hasta için geçerli olmadığını gösteriyordu. (Gülsen Kozacıoğlu. hastası)
Paranoid şizofreni tanısıyla başvuran 30 yaşlarında bir erkek hasta, bir kaç seans sonunda, önce eşcinsel eğiliminden daha sonra da etkin bir eşcinsel yaşamı olduğundan söz etmişti. Bu durumdan yakınmıyordu. İlişkilerinde yaşadığı açıdan, kıskançlıklardan, uykusuz gecelerinden yakınıyordu. Eşcinselliği, kendi ifadesiyle “deep-inside”, “içinde, derinde bir yerlerde” yaşıyordu. Narsistik ruhsal yapısı, eşcinsel eğiliminde doyum sağlıyordu. Özseverliğini, hemcinsleriyle olan birlikteliğinde gerçekleştiriyordu. Ancak Freud’un “eşcinselliğin paranoid yapı ile olan ilişkisine dair teorisini bu vakada hissetmemek olanaksızdı. Erkeklerde eşcinselliğin ya da eşcinsellik eğilimlerin, “baba” figürünün algılanmasıyla olan bağlantısını yansıtan vakada hasta, “babadan” intikam alırcasına, “baba” olmayan hemcinslerine tüm sevgisini veriyor ve onlardan ihtiyaç duyduğu sevgiyi çıkarları doğrultusunda da olsa alıyordu. Freud’un “paranoid yapıyla - eşcinselliğin ilişkisi” teorisi dışında bu vakadaki paranoid yapı, diğer eşcinsellerde de görülebilecek şüpheciliği, eleştiriliyor olma endişesini, toplumdan dışlanmanın getirdiği huzursuzluğu yansıtıyordu. (Gülsen Kozacıoğlu. hastası)
Kendi bedenini erkek bedeni olarak algılamayıp, kendinden oldukça yaşlı zengin bir erkekle eşcinsel bir ilişki yaşayan genç bir delikanlı ise, kolundaki altın saati, kapının önündeki spor otomobili, beraberliği karşısında ona hediye eden bu “yaşlı adamı”, sık sık baba olarak algıladığını ifade ediyordu. Onun her türlü yaklaşımından, hediyelerinden büyük bir doyum sağladığını söylüyordu. (Gülsen Kozacıoğlu. hastası)
Bazı hastaların ifadeleri ilk başlarda yükselen bir bilinçliliği ve hoşnut bir duyguyu yansıtıyor gibi görünmektedir. Genel olarak kendilerini sanki doruk noktada bir hoşnutluk yaşıyor gibi ifade etmektedirler. Aşağıdaki hastanın sözleri böyle bir yaşantıyı anlatmaktadır:
“Bütün varlığım, birden ışık ve sevgiye doldu. Benden kaynaklanan ve derinden ilerleyen bir duygu yine benim içime doğru aktı. Çok canlı bir bilinçlilik ve aydınlık içindeydim. Ne söyleyebilirim kim... Zihnim bulutsuz, masmavi bir gök gibi, sıcak, harika bir güneş ışığı sütunu gibi.”
Bazı hastaların yaşantısı dinsel bir yapı içindedir ve Tanrı’nın onlarla yakın ilişkide olduğunu sanmaktadırlar : Bir hastanın anlatımı şöyledir:
“Bir hafta önce duygularımı yakından yaşıyordum. Hiç düşünmeden konuşmaya başladım. Söylediklerim, Tanrı hakkında bilinçliliğimi ifade ediyordu. Diğer insanları çok yoğun yaşıyordum. Sanki onlarla birleşmiş gibiydim. İnsanların söylediklerinin gizli bir anlamı vardı. Yaşama dair sözlerdi. Yaşam, gerçek ve Tanrı hakkında yoğun bir bilinçlilik içindeydim. Kiliseye gittim, her şey yeniden bir anlam kazanmaya başladı. Duygularımın hassaslaştığını fark ettim. Etrafımdaki en ufak şeyden etkileniyordum. Kendimi kendi içimde, evimde hissettim. Bu bana büyük bir güç verdi. Olayları geniş açıdan görüyordum. Dış dünyayla ilişkimi ve zaman kavramını kaybettim. Etrafımda sanki bir sis vardı, sonra uyudum. Olayların içine diğer insanlardan daha kolay girebileceğimi hissettim ve dünyadaki herkesi sevdiğim duygusuna kapıldım.
Bazı yazarlara göre, olaylar karşısında yorum yapmak ve tepki göstermedeki bozukluk, psikotik nitelik taşımaktadır. Psikiyatri kitapları genelde bunu, düşünce bozukluğu olarak ele almaktadır. Ancak düşüncenin de ötesinde, görsel ve duyusal uyarılarda, duygularda düzensizlik de yer almaktadır. Bir telefon santral memurunun, limbik sistemin başına oturup algıları, düşünceleri, hatıraları, duyguları ayıkladığını ve hangisinin bir diğeriyle bir arada olup olamayacağını belirlediğini düşünelim. Bir gün bunları yapmaktan vazgeçtiğinde, gelen mesajların anlamı bize ulaşamayacaktır. Aşağıdaki hastanın ifadesi buna örnektir :
“İnsanlar konuştuğu zaman ne anlama geldiğini anlamak için düşünmem gerekiyor. Yani kendiliğinden bir tepkide bulunamıyorum. Duyduklarımı düşünmem gerekiyor ve bu da zaman alıyor. İnsanlar konuşurken onları dikkatle dinlemezsem, tüm duyduklarım birbirine karışıyor ve hiçbir şey anlamıyorum. Karşımdaki kişiler sade bir dille konuştuklarında söylenenleri anlayabiliyorum. Ancak uzun cümleler kurulduğunda anlamı kaybediyorum. O zaman cümleleri bir araya getirip bir anlam çıkarmam gereken bir yığın kelimeyle karşı karşıya kalmış gibi oluyorum”.
Aynı duyguları yaşayan bir şizofren hasta da şöyle demiştir; “İnsanların söylediği birçok kelimeyi anlamadığımda kendimi yabancı bir dille karşılaşmış gibi hissediyorum.”
Görsel uyarıları anlama güçlüğü olan bir hasta ise şöyle bir ifade kullanmaktadır. “Herşeyi kafamda toplamak zorundayım. Saatime baktığımda, kayışını, saati, elleri vs. hepsini bir arada görüyorum. Sonra onları bir parça haline koymak zamanımı alıyor.”
            Aynı hasta; “Her şey parçalar halinde; sanki zihninizde dağılmış resmin parçalarını bir araya getiriyor gibisiniz. O anda kımıldamak hayli ürkütücü. Çünkü zihnimizdeki resim birden bozuluyor. Bu kez parçaların bir araya getirmeye çalıştığım yeni bir resim ortaya çıkıyor.” diye devam etmektedir. 
Benzer sorunlar yaşayan bir hasta psikiyatristin yüzüne baktığında şunları hissettiğini söylemiştir;
“Dişler, çene sonra bir göz ve diğeri. İşte her bir parçanın birbirinden bağımsızlığı ben de korku yaratıyor ve karşımdakinin kim olduğunu bildiğim halde tanımamı engelliyordu”.
Psikotiklerde çalışan bilim adamları, şizofreniklerin iki uyaranın bir arada üstesinden gelmelerinin oldukça zor olduğunu söylemektedirler. Bu sorunu yaşayan bir hastanın ifadesi şöyledir. “Televizyona konsantre olamıyorum. Çünkü hem ekrana bakıp hem söylenenleri aynı zamanda algılayamıyorum. İki olayı aynı zamanda bir arada yaşayamıyorum veya (taşıyamıyorum). Özellikle bunların biri seyretmek, diğeri de dinlemek daha güç oluyor. Diğer sorunum ise birden fazla uyarıyı bir arada algılayamamam ve üstesinden gelemeyip hiçbir anlam çıkaramam.”
Hezeyanlar, hasta tarafından inanılan, ancak kendi kültür ve ortamı içinde diğer insanlar tarafından paylaşılamayan ve hiçbir mantıkla düzeltilemeyecek olan yanlış düşüncelerdir. Bu yanlış düşünceler genellikle hasta tarafından yanlış yorumlanan duyusal yaşantılar üzerine kurulmuştur. Chekhov’un “Word No.6” (Altıncı Koğuş) adlı kitabında hezeyanlı bir hastanın düşünceleri şöyle aktarılmaktadır; “Polis, yavaş yavaş pencerenin önünden yürüyerek geçti. Bu sıradan bir olay değildi. Az ileride, evin yanı başında iki adam sessiz ve sakin duruyorlardı. Neden? Neden sessizdiler? Ivan Dimitrich için acı veren günler ve geceler birbirini izledi. Penceresinin önünden geçen, ya da bahçesine kadar gelen bir insan ona göre casus ya da dedektifti.”
Bir başka hastanın ifadesinden alıntılar ise şöyledir: “Sabah yediye kalkıp giyindim ve hastaneye gittim. Nefes alma zorluğu, bir kalp hastalığı olabilirdi. Gençken, ufak bir ventriküler rahatsızlığım olduğu söylenmişti. Sanki kalbim hasta da, bunu kabullenmeyecek kadar zayıf olduğum için insanların bunu bana söylemediğine karar verdim. Bir tıp kitabında kalp hastalığı kısmını aradım, ama bu konu çıkarılmıştı. Birisinin beni korumak için konuyu çıkardığını düşündüm. O anda başka şeyler aklıma geldi. Bir arkadaşım “walkie-talkie”den söz ediyordu. Böylece radyo yolu ile bilgim dışında bana ilaç verildiği düşüncesine kapıldım. Birisi uçakla sadece gidiş biletinden bahsediyordu. Bu bana Houston’a giderek kalp ameliyatı olmam anlamına geldiğini düşündürdü. Laboratuardaki garip bir korkuyu hatırladım. Bu bana gizlice verilen bir ilaç olabilirdi. İçimdeki bir makinenin kan dolaşımıma ilaç verdiği hissine kapıldım. Böylece kimsenin bana söyleyemeyeceği bir hastalığım olduğunu ve bu yüzden bana ilaç verildiğini düşündüm. O anda panikleyerek kaçmaya çalıştım. Ama park yerindeki adam bana geri gelmem için sinyal veriyordu. Karımın bir arkadaşımın bakışlarımı yakaladığını düşünerek hastaneye geri döndüm. Bir korumanın gözleri ilgimi çekti. Gözleri oldukça büyük ve bakışları gözlerimi deler gibiydi ve çok güçlüydü. Belki bu yolla bana ilaç veriyordu. Daha sonra, diğer insanların beni seyrettiği duygusuna kapıldım. Sonra ara sıra olduğu gibi her şeyin aslında çok saçma olduğunu düşündüm, tekrar etrafıma baktım. İnsanlar beni gerçekten seyrediyorlardı.”
Bazı vakalarda hezayanlar daha karmaşıktır. Hasta, sözlerin ötesinde insanların kendini kontrol ettiğini, manipüle ettiğini ve diğerleri tarafından hipnotize edildiğini düşünebilir. Bu hastalar, inançlarını doğrulayacak nedenler arama çabasındadırlar. İrlandalı bir bayan hasta, geceleri uykusunda bazı esrarengiz, bilinmeyen bir şeye bağlandığını ve kontrol edildiğini düşünüyordu. Özellikle bu kontrolün tavandan geldiğini söylüyordu. Doktoru bir sabah odaya girdiğinde, hasta doktora gülerek baktı ve tavanı işaret etti. Doktor, işçilerin o gün tesadüfen tavanda yangın alarm sistemini yenilediklerini gördü. Tavandan aşağı bir yönde renkli teller sarkıyordu ve bu şanssız tesadüf, hastanın hezeyanlarını artık sonsuza dek doğrulamış oluyordu. İnsanın, kendini gözleniyor, takip ediliyor ve saldırıya uğruyor sandığı hezeyanlar, paranoid hezeyanlar olarak bilinir. Paranoya göreceli bir kavramdır. Herkes, zaman zaman bu gibi duygulara kapılabilir. Hatta bazen, az dozda bir şüphenin yaşamsal değeri ile olabilir.
Bir başka yaygın hezeyan türü, düşüncelerinin başkaları tarafından kontrol edildiği yöndeki hezeyanlardır. Örneğin genç bir kadın 5 yılını evinden çıkmadan geçirmişti. Çünkü sokağa her çıkışında düşüncelerinin insanların dönüp ona bakmasına neden olduğuna inanmıştı. Zihnini bir mıknatıs gibi algılıyor ve insanların dönüp ona bakmaktan başka çereleri olmadığına inanıyordu.
Diğer bir hasta telepatik güçlerle çevresindekilerin ruhsal durumunu değiştireceğine inanıyordu. Şöyle diyordu : “Kalabalık bir lokantada sessizce otururken, içerdekilerin ruhsal durumlarını mutluluğa çeviriyor ve onların kahkaha atmalarına neden oluyordum.”
Bir başka hezeyan türü ise, hastanın düşüncelerinin radyo ve televizyon aracılığı ile yayınlandığı yönündedir. Bu tür hezeyanlar şizofreninin açık bir göstergesidir.
Yazarlara göre hezeyanların kültürel ve toplumsal bir farklılık içerebileceği unutulmaması gereken bir noktadır.
Danışmanlık merkezine gelen 16-17 yaşlarında genç bir delikanlının, uzun süre hezeyanlı ayları içerisinde medikal ve terapötik uygulamalar bir yıl kadar sürmüştü. İyileşmeye doğru kendi gösterdiği çabalar çok güçlüydü. Terapötik süreci hemen hemen bir buçuk yılı bulmuştu. Bir gün seansın hemen başında “Biliyor musunuz artık hezeyan yapmıyorum” cümlesini kullandı. Nedeni sorulduğunda “herhalde gereği yok, ihtiyacım yok artık” dedi. Hezeyanlar yaşama bağlanabilmek için ümitsizce üretilen, hastanın gerek dünya ile kendi psikolojik dünyası arasında kendi yarattığı boşluğu, yeni kendisinin telafi etmesi yolunda sanıldığı çareler olabilir miydi? (Gülsen Kozacıoğlu. hastası)
1970’li yıllarda, Çapa Psikiyatri kliniğinde paranoid şizofreni tanısıyla yatan, 30 yaşlarında erkek bir hasta, Freud ve Ferenczi’nin, paranoid mekanizma ile eşcinsellik eğilimleri arasında bir ilişki olduğuna dair görüşlerini yansıtıyordu. Oldukça çekingen, özellikle karşı cinse yaklaşamayan, lise ve üniversite eğitiminde başarılı, zeki bir hasta olduğunu söylediler. İktidarsız olduğundan şikayetçiydi ve eşcinsel eğilimlerini kabul ediyordu.  Yakınlarının kendisini yargıladığını, eleştirdiğini düşünüyor, gerçek olmadığını bildiğini söylediği halde arasıra takip edildiği sanıyordu. (Gülsen Kozacıoğlu. hastası)

PSİKOZA FARKLI YAKLAŞIMLAR

            POLLARO & MILLER, 1950, WOLPE, 1958
Son zamanlarda psikoza verilen önem artmakta, yapılan çalışmalar hastanelerde yatan psikotiklerin davranışlarını değiştirmesi üzerinde yoğunlaşmış bulunmaktadır. Psikoza davranışçı yaklaşım şu yönde odaklanmaktadır: davranışçılar, temelde insanı normal olarak ele alıp, onun belirli çevresel uyarılara tepki veriyor olduğunu kabul etmektedir. Böylece araştırmalarını psikopatoloji ve içsel olaylar yerine, çevre ve davranış arasındaki ilişki üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Hastanın bozuk davranışını yaratan ve devam ettiren çevresel uyarı şartları her ne ise, bunların değişmesine bağlı olarak, psikotiğin davranışını değiştirmesi yönünde çalışmalar yapmaktadırlar.
Davranışçı yaklaşıma göre psikoz, bir seri yanlış öğrenilmiş davranışın pekişmesi olarak kabul edilmektedir. Psikoz, A) kişilik bozukluğu, B) psikoseksüel dönemlere gerileme, C) düşüncede bozukluk gibi genel bir sendrom olarak ele alınmamaktadır. Örneğin operant yaklaşımlar, psikotik davranışı, belirli bazı uyarı durumlarına tepki olarak yorumlamaktadır. Ullmann ve Krasner (1969)’e göre psikotik depresyon da nörotik depresyon gibi bir kaybın arkasından ortaya çıkmaktadır. Ullmann ve Krasner bu kaybı hastanın yaşamını pekiştiren bir kaynağın kuruması gibi yorumlamışlardır.
Böyle bir olayda, birey, psikotik davranışın gelişmesine yol açabilecek konumdan, sosyal başarısının gelişmesini pekiştirecek bir konuma geçişi aramaktadır. Bu arayışta, bozuk olan davranışın düzelmesi, psikotik depresiflerin hastane yaşamından başlar ve dışardaki yaşamına yansır.
Psikoza genetik yaklaşımların bir çoğu da şizofreni üzerinde yapılan çalışmaları kapsamaktadır. Araştırmalar kalıtımsal olarak şizofreniye ya da diğer duygudurum bozukluklarına yatkınlık (predispozisyon) olduğunu ortaya koymakla birlikte, yatkınlığı olan her insanın mutlaka psikotik olmayacağını belirtmektedir.
Bowen ve Weakland’ın yaptıkları çalışmalarda ise “AİLE”, psikotik davranışın, özellikle şizofreninin gelişmesinde ve ilerlemesinde insanlar arası ilişki açısından majör bir neden olarak kabul edilmiştir.
Psikoz, özellikle şizofrenik bozukluk, ailede varolan önemli bir sorunun semptomu olarak görülmektedir. Klinik gözlemler, psikotik hastaların ebeveynlerinin ruhsal yönden gelişmiş olgun kişiler olmadıklarını ve aile içi ilişkilerinde birlikte yaşamanın getirdiği sırdan sorunların üstesinden gelmeyip, zorluklar içinde bir beraberlik sürdürdüklerini ortaya çıkarmaktadır.
Çocuk doğduğunda anne, tüm dikkatini bebeğin çaresizliği üzerine yoğunlaştırmakta ve bundan kaynaklanan bir güçle sanki kendi gelişmemiş, olgunlaşmamış yönlerini çocuğunda tatmin eder gibi yaşamaktadır. Bu noktada anne abartılmış bir yeterlilik ve baskın bir yaklaşımla, sanki daha az anksiyeteli bir kişilik yapısı ortaya koymaktadır. Baba ise böyle bir ortamda ruhsal olarak olgunlaşmamış oluşunun yetersizliğini yaşayış anne ve bebekle sadece pasif ve yüzeysel bir ilişkiye girmektedir. Bu yaklaşımlar sonucunda da çocuk ailenin ilgi odağı haline gelmektedir.
Birden fazla çocuklu ailelerde sadece bir çocuk ve de genellikle büyük çocuk böyle bir konum içerisindedir. Zaman içinde, anne zaten çocuklar arasında en başarılı olana bu görevi verir ve sonunda bağımlılığını bu çocuğun üzerinde yaşar. Ailede fazla çocuk olduğu zaman, a) annedeki söz konusu abartılmış yeterlilik b) aileyi yüzeysel yaşayan baba ve aralarında kalan ezilmiş çocuk (çaresiz çocuk) olgusu yaşanmayabilir.
Anne ve çocuk aile içindeki en yoğun ilişkiyi yaşar, düşünceleri ve davranışları birbirlerinin içinde kaybolmuş gibidir. İlişkileri sembiyotik bir hal almış gibidir. Genelde anne birbirine zıt istek ve arzularını çocukta yaşar, ona yansıtır. Kendisine bağımlı kalmasını istemesine karşın, sözlü ifadelerinde sanki onun olgun, kendine yetebilen, başarılı ve bağımsız bir kişi olmasını ister gibidir. Böyle çatışmalı bir aile tablosunun ortaya çıkabilmesinde, anne ve babanın çocuğu kendilerine muhtaç bir varlık gibi elde tutuyor olma olasılığı düşünülmelidir. Böylece ailenin üç üyesi de sözde kurulu bir düzenin ve dengenin bozulması endişesini yaşamakta gibidirler.
Çevrenin de desteğiyle ergenliğe doğru hızlı bir gelişimin başlaması ve görünürde ailenin sözlü ifadesi, bu durumu destekler gibidir. Buna karşın aslında bu hızlı gelişimden ürkülür ve onu bir çocuk gibi görmeye çalışırlar. Halbuki çocuk artık kendi başına bazı işlerin üstesinden gelebilecek yetenekler de geliştirmek zorundadır. Zira anneye bağımlılığı dışında, çevre ile fazla özdeşim kuramamış kendi başına kalmıştır.
Bu nedenlerle, Bowen ve Weakland’a göre, psikotik patlama, çocuğun söz konusu çatışmaların üstesinden gelme girişimleri başarısızlıkla sonuçlandığında ortaya çıkar.
Ruhsal rahatsızlıkları, kişinin bazı davranış biçimlerinin belirli kişileri olumsuz açıdan etkilemesi ve onların tarafından olumsuz değerlendirilmesi olarak ifade eden yaklaşım sosyolojik yaklaşımdır.
Aslında ruh hastalıkları, kişinin bireysel davranışlarını, daha doğrusu semptomlarının bir fonksiyonu değildir. Ruh hastalığı, kişiyle ilişki içinde olanların, davranışlarına karşı tepki göstermesi ve bu davranışları sınıflandırması sonucu tanımlanan bir olgudur. Bu kişiler, davranış biçimlerinin sosyal kuralları bozduğu görüşünde olanlar tarafından “ruh hastası-akıl hastası” damgasını yerler.
Scheff, belirli bir kültür yapısı içinde hoş görülen davranışları yöneten sosyal normların varolduğunu söyler. Bu normlardan sapma, diğer kişilerce sınıflara ayrılır ve normlara uymayanlar, ruhsal sağlıklı kabul edilmezler.

YARATICILIK VE ŞİZOFRENİ

İnsanlarda sanatçıyı, toplumdaki diğer kişilerden farklı, toplumsal kuralların dışında yaşayan, tuhaf, garip, hatta biraz “uçuk bir kişi” olarak görme eğilimi vardır. Sanatçının bu yönde algılanması, onun evrene bakışındaki “özgünlük”ten ve yaratma süreciyle ilgili psikodinamik süreçten kaynaklanmaktadır.
Sanatçıların bir kısmı toplumsal değerlerle çatışma halindedir. Çatışmayı sürdürürken, sanatçı ya da yaratıcı, fantezilerinden esinlenmektedir. Fantezilerinde, egonun gelişimi dönemindeki ilksel süreçlerinden yararlanmaktadır. Freud’cu ekolde ilksel süreçler, içtepiler ve iç güdülerdeki toplumca onaylanmayan arzu ve isteklerle yüklüdür. Haz ilkesine (pleasure principle) göre faaliyet gösterirler. Sanatçının kullandığı ilksel süreçler, söz konusu haz ilkesi doğrultusunda mantık dışı davranışlar, düş ve fanteziler, yer ve zaman içermeyen ürünlerle bezenmiştir. Yaratma sürecinde ise, sanatçının egosunun “gerçeklik ilkesi”ne bağlı olan kısmı fantezilerini yansıtmasına izin verdiğinde, ortaya çıkan yapıt, diğer insanlar tarafından yadırganabilir ve sanatçının psikotik veya sosyopat olarak tanımlanmasına yol açabilir. Ancak sanatçı ya da yaratıcı kişinin egosu iyi bir bütünleşme içindeyse, fantezilerinin kurduğu ilkesel süreçlere gerilemesi patolojik olmayıp “yaratıcı bir ego gerilemesi”dir. Çünkü egosu, psikotiklerde olduğu gibi, bu gerilemeye yenik düşmeyen, ilkesel süreçlerin esiri olmayan bir egodur. Yaratıcılığını,  her şeye rağmen mantıklı bir düşünce sistemi içinde ve denetim altına aldığı davranış ve tutumları doğrultusunda gerçekleşmiştir[11].
Şizofreninin hezeyanı, öyle sıradan bir kurgu olamaz. Bir kuyumcu titizliğiyle, iç içe işlenmiş “hayal ürünlerini” ve “gerçekleri” büyük bir ustalıkla birleştirilip, kendi içinde bir uyumu olan fantezilerini, bir orkestra şefi edasıyla yorumlayıp, yönetir. Ancak şizofreninin hezeyan ürünleri, sanatçı ve yaratıcının ürünüyle karşılaştırıldığında pek öyle mantık üreterek anlaşılabilecek nitelikte değildir. Bir sanatçı, alışıla gelmiş düzene, mantığa ve değer yargılarına karşı yapıtlar ortaya koyulabilir. Buna karşın, ürünü, topluma bazı değerler iletebilir ve yaratma sürecinde akıl hastasının ürününün içeriğinden farklıdır ve içlerinde psikoza girmiş olanların sayısı çok azdır. Sanatçı iç güdülere bağlı olan “haz ilkesine” göre, eserini yaratır. İç Bene (id’e) bağlı olan bu ilke çerçevesinde, sanatçı bir “Yaratıcı Ego regresyonu” yaşar, ancak bu gerilemede Egosu “gerçeklerde, kopmamış bir Ego’dur”.
Şizofreninin mantık dışı fantezisinin yanında, sanatçı, mantıklı bir düşünce ve kontrollü bir tutum içerisindedir. *Yaratıcı düşünce, engel aşmak, sorun çözmek amacını gütmektedir. İnsan hiçlikten, kaygıdan ve korkudan kurtulmak, ölüme karşı direnmek, kendini gerçekleştirmek, ve var olan için, yaratıcı davranır. Ürünü, insanlığa, topluma katkıda bulunur. Psikotiğin sanrıları, aynı amaç uğruna şekillenmekte ise de, gerçekçi bir düşünce ile bağdaşmaktan uzaktır ve hayal ürünleri topluma katkıda bulunmaz.
Freud’a göre, normal kişi yapıcı bir sonuç için çalışır ve bu sonuç için çevre ile ilişkide kalır. Bu nokta sanatçı ve yaratıcının ürünü ile ruh hastasının fantezi ürünleri arasındaki sınırı belirlemektedir.
Sanatçıda, İç Ben’den kaynaklanan hayal gücü etkin bir rol oynamakta ve Egoda bu nedenle içsel süreçlere doğru bir gerileme oluşmakta ise de, psikotik, fantezi ürünlerini oluşturduğu bu süreçte realiteyi reddetmektedir. Kendi psişik realitesini kendi fantezisi içinde, olmasını istediği şekilde yeniden yapılandırmaya çalışmaktadır. Bu noktada normal ile patolojik gerileme arasındaki farklılık, kişinin bu süreçteki amacından ve yapmak, ulaşmak istediklerinden ortaya çıkmaktadır.
Rollo May, psikanalizin yaratıcılıkla ilgili kuramlarından birinin, “yaratıcılığı” nörotik ruh halinin özgün bir durumu olarak nitelendirdiğini ve “yaratıcılığı” Ego’ya hizmet eden bir gerileme olarak tanımladığını söylemektedir.
May, “yaratılığın” ciddi psikolojik bozukluklarla bütünleşebileceğini, örneğin Van Gogh’un çıldırmış olabileceğini Gaugin’in schizoid (içi kapanık) görünümünde, şair Edgar Allan Poe’nun alkolik, Virginia Wolf’un ruhsal çöküntü içine olduğunu kabul etmektedir. Ancak, söz konusu bütünleşmenin, ortaya çıkaracağı yaratıcılığın, içinde bulunan toplumun kültürüne uymayan kişilerde bile, mutlaka nevrozunu ürünü olarak ele alınmaması gerektiğini de vurgulamaktadır.
Platon, sanatçının, gerçeğin kendisiyle değil günümüzle ilgilendiğini ve yepyeni bir gerçekliğe hayat veren kişi olduğunu savunmaktadır. Sanatçının yaratıcılığının, kişinin evrendeki varlığını gerçekleştirişinin temelini oluşturduğunu söyleyen May, yaratıcılığın, Webster’in deyişiyle “varlığın ortaya çıkması” süreci olduğunu belirtmektedir.
May, diğer varoluşçular gibi “kaygı” olgusuna önem vermekle beraber, sanatçı, veya yaratıcı bilim adamının, “kaygı”yı değil, “coşku”yu yaşadığına inanmakta, “yaratıcılığın”, bilinçliliği artmış olan insanın kendi dünyasıyla karşılaşması olduğunu söylemektedir.
Sanatta şizofrenik yada psikotik olarak kabul edilen sanatçılar arasında; Rus dansçı Vaslav Nijinski, Fransız oyun yazarı Antonin Artoud, Stefan Zweig, İsveçli kompazitör Ivor Gurney, İsveçli yazar August Stirindberg, Fransız ressam Vincent Van Gogh, Irlandalı yazar James Joyce, Virginia Woolf, vs. gibi değerli insanlar bulunmaktadır.
Nijinski 29 yaşında şizofreniye yakalanmış, Adler, Bleuler, Freud, Jung ve Kreapelin’in tedavilerine rağmen hayatının sonuna kadar psikotik olarak kalmıştır. Hastanede yazdığı anıları eşi tarafından yayınlanmıştır. Bir yazısında şöyle demiştir. “Hayatı seviyorum ve yaşamak istiyorum. Ağlamak, haykırmak istiyorum, ama yapamıyorum, ruhumda öyle bir acı duygusu var ki, bu acı beni ürkütüyor. “Ruhum hasta” “ruhum hasta, aklım değil”, doktorlar hastalığımı anlayamıyor. Ben iyileşmek için neye gereksinim olduğunu biliyorum... hastalığım çabuk iyileşmeyecek kadar ağır... tedavim mümkün değil, ruhum hasta, ben zavallıyım, yoksulum, perişanım. Bu satırları okuyan herkes duygularımı anlayıp acı çekecek...”
Şahsiyetinin bir boyutunda sanatta çığır açmış olan, diğer taraftan toplumun acıdığı, “şu kulağını kesen garip adam” diye anılan Van Gogh, “kaba gerçeklerin ressamı” olarak sanat hayatını sürdürmüştür. Sık sık, depresyon nöbetleri geçiren sanatçı Brüksel’de bir rahip okuluna gönderildiğinde, civardaki maden işçilerinin sefaletini görmüş ve “Tanrı” inancını kaybetmiştir. Daha sonraki hayal kırıklığı yaratan olayları, sevgisizlikleri ve yalnızlıkları taşımayan hümanist doğası, onun Arles’de bir akıl hastanesine yatmasına neden olmuştur. Karmaşık yaşamına ve aşırı alkol kullanımına karşın enerji yüklü olan sanatçı, Arles’de yattığı dönemlerde işitme halüsinasyonları nöbeti geçirdiği bir an kulağını kesip bir genelev kadınına göndermiştir.
Olayı takip eden iki aylık sürede paranoid hezeyanlar yaşamış, görsel ve işitsel halüsinasyonları olmuş ve zaman zaman suskun kalmıştır. Daha sonra kaldırıldığı St.Remy hastanesinde bir yıl süreyle çeşitli şikayetleri devam eden Van Gogh’a şizofreni dahil olmak üzere, şizoaffektif bozukluk, manik depresif psikoz, temporal lob epilepsisi ve serebral sifilis teşhisi konulmuştur.
Van Gogh’un hastalığının bulguları ile sanatının özelliklerine bakıldığında, eserlerinin şizofrenik bir zihnin ürünü olmadığı anlaşılmaktadır. Duygusal yüklülük taşıyan desen üslubu; eserlerin bir yere kadar şizofrenik psikozu anımsatan deforme, uyumsuz, non-figüratif özellikleri, onun psikoz tanısı almasında neden olmuştur. Van Gogh’un yapıtları, mistik, depresif ve toplumsal içeriklidir. Epileptik fırça darbeleri dışında, resimleri acıyı yansıtmakla birlikte, zaman zaman insana umut veren; aydınlık gerçekçi bir parlaklık içermektedir. Yazarlar Van Gogh’tan “temporal epilepsi” ile arada “psikoz-manik-depresif” kişiliğine karşı direnen, sanatını vaazlarına araç olarak kullanan bir din görevlisi olarak söz etmektedir. Psikozun, sanatını oluşturduğunu söyleyen Van Gogh’un kendi yazdığı mektuplar, geçirdiği acı dönemleri yansıtmaktadır. 10 senelik sanat hayatı sonunda intihar eden Van Gogh, St. Remy’den kardeşi Theo’ya yazdığı mektupta şöyle der; “Şu kahrolası hastalık olmasaydı daha neler yapardım.” “Beni teselli eden tek nokta, deliliği herhangi bir hastalık gibi görmem ve onun öylece, olduğu gibi kabul etmemdir. Şunu da bilmeni isterim ki, şayet bana kalsaydı ve eğer başka seçeneğim olsaydı, “deliliği” kesinlikle seçmezdim.” sözleri yer almaktadır.
Manik depresif psikozlu hasta hızlı düşünce yüksek enerji düzeyinde olduğu için, yaratıcılığa ve sanata daha fazla yatkınlık sağlamaktadır. Manik-depresif-psikoz tanısı alan sanatçılara Handel, Schumann, Beethoven, Donizetti, Byron, Balzac, Edgar Alan Poe, Hemingway, Virginia Woolf’u örnek olarak gösterilebilir.
Virginia Woolf, ıstırabını şöminenin üzerine bıraktığı aşağıdaki nokta anlatmıştı:
“Canım,”
“Artık eminim, yine çıldırıyorum. Yeniden o korkunç günleri atlatabileceğimizi sanmıyorum. Ve bu sefer iyileşmeyeceğim. Bu yüzden yapılabilecek en iyi şeyi yapıyorum. İki insan bizden daha mutlu olmazdı, ta ki bu hastalık gelene kadar. Daha fazla savaşamayacağım. Her şey benden uzaklaştı. Senin hayatını daha fazla mahvedemem.” Bu mektubu yazdıktan sonra, 28 Mart 1941’de Virginia Woolf ceketinin cebine büyük bir taş yerleştikten sonra nehre doğru yürüyüp, ölüme gitmiştir.
Alman besteci Schumann, aşırı hassas, sinirli, heyecanlı ve depresif bir sanatçıydı. 1854’te başarısız bir intihar girişim olmuştu. Polonyalı besteci Frederic Chopin, literatürde; kararsız, aşırı hassas birisi olarak yer almıştır. Avusturyalı yazar Stefan Zweig ise, Avrupa’nın Hitler’e yenik düştüğünü gördüğünde ümitsizliğe kapılmış, yaşamına dayanamayıp karısıyla birlikte intihar etmiştir. Manik depresif olduğu düşünülen Fransız yazar Honore de Balzac, huzursuz bir ruhsal yapıya sahipti. İspanyol ressam Fransisco de Goya, 30 yaşına geldiğinde ağır bir depresyon geçirmiş, yaşlandıkça, yaratıcı güçleri depresyonu nedeniyle bozulmuştur. İngiliz bilim adamı Sir Isaac Newton ise depresyonun karakteristik özelliklerinden olan melankoli nedeniyle yaşamına büyük bölümünü hasta olarak geçirmiştir.
Yaratıcı insanın yeteneklerinin tanrısal olduğunu hem Rönesans hümanistleri hem de Hristiyan din adamları kabul etmektedir. Albert Dürer, hümanistlik anlayış içersinde, hakikate ulaşmanın ancak sanat aracılığı ile gerçekleşebileceğini söyleyip, Rönesans İtalya’sını ustalarının etkisi altında “tanrısal yaratıyla geometri”, “insan bedenin simetrisi” ve “orantılar” arasındaki ilişkiyi inceleyen dört ciltlik bir kitap yazmıştır. Sıklıkla ruhsal bunalım geçiren Dürer, bu dönemlerde kendisinin oldukça gerçekçi resimlerini yapmış, resimlerinde narsizmi, erotik eğilimleri, latent eş cinselliğini ve babasının karşısında pasif-feminen ödipal bir kişilik yansıttığını ifade etmiştir.
Nietzche, sanatın insan da doğanın bir gücü olarak ortaya çıktığını söyler. Düşte ve sonsuzlukta benliğimizdeki sanat güçlerinin farklı yönlerde ortaya çıktığını söyleyen Nietzche “düşün”, bizim görüş gücümüzü ve yaratma yeteneğimiz; sarhoşluğun ise içimizdeki tutkuyu, şarkıyı, raksı uyandırdığına inanır[12].
Nietzche, “sevgide her zaman biraz delilik vardır ama, delilikte de her zaman biraz akıl vardır” demektedir[13].
Sanat insanda doğanın bir gücü olarak var ise, Nietzche “deli’de” var olduğunu söylediği aklın yarattığı hezeyanları, doğanın bir ürünü olarak yüceltir gibidir.
Joubert, “eğitimli bir hayal gücüne sahip olmayanların kanatları vardır, ama ayakları yoktur” demiştir[14]. Nietzche’nin dediği gibi, bir akıl hastası olan şizofreninin aklı var olsa da, yaşamın ağır gerçeklerini kaldıramadığında, ayaklarının yere basmaması için direnecektir. Önemli olan hayat oyununda istediğimiz kartlar elimizde olmasa da var olanlarla oynamayı bilmektedir. Şizofrenin bedbahtlığı bu oyunu gerçekleştirememesinden kaynaklanmaktadır.
Fuller Torey, bir şizofreni anlayabilmek için onun ne yaşadığını kendi ifadesiyle onu dinlemenin önemini savunur. Örneğin Edgar Alan Poe bir yazısında şu ifadeyi kullanmıştır; “Gerçekten-asabi-dehşet sinirli oldum, ama niye benim gerilemiş olduğumu söylüyorsunuz-hastalık benim duygularımı kesinleştirdi -ama onları yıkıp yok etmedi- bunların ötesinde ansızın duyduğum şiddetli sesler var. Yeryüzünün cennetteki bütün seslerini duydum-cehennemdeki sesleri duydum. O halde nasıl deli olabilirim? “Dinleyin ve gözleyin.” Bakın ne kadar sağlıklı ve sakince tüm hikayeyi anlayabiliyorum”.
Psikoz ve şizofreni tanısı olan hastaların ifadelerine bakıldığında da, ruhsal acı çekmelerinin yanı sıra; fantezi dünyalarının sanatçı yada yaratıcı kişilerle benzer olduğu ve iç dünyalarının zenginliği görülmektedir. Görsel halüsinasyonları olan bir hastanın ifadelerinde, “Renkler olduğundan daha parlak, sanki ışıldayan yağlı boya bir tablo gibi. Eşyalara dokunmadıkça onların kalınlığını anlayamıyorum. Sanatçı bir zihnim olmamasına karşın renklerin çok iyi farkına varıyorum. Renkler daha net, ama aynı zamanda eksik bir şeyler de var. Baktığım şeyler sanki tek boyutlu” gibi sözler yer almaktadır.
Diğer bir hasta; “her şey çok çarpıcı, özellikle kırmızı. İnsanlarda şeytani bir ifade var. Silüetleri siyah, gözleri beyaz ve parlak. İskemleler, binalar sanki canlı gibi. Animistik bir görünüm içinde ürkütücüler” diyerek duygularını ifade etmektedir.
Başka hastaların ifadelerinden alıntılarla şu cümleler görünmektedir. “İnsanlar deformasyona uğramış gibi, plastik ameliyat geçirmişe benziyorlar, makyajları yüzlerinin kemik yapısını değiştirmiş.”
“Her şey çok parlak, zengin ve saf. parlak bir su yüzeyi gibi, ama katı. Az sonra her şey çirkinleşti ve gölgeye büründü.”
YABANCILAŞMAYA DAİR (Man alone - Alienation in Modern Society’den Özetler)
            Çağımızın yabancılaşma konusu, psikologları olduğu kadar, filozofları ve sosyologları da etkilemekte ve ruhsal yaşamımızın en önemli sorunlarından biri olmaktadır. Doğadan, insanlardan, kendimizden bile uzaklaşacak kadar yabancılaşmak, artık kendimizi kendimizle bile paylaşabileceğimiz içgörüyü ve duyarlılığı hemen hemen kaybetmiş olmak, bizi güçsüzlükle karşı karşıya getirmektedir. Bu güçsüzlük, “Man Alone in Modern society” kitabında anlatıldığı gibi insanların elleriyle yarattığı bu dünyada, yine kendi yarattığı teknoloji, makineleşme ve kültürün karşısında duyulan bir yabancılaşmanın ifadesidir. Freud, ruhsal rahatsızlıkların majör nedenini, moderniyetin isteklerinde bulmuştur ve kültür, cinsel dürtülerimizin yüceltilmesinden dolayı var olmaktadır. Freud, toplumun normlarının, inançlarının ve değerlerinin, egonun kaldıramayacağı kadar aşırı sert ve katı olduğunu savunur. Bu görüş doğrultusunda, insanın söz konusu yabancılaşma duygusunu yaşaması doğal bir sonuç olmaktadır.
İnsan kullandığı bu otomatikleşmiş ortama aşırı yabancı kalmıştır. Tanımlanamayan bu duygu karşısında köklerinden sökülüp atıldığını hissetmektedir. Kökünden sökülüp atılma kavramı, varoluşçuluğun “throwness” – “dünyaya fırlatılıp atılmış olma” duygularıyla benzer çağrışımlar yapmaktadır. Freud, psikoterapideki amacın, normallik uğruna hastadaki hümanistik karakterin tümünü ortadan kaldırmak olmadığını, ego için mümkün olan en iyi psikolojik durumunun olduğunu vurgular.
Yabancılaşma nedir, böyle bir duygu içinde insan ne yaşar? Ümitsizlik, ilgisizlik ve ilgisizliğin getirdiği acıyı yaşar, inançlarının, değerlerinin kaybını yaşar. Tek başına yaşamaya çalışır, gayret eder, gerçeğin sorunlarından kaçar, yaşamına son verebilir, kendi kendisiyle özdeşliğini kaybeder ve “ben kimim” sorusuyla anksiyeteyi (kaygıyı) tedirginliği yaşar.
Karen Horney, yabancılaşmayı insanın inançlarından, isteklerinden, duygularından yoksunlaşma, kendi bütünlüğünü kaybetme (loosing one’s wholeness), olarak ele alır. Erik Fromm’a göre, insanın kendisini, kendi dünyasının merkezi ve davranışlarının yaratıcısı olarak görememesidir. Sonuçta, davranışlarının kendisine hükmettiğine inanır. Psikopatolojide, şizofrenide ve diğer psikotiklerde görülen hezeyan, halüsinasyon gibi belirtelerde sebep ister, biyolojik yada psikolojik olsun, kesinlikle yaşanan bir yabancılaşma halidir[15]. “The Divided Self” adlı kitabında Şizofren hastanın şu ifadesi yer almaktadır. “Sizinle konuşmak, yabancı bir ülkede, aynı dili konuşan iki kişinin karşılaşması gibi. Nereye gidileceği bilinmese de, aynı dili konuştuğumuz için ortak bir yol bulunuyor.” Bu ifadede hastanın yabancılaşma duygularını terapistiyle paylaştığını görmekteyiz.
Psikiyatrik açıdan yabancılaşma süreci içinde hasta ve özellikle şizofren, kendinde meydana gelen değişikliğin farkındadır ve bunun çevre tarafından anlaşıldığını düşünür. Böylece, farkına varılma duygusu, gözetleniyor ve suçlanıyor hezeyanlarını ortaya çıkarır. Bu gibi gerçekdışı bağlantılar özellikle paranoid gelişmede rol oynar.
Karl Jaspers’in bir vakasında şizofren olan hastası yabancılaşma doğrultusunda yaşadığı ruhsal değişimini şöyle ifade etmişti. “Her şey yeni bir anlam kazanmaktadır, çevre değişik görünür, etrafını anlaşılmaz bir güç, bir ışık ya da esrarlı bir sis kaplamıştır. Önceleri doğal ve dostça oturma odası şimdi tarif edilemeyen bir atmosferin etkisindedir. Sebebini anlayamadığı huzursuz, esrarengiz, güven vermeyen bir ortam onu sarmıştır. Hezeyanları dayanılmazdır. Aleyhine bir şeyler hazırlanıyordur, kendisine dikkatle bakan bir adam dedektiftir, mutlaka bir olay çıkmak üzeredir. Bütün şehir yıkılmak üzeredir. Aslında kendi içinde yıkılan, yok olan, harap olan tükenen her şeye bir atıftır bu düşünceler. Ancak kendisi bunun bilincinde olamayacağı gibi başkalarının kendisinde gözlediği o korkunç şaşkınlığı çılgınlığı yaşar. Yabancılaşma hem çevreye, hem kendine karşıdır artık.”
Paranoid şizofrenide görülen bu yabancılaşmada, çevreyi kendine atfetme (frame of reference), üstüne alınma görülür. Gazetelerde, televizyonda, özellikle hastaya ait olan ve onun özel yaşantısıyla ilgili sözler, uyarılar ve hakaretler vardır. Bunların gerçek olmadığına dair açıklamalara karşı koyar. Aslında gerçekten olay böyle midir, yoksa Freud, Meninger ve diğer bilim adamlarının önemle üstünde durdukları gibi, tüm tükenmiş görünümün içinde, Ego’sunun sağlıklı bir yönü, sağlıksız yönünü gözlemekte midir? Realiteden kopmuşluğunu sergileyen sağlıksız ruhsal yapısı içinde sağlıklı bir nokta hala oralarda bir yerde midir? Ve bir gün güçlü bir tedavi sonucu, güven dolu bir ortamda, sağlıksız Ego’nun yok olması pahasına, sağlıklı Ego ortaya çıkacak mıdır?[16]
Erik Fromm, insanlar arası ilişkiyi, birbirini kullanan bir çift canlı makine gibi görmüştür. İlerideki karşılıklı faydaları düşünerek kurulan ilişkilerde, insanın kendisini ve karşısındakini böylece harcamasını “yabancılaşma” olgusu içinde ele almıştır. Doğallıktan uzak her türlü ilişkide, ılımlı da olsa karşılıklı bir yaptırım varsa, maskelenmiş de olsa, karşı tarafı onun istemediği bir davranışa iten güç kullanılıyorsa, kendisine ait olmayan kararlar veren ve davranışlarda bulunan insan kendinden, selfinden uzaklaşır. Arzuları, istekleri başkasına mal edilmiştir artık.
“Nice kara gözlerde nice aşklar ve sevgiler okundu,                                                      Nice anlamlı bakışlarda çok şeyler okundu                                                               Nice gönüller esir oldu kara gözlere, ela gözlere, çakır gözlere,                                     Ve nice yürekler yabancılaştı böylece                                                                          Kendi ruhuna kendi bedenine bile...”[17]
Dünya ile, çevresiyle, kendisiyle olan bağlarını kaybeden kişinin, sevgi gibi nefreti de yaşamayabilir bir duruma gelmesi şizofrenik yabancılaşmayı anlatır.
Yabancılaşma, kelime olarak Freud tarafından kullanılmamasına karşın, 1936’da bir arkadaşına yazdığı mektupta “Acropol” deyken duyduğu garip bir yabancılaşma olgusunu anlatır[18]. İnsanın kendine ait bir parçasının adeta kendisinden uzaklaştığını hissettiğini ve bunu, sanki olumlu ya da olumsuz bir şeyi Ego’dan uzaklaştırmak için savunma yolu gibi algıladığını belirmiştir.
Paul Schilder 1914’lerde, yabancılaşan hastayı “kendi davranışını dıştan birinin görüşü açısından gözleyen kişi” olarak tarif eder.
Daha sonraki yıllarda yabancılaşmanın sadece şizofreniye ait olmayıp, psikozların yanı sıra tüm nevrozlarda görülebildiğini ve Ego- (ben) ile İd-(iç ben) arasında bir çatışma sonucu Ego’nun yaşadığı bir duygu hali olduğu ileri sürülmüştür.  Schilder’e göre birey ilk çocukluk döneminde gördüğü ilginin veya itilmişliğin düzeyine ve niteliğine bağlı olarak yaşam enerjisi olan libidosunu, ileride bir sevgi objesine yatıramaz. Klinik deneyimlerinde Schilder, yabancılaşmadaki ağır vakaların temelinde, ailedeki fiziksel temas ve duygusal ilişkinin doyurucu olmadığı, veya huzursuz, nörotik ve dominant (baskın) annenin egemen olduğu aile yapılarının varlığını görmüştür.
Yabancılaşan hasta mutlaka böyle doğmamıştır ve bu an içinde bulunduğu durum sadece kendi seçimi değildir. Karen Horney’in inandığı gibi, temel bir kaygı, endişe (Basic Anxiety) duymaktadır. Sevilecek kadar iyi olmadığını sandığı selfinden (kendinden) uzaklaşmaya başlar. İnsan, olduğu gibi kabul edilip sevilmiyorsa, başka seçenekleri olmalıdır, a) ya çok iyi ve mükemmel olup takdir görmeli, b) ya güçlü olup saygı duyulmalı, c) veya kendisinden ürkülmeli, d) ya da üzülmemeyi yeğleyip, beklememeyi, hissetmemeyi, ilgisiz kalmayı öğrenmelidir.
Frederick’in saydığı bu seçenekler arasında, “yabancılaşma”da son seçim, yani soyutlanma olgusu daha çok yaşanıyor olarak görünmektedir. Yani sevgi, yakınlık, duygusallık gibi, diğerleriyle bağlantısı olabileceği, ‘kendi ve ötekini’ taşıması gerekeceği olgular göz ardı edilmeye çalışılarak, ret olunur. Ancak bu kişilerin iç alemlerine nüfuz edilebildiğinde, hissiz gibi görünen kişiliklerinin altında hassas, incinebilir, kırılabilir bir yapı ve güçlü bir duygusallık özlemi görülür. “Hiçbir şey istemiyorum” sözcüğünün altında, “istemezsem incinmem” duygusu yatar.
Yabancılaşan insanın iç alemi o kadar zayıf ve güvensizdir ki, ancak düşünceleri ona yansıtıldığında, ona tekrar edildiğinde bu geri iletim ile gerçeklik ve güven duygusunu geri kazanabilir. Psikoterapide hastaya “ayna olmak” (being a mirror), muhtemelen böyle bir davranıştan kaynaklanıyordur.
Hastanın söylediklerini, düşündüklerini, dile getirebildiği kadar duygularını ona tekrarlayarak paylaştığımızda, onu kendisi hakkında bilinçlendirebilir, farkındalık kazandırabilir ve kendine güvenini sağlamada destek oluruz.
“Yabancılaşma” literatürde sık rastlanan bir görüşe göre, birey kendisinden de yabancılaşıp, çevresinden koparak, duygusal bağlantılardan doğacak çatışma ve kaygılardan kaçmaktadır. Bunu da kendi kendisi olmamakla, selfini kaybetmekle ödemektedir.
Tenesse Williams’ın bir eserinde özetle şöyle bir pasaj yer alır. “Mrs. S o gün yapacağı faaliyetleri gözden geçirdi; 16:00 da kuaför, 17:00 de fotoğrafçı, 18:00 de bir Dernek toplantısı, 19:30 da tiyatro, gece ise sendika toplantısı. Büyük ve bomboş bir daire içinde hareket ediyor gibiydi. O boşluğa bir göz attı ve her şeyin gerçekten ne kadar boş olduğunu hissetti. Kendisi o boşlukta hapsettiği o anlamsız insandan çoktan uzaklaşmıştı.” Zamanımızın nevrozunda gözlenen o ifadesi güç anlamsızlık ve boşluğu yaşıyordu, bu yabancılaşma olgusuydu.
Hiç düşündünüz mü, size “kimsiniz” sorusu sorulduğunda ne cevaplar verdiğinizi? Tüccarım, doktoru, işçiyim ya da genel müdürüm der veya hüviyetimizi ya da yabancı ülkedeysek pasaportumuzu gösteririz. Duygularımızdan, sevgimizden, acımızdan, sevincimizden bir kırıntı bile içermez sorulara verdiğimiz cevap.
Mazohistik eğilimlerde, eşcinsellerde yoğun bir yabancılaşma arayabiliriz. Karen Horney, narsizm, self love (kendini sevme)nin bir ifadesi olmayıp, selfe yabancılaşma olduğunu söyler. İnsan kendi kendisini kaybettiği sürece, kendisine dair illüzyonlara tutunur diye devam eden Karen Horney’in bu düşüncesinden yola çıkarsak, eşcinsellikte, bireyin selfini, kendisiyle özdeşliğini arayışı görebiliriz. Aynı cinsten biriyle birleşmek, ideal olan selfine kavuşmak olabilir ya da beraberliği yaşadığı kişi, selfinin feminite veya maskülinite gibi bastırılmış bir yönünü sembolize edebilir, kendisindeki bir eksikliği tamamlayabilir, geçmişinde kendisi için öem taşımış olan bir figürü temsil edebilir. Danışmanlık bürosuna baş vuran bir erkek eşcinsel, cinsellik yaşamına değinirken karşısındaki partneriyle yaşadıkları için, “sanki babam gibiydi, sanki babama sarılıyordum ve sanki o bana sarılıyordu. Sanki çocukluğumda hasretini çektiğim bir teması, bir tür sevgiyi yaşıyordum. Babam kardeşlerimi, annemi ve beni döverdi, içkili gelirdi. Bir gün 11 yaşlarındayken, saçlarımı yağlı boya ile mora, sarıya, yeşile boyadım ve karşısına çıktım. Şaşkınlıktan bana vuramadı bile, ve sonra evden kaçtım, bir daha da dönmedim.” Dedi. Yaşı 35 idi ve çok büyük bir grup içinde yoğun bir eşcinsellik yaşıyordu. Gelişinin nedeninde açıkça ifade edemediği acı bir burukluk vardı.
Bychowski (Psikoza Farklı Yaklaşım Teorileri)
(Psychotherapy of Psychosis kitabından)
Bychowski’ye göre majör bir psikozun, yani şizofreninin psikoterapisinde, esas: temel olan belirtiler kümesini değerlendirmektir. Şizofreniye dair farklı teorilere geniş anlamda değinmek imkansız olduğu için, sadece anlaşılabilir bir ifadeyle yaklaşan Bleuler, şizofreni de, temel bir organik süreç olduğuna inanmaktadır. Bychowski, şizofrenideki psikolojik mekanizmanın önemini ilk vurgulayan kişinin Bleuler olduğunu söylemektedir. Bleuler 1926’da yayınladığı bir makalesinde, görüşlerini açık bir tarzda ortaya koymakta, demansa dayanan ancak erken bunama olmayan şizofreni tipleri arasında farklılıklar olabileceğini öne sürmektedir.
Bleuler’e göre birincil semptomlar patolojik sürecin en açık görünümleridir. Bu semptomlar, çağrışımlarda ve duygu durumlarında bozukluk ve otizmdir.1 Bleuler birincil semptom olarak kabul ettiği çağrışımlar konusuna önem vermekte ve hastaların yazılı ifadelerinde istedikleri halde ne yazacaklarına dair kesin fikirleri olmadığını söylemektedir. Hastanın yazacağı esas konunun yanı sıra çağrışımlar, ciddi vakalarda önem kazanmakta ve Bleuler ortaya çıkan bozukluğun nedeninin, hastaların çağrışım yaparken yaşadıkları gerginlik olduğunu belirtmektedir. Bleuler’in ikincil semptom olarak ortaya koyduğu diğer önemli nokta, şizofrenideki duygu durum bozukluğudur. Bu durum yüceltilmiş ve sosyalize olmuş duygusal durumlarda kendini göstermektedir. Bleuler’in ele aldığı diğer ikincil semptom olan otizm, insanı fantezi aleminde yaşamaya itmekte ve ciddi vakalarda hastayı gerçekten uzaklaştırarak, onun iç yaşamı üzerinde egemen olmaya başlamaktadır. Söz konusu birincil semptomlar göz önüne alınınca, bunların klinik olarak en dikkate değer semptomlar olduğunu gözlenmektedir. Bleuler, klinik semptomların en göze çarpanlarının halüsinasyon, hezeyan, konuşma-yazma bozuklukları, katatonik semptom ve akut durumlar olduğunu söylemektedir. Bleuler, majör olan birincil bozuklukların, doğrudan doğruya içgüdüsel hayatı etkilediğini ve cinselliğin şizofrenik semptomatolojide önemli bir yeri olduğunu ifade etmektedir. Ancak Bleuler libidodaki bozukluğun, ruhsal rahatsızlıklarda herhangi bir rolü olduğunu kabul etmemekte ve bu görüşüyle Freud’dan ayrılmaktadır.
Bychowski, şizofreni ile ilgili çalışmalarında çeşitli psikiyatristlerin fenomenolojik yaklaşımlarına da değinmektedir.
Fenomeu: Yunanca’da “phainomenon” deyiminden gelmektedir. Parlayan, ışıldayan, duyularla algılanabilen herşey, görüngü. (Fenomenoloji, görüngüler bilimi ve algılanan görüntüler öğretisidir.) Fenomen sadece düşünülerek bilinen içeriklere karşıt olarak, doğrudan yaşanan ve gözlenen içeriklerdir. Bu anlamda, iç eylemlerimiz gibi bir gerçek ya da özü bakımından kavranmış bir nesne de “fenomen” olabilir.
Husserl’ün kurduğu felsefe okulunda, “olgu” bilimlerin karşısına konulan özbilimdir. Görüngübilim, bir felsefe söylemi olmaktan çok bir yöntemdir ve özlüğe geri gitme, salt bilince bir indirgemedir. (reduktion)
Görüngübilim (fenomenoloji) öz’ün kendisi üzerine bir bilim değil, bilinç üzerine bir bilimdir. Bilincin en önemli niteliği “yönelmişliği”dir. Yani bilinci bir şeye yönelmiş olmasıdır. Buna göre gerçekliğin bir kendiliğindenliği yoktur, gerçeklik yalnızca yönelinen, bilincine varılan, görülen bir şeydir. Bu bakımdan Aristoteles’ten itibaren hemen tüm filozoflar insanın sadece fenomenleri (görünenleri) bilebileceğimiz ifade etmektedir.
Varoluşsal fenomenoloji, kişinin kendi dünyası ve kendi deneyiminin içeriğini açığa çıkarmasıdır. Varoluşsal fenomenolojideki terapötik ilişki ise, hastanın kendi dünyası içinde, “kendisi olma tarzını yeniden oluşturma” girişimidir.
Bychowski, Brentano’nun felsefeye dair temel çalışmalarından yola çıkarak bilinçli olarak yapılan psikolojik davranışların önemini vurgulamış, Heiddegger’in “varoluş felsefesi” kavramını benimsemiştir. Bcyhowski, Schneider’in şizofrenlerin “sürekli değişen düşüncelerini, kavramsal düşünce yapılarını ve çeşitli düşünsel ürünlerini” dikkate alan çalışmalarını incelemiştir. Schneider bu süreçleri diğer insanların yorgun ve uykulu zamanlardaki zihinsel fonksiyonları ile kıyaslamış ve aralarında küçümsenemeyecek derecede yakınlıklar görmüştür. İnsanların, yorgun ve uyuklarken belirli bir düşünce sistemi için gerekli olan ilgi veya dikkatlerinin yeterli olmadığını Bcyhowski, tüm bu yaklaşımların ışığında, şizofrenik davranışlarda, “yaşam için gerekli olan enerjinin düşüşü” gibi bir durum varsa, “patolojik olan bu sürecin, kortikal enerjiyi tüketip” tıpkı insanların yorgun ve uykulu zamanlardaki gibi, zihinsel bir fonksiyon oluşturduğunu savunmaktadır.
Minkowski, şizofreni ile ilgili çalışmalarında Bergson’un temel felsefe kavramını benimsemiştir. Bu temel kavram, “gerçekle, yaşamsal ilişki kurma kavramıdır.” Minkowski yaşamsal iletişimin kaybını, şizofrenideki temel bozukluk olarak nitelendirmektedir. Özellikle bu iletişim kaybı, otizmin temelidir. Bergson, yaşamın ve insan zihninin, iki temel ilkeye göre yapılandırıldığını ifade etmektedir. Birincisi; “zekâ, hareketsizlik ve statik bir varoluş”, diğeri ise “sezgiler, hareketler ve birbirine zıt yaşanan zaman ve sürekliliktir”.
Şizofren, kendi yaşam dinamikleri açısından duygu yoksunluğu yaşamakta ve düşünceleri durağan hale gelmektedir. Bychowski, zekâ ve zamanı içeren faktörlerde yoğun bir bozukluk olduğunu kabul etmekte, şizofrenin, gerekli dinamiklerin organizasyonundan yoksun olduğunu ileri sürmektedir. Düşüncelerin akıcılığı ve değişkenliği, Minkowski’nin öne sürdüğü “mekana dair bozulmuş olgu ve düşüncelere” dönüşmektedir. Minkowski tüm bu sendromların, egonun mekanla olan bozuk ilişkisini ortaya koyduğunu belirtmektedir.
Şizofrenin kişisel ruhsal yapısı öylesine derinden bozulmuştur ki, davranışları belli bir amaca yönelmez. Bu bozukluk nedeniyle şizofren, gerçeklikte yer alamaz. Kendisini bu gerçek yaşamdan koparmak zorundadır. Yaşamdan kendini kopardığında ortaya çıkan boşluk, karmaşık duygularla doludur, ancak bu boşluğun içinde zengin bir otizmin varlığı söz konusu olabilir. Bychowski’ye göre, iç yapısını zengin olarak düşündüğümüz otizme dair varsayımlar, belki de gerçek dışıdır. Çünkü Bychowski’ye göre şizofrenik süreç, yokluğa ve hiçliğe varan zihinsel bir yapıya eğilimli görünmektedir. Minkowski çalışmalarında; psikopatolojik sendromları ortaya çıkaran bozukluğun içeriğini belirtmektedir. Bu bozukluk; hastanın zihinsel yaşamı içinde gerçeği algılamada kendini göstermektedir. Melankolik sendromlarda şizofrenik sendromları karşılaştırmada, Minkowski şahsiyetin ya da egonun genel bir çöküşünden yola çıkmaktadır. “Zaman açısından şahsiyetin çöküşünü”, “mekan açısından da egonun çöküşünü” ele almaktadır.
Şizofrenide her şey mekanda öyle bir yer alır ki, ego kendini bu mekan kapsamında göremez. Kendi yerini bulamaz, kendini ispatlayamaz. Özünde bir bozulmaya uğrar ve tüm dış etkilere açık olur, kendi düşünce ve hareketlerinin dıştan etkilendiğini zanneder ya da düşünceleri, ajanlar tarafından çalınıyor gibi algılar. Clerambault’un tanımladığı bu yapı, melankolideki hezeyandan farklıdır. Her şey zaman içinde yer almaktadır. Gelecek, “cezalandırılma ve ölümün yakın oluşu beklentisi nedeniyle engellenmiştir”, geçmiş ise, “hatalar nedeniyle artık değişemez bir yapıya bürünmüştür.” İçinde bulunulan zaman, geçmiş ve geleceğin düşünceleri doğrultusunda, hiçliğe indirgenmiş, yıkılma, harap olma ve çeşitli olumsuzluklar gibi gerçek olmayan düşünceler nedeniyle reddedilmiştir.
Minkowski’ye göre gözlerimizi kapandığımızda, etrafımızı saran karanlık ve esrar duygusu, paranoid mekanizmadaki belirsizlik ve bilinmezlik ile eşdeğerlidir. Hastanın düşünce ve duyguları, anlaşılması belirsiz ve gözden saklı olan bu karanlığın içindedir. Minkowski, egonun, bu karmaşıklığa ve anlaşılmazlığa bir ışık getirmeye çalıştığını söylemektedir. Ancak bunlar, düşünce düzeyinde kalmaktadır. Esas sorun, egonun, söz konusu yapının egemenliği altında oluşudur. Bu çerçeve içinde, duygusal faktörler paranoid bir kıskançlığa bürünmektedir. Örneğin, hasta kendini bir diğer kişiyle özdeşleştirir, kendini onun yerine koyup, onun yerinde olmayı ister. Ego, kendini bu kıskançlığın içine düşmekten kurtaramaz. Bozuk duygular egonun dağılmasına neden olur ve ilgi, özdeşleşmek istenen kişiye çevrilir. Benzerlik ve özdeşleşme ilkesinin egemenliğinde olan ego, kıskançlığı doğalmış gibi kabul etmektedir. Burada hırs ve ihtiras, hastanın sevdiği, ancak başkaları tarafından sahip olunan objeye yönelmektedir. Minkowski’ye göre bu kıskançlık, egonun ortaya çıkan bozukluğa karşı bir savunmasıdır. Garip ve acayip bir duygudur ve sevgi içermeyen bir kıskançlıktır.
Psikopatoljiye uygulanan fenomenolojik yaklaşımda Bychowski, Krontfeldt’in görüşlerine değinmiştir. Krontfeldt, şizofrenideki zihinsel faaliyetlerin karakteristikleri üzerinde incelemeler yapmış, özellikle hastalardaki, psişik faaliyet zayıflığı ilgisini çekmiş ve bu “psişik zayıflığı” şizofrenideki “bozuk” sürecin belirgin birincil semptomu olarak kabul etmiştir. Fenomenolojik çalışmalar doğrultusunda Franz Fischer de, şizofrenideki zaman ve mekan yaşantısındaki değişimleri incelemiştir. Şizofrenideki temel bozukluk doğrultusunda yaşamsal dinamikleri inceleyen Fischer’e göre, özellikle zamana dair yaşantı bozukluğu, çok derinlerdir. Süreklilik doğrultusunda yaşanan “zaman”, temel niteliklerini kaybetmiştir ve geçmişin etkisiyle derinden bir parçalanma, çözülme oluşmaktadır. Çünkü “geçmiş”, yaşanan zamanın, durağan, değişmeyen bir bölümüdür. Dış olayların etkileri, hastayı travmatik bir şekilde içine alıp, kişinin içsel canlılığını yaşamasında onu başarısız kılar. Bu noktada bir hastanın şu sözleri dikkat çekicidir: “Geçmiş o kadar etkili ve korkunç ki, beni devamlı geriye çekiyor! Kendimi hareket eden ama yeri değişmeyen bir makine gibi hissediyorum”. Bu sözler, onun yaşadığı anın ve düşüncelerinin ne kadar pasif ve durağan olduğunu göstermektedir.
Libidinal Regresyon, Beden-Ego Değişimi ve Organlarının Aşırı Kateksisi (Yatırımı) sf: (26-27)
Bychowski şizofrenideki “libidinal regresyon” konusuna şöyle bir yaklaşım getirmektedir: Bir şizofreni göz önüne aldığımızda onun, içine çekilmiş, otistik halinden, çevre ile ilişki kopukluğundan, ona yapılan her türlü yaklaşıma tepkisiz kalışından ve libidodan yoksun oluşunun yanı sıra, duygularını ifade edemeyişinden aşırı etkileniriz. Bu etkilenme, kendi kendimize tıpkı Freud’un analitik terapi uyguladığı bir hasta hakkındaki tartışmasında sorduğu, “peki libidoya ne oldu” sorusunu sormamıza neden olur. Objektif dünyaya yapılan duygusal yatırımın, hastada zamanla kaybolması, objeye yapılan libido yatırımının yok oluşunu göstermektedir. “Libidoya ne oldu?” sorusunu irdeleyip açıklayabildiğimiz zaman, libidinal yatırımdaki değişmelerin temelinde yatan psikolojik süreçleri tanımlayabiliriz. Bychowski, regresyon kavramına bir açıklama getirmiş ve gerilemeyi iyiye doğru ilerlemenin karşıtı olarak kullanarak, bu kavram, “gelişmenin ilksel dönemlerine – hatta başlangıç noktasına – doğru dönüşen bir süreç olarak tanımlanabilir” demiştir.
Bychowski’ye göre şizofreninin başlangıcındaki semptomlardan biri, hastanın belirli organları ile aşırı meşgul olması ve bu doğrultuda kelimelerle ifade edemediği bir hoşnutsuzluk ve acı hissetmesidir. Hoşnutsuzluk, organları ile ilgili fantastik düşüncelere dönüşmektedir. Bu olgu şizofrenik hipokondria olarak tanımlanmaktadır. Semptomlar, organik bir bozukluk olmadan gelişmekte ve bedensel bir rahatsızlığın üzerinde ayrıntılı biçimde durma, veya organlara libido yatırımındaki patolojik tutum olarak ortaya çıkmaktadır. Bychowski, birinci duruma örnek olarak “kedilerin iç organlarını parçaladığına dair” hezeyanları olan şizofren bir kadını, ikinci durum için ise basit bir fıtık hastalığından sonra çok ciddi bir hipokondria geliştirerek paranoid hezeyanlar göstermeye başlayan bir hastayı, örnek göstermektedir. Hipokondria da belirgin bir organ seçimi, biyolojik ya da sonradan kazanılan libidinal bir yatkınlıktan kaynaklanmaktadır. Örneğin, oral dönemde takılıp kalan bir hasta, ağız çevresi ve çenesi ile ilgili hipokondriak rahatsızlıklar geliştirebilir. Anal dönemde takılan bir hasta ise, anal rahatsızlıklar geçirdiğine inanır. Hipokondriak takıntılarda hasta, bazen erkek genital organının sembolü olan organlar zincirinde; boğaz ve çevresinde bir rahatsızlığa saplanır. Bychowski bu rahatsızlıklara yaklaşımda, Freud tarafından öne sürülen “organ dili” ifadesini kullanmaktadır. Yani, belirli duyu organlarındaki fonksiyonel bozukluklar, libidonun organlara yatırımını ve bozukluğunu bu yolla ifade edildiğini göstermektedir. Freud’un bir vakasında olduğu gibi; gerçekten hissedilen organik duyumlar, daha sonraki hezeyanların ortaya çıkışına neden olmaktadır. Örneğin, “klitorisinin bir saatin çalışması gibi titreştiğini” söyleyen hastasının bu semptomu, daha sonraki paranoid gelişimin başlangıcı olmuştur.
Bychowski’ye göre, narsistik libidonun yatırım yapıldığı organların, daha sonra hipokondriak bozuklukların odak noktası haline geldiği ve şizofrenik semptomatolojide önemli bir rol oynadığının farkına varılışı, psikozlarda önemli bir görüştür. Bu doğrultuda en önemli organ, “yüz” olmaktadır. Şizofrenin yüzü ile yoğun bir şekilde ilgilendiği, gerçek, ya da hayali bozuklukları keşfettiği ve bunların bazen şizofrenik semptomlara yol açtığı sık görülen vakalardandır. Genellikle kadın şizofrenik hastalarda, bedensel narsisizm daha yoğun olduğundan, hasta yüzünün bazı garip değişikliklere uğradığını zannederek, uzun süre aynada kendini inceler ve kendine eziyet edercesine bu davranışına gittikçe daha çok zaman ayırır. Aynaya ne kadar çok bakarsa, yüzünde o kadar çok hata bulur. Daha sonraları ise yüzünün, dış çevrenin görmemesi gerektiği bir hale geldiğini düşünür ve kendini büsbütün çevreden soyutlar. Bychowski’ye göre, depresif ve şizofrenik gelişmeler, bazen yüzdeki herhangi bir bölgenin – özellikle burnun – zedelenmesinden oluşur. Oldukça narsistik ya da paranoid bir yapıya eğilimli kişilerin yüzünde yapılan plastik ameliyat, şizofrenik gelişmenin temelini oluşturabilmektedir. Hasta yüzünün görünümünün güzelleşmesi bir yana, kendini daha çirkin, daha berbat ve daha bozulmuş hisseder. Bu duygu ona, kaybettiği sevimliliğinin üzüntüsünü yaşatır.
Hastanın bedensel imajının değişmesi, egosunun cinsel özdeşleşmesinde büyük değişmeler ortaya çıkarmaktadır. Bu semptom daha çok erkeklerde, yoğun bir kadınımsı duygunun gelişmesine neden olmaktadır. Bu tip duyguları içeren sürecin klasik tarifi, Freud’un “Schreber”1 vakasının analizinde görülmektedir. Bu derece patolojik süreci içermeyen diğer birçok vakada daha hafif düzeyde ruhsal rahatsızlıklar ortaya çıkmaktadır. Bunların ortaya çıkışı genellikle halüsinasyonun ve hezeyanın doğasındaki semptomlara benzemektedir. Bychowski, şöyle bir örnek verir: Hastalarından erkek bir lise öğrencisi, “arkadaşlarının kendisinden bir kız öğrenci olarak söz ettiğini ve kendisine genç bir kadına karşı duyulan ilgiyi gösterdiklerini söyleyerek yakınmıştır. Bu olaylar aslında kendisini kadınımsı hissedip, bu nedenle hasassalşatığı dönemlere rastlamaktadır.
Bychowski’ye göre libidinal regresyonun diğer semptomları anlamak, Freud ve Abraham’ın tanımladıkları normal cinsel gelişim dönemlerini iyi bilmeye dayanmaktadır. Bir şizofren, egosunun dengeyi sağlama çabalarını ve realite ile bağlarını koparmama mücadelesini her zaman sürdürmektedir. Libidinal regresyon, obje ile olan ilişkilerde de açığa çıkmaktadır. Sürekli takıntılı yaşamak hoşnutsuz bir durumdur. Genç bir kızın babası tarafından takip edildiği, hatta babasından hamile bırakıldığına, ya da genç bir erkeğin annesinin kendisiyle ilişki kurmayı istediğine dair hezeyanları olabilir. Genç bir erkek hasta kendisini babasının cinsel arzularının hedefi olduğunu düşünebilir, ya da bir kadın hasta, anne veya anne figurüne eşcinsel arzular duyabilir. Tüm bu yasaklanan arzular sadece hastadan değil çevresindeki diğer belirli kişilerin varlığından ortaya çıkmaktadır. Aynı tip yaşantılar, kardeş kıskançlığı (sybling) duyguları için de geçerlidir. Şizofrenik gelişmenin, hastanın libidinal yatırım yaptığı erkek ya da kız kardeşinin evlenmesinden sonra ortaya çıktığı sık rastlanan olaylardandır.
Son yıllarda yapılan analitik çalışmalar, şizofrenik regresyonda, ödip karmaşası döneminden öncesi yaşanan bağımlılığın önemli olduğunu belirtmektedir. Yani şizofrenik regresyonda, libidinal gelişim döneminde, anne ve babayla olan ilişki önemli rol oynamaktadır. Örneğin, oral dönemin sadistik evresindeki bir takıntı, hastanın daha sonraları sadece ağız bölgesinde oral doyum gerçekleştirdiğini göstermektedir. Hasta, çevresindeki belirli objeler tarafından yutulmak ya da onları yutmak duygusunu yaşamaktadır. Yutulacağını sandığı dönemde, kendisinin bir anne veya anne figürü tarafından yutulacağından korkmaktadır. Bychowski, bu duruma bir hastasının konuşmalarını örnek gösterir. Hastası Bychowski’ye; “onu küçük küçük parçalara bölüp yemek” arzusunu ifade etmiş, bunun de nedenini “terapistini sonsuza kadar içinde saklamak isteği” olarak açıklamıştır.
“Libidinal regresyon ne kadar gerilere gidebilir?” sorusuna karşılık Bychowski, şizofrenik hastanın gelişimini en ilksel dönemlerine kadar yakınlaştığını, narsisizmin ve otoerotizmin ilk başlangıç dönemlerine kadar gerilediğini, hatta bunların da ötesinde hastada “ana rahmine geri dönüş” kadar yoğun bir regresyon yaşandığını belirtmiştir. Narsisizm döneminin ilk başlarında bireyin kendisi, libidinal ilginin tek objesi olur. Başka hiçbir şey onu ilgilendirmez. Hasta, dünyadaki objelerin henüz keşfedilmediği bebeklik dönemini andıran bir döneme kadar geri gidebilir. Otoerotizmde ise regresyon çok daha gerilere gitmektedir. Bu gerileme sürecinde bireyin kendisini bir insan olarak hissetme olgusu bile henüz gerçekleşmemiştir. Mastürbasyon, otoerotik dönemin tek görünümüdür. Bedenin diğer erotojenik bölgeleri eş değerde önemlidir ve genital dönemin keşfine kadar devam eder. Bazı vakalarda regresyon çok daha yoğun yaşanmakta, hasta, ego ile rahim arasında hiçbir farklılığın olmadığı dönemdeki varoluşa kadar gerileyecektir. Bu derecede gerilemiş olan hasta, ana rahmindeki cenin pozisyonunda yatar, yatağına çişini ve kakasını yapar, beslenmeyi rededer, dış dünyanın farkına varamayacak kadar bilinçsiz bir durum yaşar. Bu tablo katata suskunluğun dinamiklerini anlamamıza iyi bir örnektir. Bychowski bu aşamada şu soruyu sormaktadır, “Hastanın egosuna yatırım yapılan olgular çok fazla değer ve özellik içerdiği için, aşırı değer yüklenen ego bu durumdan etkilenir. Aşırı önem kazanmanın ötesinde, adeta görkemli bir hale gelen egodaki libido, bir sevgiliye duyulan yoğun aşkın da ötesine giderek, klinik görünüm açısından ele alındığında, megolamani, yani büyüklük hezeyanı şeklinde açığa çıkar. Bu açıklamada egonun, libidonun orijinal deposu olduğunu ileri süren psikanalitik teorinin doğrulandığını görmekteyiz.  







Leopold Bellak Yorumu
Leopold Bellak-Psikozda “ego fonksiyonlarının rolünün” önemini vurgulayan bir bilim adamıdır. Bellak, ego fonksiyonlarının gelişimi ve şizofreninin ortaya çıkışı görüşünde üç temel öğeyi ele almaktadır.
a) Doğumla gelen (congenital) faktörlerin olgunlaşması
b) Çevreyle ilişkide “tepki” verebilme
c) Yukarıdaki iki olgunun karşılıklı etkileşimi
Bellak’a göre, altı aylıktan küçük bebeklerde Gestalt yeteneği henüz yerleşmemiştir. Bu nedenle bebek, kendini dünyadan ayırt edemez. Altıncı aydan sonra bebek uyarı ayrımını fark etmeye başladığında, kendini çevreden ayırt etmeye başlar. Ancak o zaman bebekte “ego”dan söz edilebilir. Yani ego artık, şimdiki ve geçmiş uyaranları doğrultusunda “sen-ben”, “obje-ben” gibi ayrımları gerçekleştirebilmektedir.
Bellak gerçeği test etme yetisinde bu ayrımı yapabilmeye dayandığını söylemektedir. Geçmiş uyarı ve algılar doğrultusunda, yeni olguların oluşumu gerçekleşir. Sonraki aşamalardaysa “ne güvenilirdir, ne güvenilir değildir”; “ne olasıdır, ne olası değildir” sorgulaması yapılabilir. Psikanalitik teoriye göre birincil süreçler, kontrol dışı davranışlar şeklinde ortaya çıkar. Bu görüşe göre, şizofrenideki patolojik olgu, birincil düşünce sürecinin tekrar ortaya çıkması şeklinde açıklanabilir. Bellak bu konudaki teorisini açıklarken önce normal kişilerdeki ego fonksiyonlarının işlevini, daha sonra bu fonksiyonların bozulması halinde ortaya çıkacak olan psikotik semptomları ortaya koyan bir şema hazırlamıştır.
Bellak öncelikle egonun gerçekle ilgili fonksiyonları olan “Gerçeğe uyum sağlamak, gerçeği test etmek ve gerçeği algılamak” olgularını ele almaktadır. Bu fonksiyonlar kapsamında ego, toplumdaki rolüne uygun davranmak, kendisini ve çevresini ayırt edebilmek ve kendiliğinden davranışlarda bulunmak yeteneğini ortaya koymaktadır. Psikoz durumu söz konusu olduğunda kişi; toplumdaki rolüne uygun davranmada başarısızlıklar yaşamakta, kendiliğinden davranışlarda ve yaratıcılıkta azalmalar görülmektedir.
Gerçeği test etme yetisinin bozulması sonucunda da halüsinasyon ve hezeyan gibi algı bozuklukları ortaya çıkmaktadır. Bellak sözü edilen fonksiyonların bozulmasının, şizofrenik yaşamının bir görünümü olduğunu ifade etmektedir.
Bellak’a göre diğer bir ego fonksiyonu “dürtülerin kontrolü”dür. Birey bu kontrol sayesinde, karmaşık davranışlarda bulunabilir, hayal kırıklıkları ve anksiyete ile başa çıkabilir ve bazı dürtülerini yücelterek, bunları adeta nötralize eder. Bellak, ego bu işlevleri yerine getiremediğinde, tepkisel davranışların artacağını, öfke nöbetlerinin (temper-tantrum) ortaya çıkabileceğini, nevrotik ve psikotik kişilik yapılarının oluşabileceğini belirtmekte ve bunlara bağlı halüsinasyon, hezeyan ve agresif davranışların görülebileceğine dikkati çekmektedir. Bellak’a göre “sağlıklı büyüme”; bebeği ve çocuğu tamamen özgür bırakmak anlamına gelmemektedir. Ruhsal açıdan sağlıklı büyümenin temelinde öz – kontrol ve öz – yargının gelişmesi yer almalıdır. Çocuğun dürtüleri kontrol edilirken, fazla baskı veya aşırı uyarma beraberinde olumsuzluğu getirir. Annenin maskelenmiş saldırganlığı, bir çocukta sosyopatik içerikli bir şizofreni oluşturabilirken, diğer bir çocuktaysa bastırılmış bir şizofrenik yapının gelişmesine neden olabilmektedir.
Farklı kültürlerden kaynaklanan farklı algılamalar, çocuğun büyüme döneminde çeşitli olumsuzluklar yüklenmesine neden olmaktadır. Özellikle tutarsız davranışlar karmaşa yaratmaktadır. Ayrıca identifikasyon için iyi bir modelin olmaması yada model eksikliği çocuğu olumsuz yönde etkilemektedir.
Hartmann’a göre preşizofreni (şizofreni öncesi dönem) döneminde ileride açıklanacak olan sentetik fonksiyonların gelişmemiş olması ve psikolojik gelişiminin yetersiz oluşu, şizofreniye yol açan nedenlerdir.
Obje ilişkilerinin gelişimi ve şizofreni:
Bellak’a göre ego; realite ve objelerle olan ilişkisi sayesinde gelişen bir yapıdır, bu doğrultuda “libido teorisi”nin esası, egonun obje – ilişkilerinin belirleyicilerini kapsamaktadır. Narsizimden, simbiyotik ilişkilere kadar her tür bağlantının temeli “libido teorisi” içinde yer almaktadır.
Aile yapıları içinde mesafeli, soğuk, zayıf ilişkilerle büyüyen yada itilen, reddedilen çocuklar, yani genelde zayıf libido yatırımının yer aldığı alt kültürlerden gelen çocuklara, bazen yetişkinlikteki doyum sağlayacak şekilde statü ortamları, söz konusu ailesel gelişimi içinde katı yetişen kişiler için başarılı birer statü olarak görülmektedir.
Bellak’a göre bedensel faaliyetlere aşırı dikkat, annenin hipokandriyak oluşu, aşırı uyarılma gibi süreçler, aşırı narsizme ve bu nedenle de obje yatırımında azalmaya neden olmaktadır. Bellak, narsistik, sadistlik veya aile içi ilişkilerinin zayıf olduğu ortamlarda, genetik bir nedene gerek olmaksızın şizofrenik çocuklar yetişebilecektir.
Bellak’a göre, “egonun obje ilişkileri fonksiyonları” temel bir fonksiyondur. Egonun birincil fonksiyonunun, gerçekle ve gerçekteki objelerle uyumlu ve doyurucu ilişkiler kurmak olduğunu söyleyen Bellak, bu fonksiyonların bozulmasıyla “narsizm”in bir kişiye sevgi ve nefret gibi karşıt duyguların aynı anda duyulabilmesi olan “ambivalent duyguların, simbiyotik ve sadomazohistik” yaşantıların oluşacağını belirtmektedir. Obje ilişkileri fonksiyonu bozulduğunda, düşünce süreci de bozulacağından, hastada anlamsız herhangi bir düşünce aşırı değer kazanmaktadır. Örneğin “ben İsayım” veya “TV’de benden söz ediyorlar” gibi ifadeler, selfte aşırı libido yatırımını göstermektedir. Obje ilişkisi fonksiyonuna değinen bilim adamları arasında: Spitz, Mahler ve Kanner bulunmaktadır.
Bellak, Egodaki “düşünce süreçleri” fonksiyonları arasında, “dikkat” ve “geçicilik”, “olaylara konsantre olma”, “soyut düşünebilme” gibi işlevlere yer vermiştir. Bu fonksiyon bozulduğunda “otizm”, çağrışımların zayıflaması, realitenin çarptırılması, oryantasyon bozukluğu, sembolizm, soyut düşünememe, yanlış ve hatalı yargılarda bulunma, hayali ve fantastik düşüncelerin oluşumu gibi sonuçların ortaya çıktığını belirtmektedir. Bellak, Freud’un öne sürdüğü Ego savunma mekanizmalarından, “regresyon”un diğer mekanizmaların tamamlayıcısı olduğunu söylemektedir. Savunma mekanizmalarının bozulması halinde, regresyon, yüceltme (sublimation), karşıt tepki geliştirme (reaction-formation) gibi mekanizmalar gerçekleşmeyip geniş anlamda savunma mekanizmalarının kaybı söz konusu olmaktadır. Hasta uyarılara aşırı tepki göstermekte, savunmaları tutarlı olmamaktadır. Karşıt tepki geliştirmedeki bozulma sonucu düşmanca (hostill) düşüncelerini karşıt bir yatırım şeklinde ifade edip, örneğin dinsel bir inanca bağlanıp “İSA” olduğunu iddia edebilir. Bellak’a göre aslında hasta, düşmanca duygularının çevreye yansıyıp, “dünyayı yakıp yıkacağı” şeklindeki patolojik korkusu nedeniyle, bu duyguların tam karşıtı olan “insanlar korumak” gibi bir duyguya sığınmış olmaktadır.
Bellak, “egonun otonom fonksiyonları” arasında düşünme, dil, yaratıcılık, zeka, algı, dikkat gibi süreçlere yer vermektedir. Otonom fonksiyonların Bellak’a göre klinik bir önemi vardır. Şizofrenlerin çok zeki olanlarında bu fonksiyon, genelde bozulmaya uğrasa da dilde, sanatta, matematikte kavramlar bozulmayıp otonom hale gelmişlerdir.
Örneğin zeki bir şizofren, çocukluğundan bu yana, söz konusu yetenekleri doğrultusunda ödüllendirildiğinde, sadece bu yeteneklerinin gelişmesine çalışılıp, sosyal bir çevrenin beğenisini üstüne çeker. Arieti’ye göre sosyal çatışmalarını çözemeyen şizofrenik kişi söz konusu yetilerine tutunup yaşamını sürdürebilmektedir. Bellak söz konusu hastanın bunu başaramadığında, bitkisel yaşama girmeye kadar gidebileceğini söylemektedir. Otonom fonksiyonların bozulmasında diğer bir ilginç olgu, paranoidlerin düşüncelerindeki yansıtma mekanizması dışında, tamamen uyumlu olabilmeleridir.
Bellak; “egonun sentetik fonksiyon”larına dair bir tanım ileri sürmektedir. Bu fonksiyon, egonun “yansıtma” bütünleştirme, bir araya getirme yeteneğini kapsamaktadır. Kişinin yaşamla kendisini arasında tampon olabilmesi ve olayları organize edebilmesi olarak açıklanabilmektedir.
Sentetik fonksiyonların bozulması durumunda psişik zayıflık ve yaşam değişiklikleri karşısında ruhsal yaralanmalarla başa çıkabilmede başarısızlık görülmektedir. Bellak’a göre sentetik fonksiyonların bozulması şizofreninin belirgin bir karakteristiğini ortaya koymaktadır. Hastada çağrışımların zayıflaması, regresyonun (gerileme) ortaya çıkması, sebep/sonuç ilişkilerini değerlendirememe, zaman-mekan ilişkisini kuramama ve olayları bir bütün (Gestalt) içinde görememe durumları ortaya çıkmaktadır.


ARIETI’de Şizofreni ve Psikoz
Arieti, psikoz ve şizofrenide “semptom” kavramını sorgularken semptomu “majik (büyüsel) düşünceye bir regresyon (gerileme)” olarak yorumlamıştır. Bir çocuğun egosunun gelişiminde, egonun dış dünya ile kendisi arasındaki ayırımı, uzun bir gelişim sürecini gerektirmektedir. Yani, ego ile ego olmayan (non-ego) arasındaki farklılık, daha sonraki dönemlerde ya hiç oluşmamış ya da tamamlanmamış durumdadır. Çocuk, a) kendi arzularının gücüne inanarak veya b) ebeveyn figürünün gücünün görkemiyle, isteklerinin onların baskıcı egemenliği altına gireceğine dair bir inanca sahiptir. Birinci inanç, çocuğun düşüncelerinin gücünün, her şeye yeteceğine dair duyduğu inançtır. Diğeri ise ilk bebeklik dönemlerinde duyduğu çaresizlik ve güvensizlikle ilgilidir. Ego ile ego olmayan arasındaki farklılığın tamamlanmamış olduğu ve bu boşluğun yerini majik düşüncelere bırakmış olduğu döneme primer (birincil) narsisizm dönemi diyoruz. Anieti’ye göre Primer narsisizm, arzuların halüsinasyonlar (sanrılar) yolu ile kendi içlerinde doyurucu bir nitelik halini alması şeklinde ifade edilebilir veya egonun, bebeklikte olduğu gibi objektif bir temel olmadan, hayal etmesine benzer bir dönem şeklinde de tanımlanabilir. Gelişim dönemlerine böyle bir regresyona, rüyalarla ulaşılabilir. Bu durum pek çok noktada, şizofrenik dinamizmin bir prototipi olup, rüyalarda hizmet görmektedir. Bebekler üzerindeki çalışmalar, bu gibi halüsinatif arzu doyurmaların, bebeğin temel arzusu olan oral gereksinimini tatmin edişini, ortaya koymaktadır.
Arieti’ye göre egonun organizasyonu ve gelişimini pekişmesi, bebeğin bedensel egosunun farkına varıp, onu içselleştirmesiyle başlamaktadır. Bebek, bedeninin değişik organlarını keşfedip bunların sadece kendine ait olduğunun farkına varır. Bir süre sonra da zihinsel egosunun (mental ego) bilincine varıp içselleştirerek, zihinsel egosunu dış dünyadan ayırabilir. Bebek bu noktada, içsel bir imaj ile a)yani bir objenin içselleştirilmiş görüntüsü, veya arzunun halüsinatif olarak doyurulması ile, b) gerçekte var olan bir arzuyu doyurmak arasına bir sınır koymayı başarmış olmaktadır. Böylece gerçeklik duygusu bugün bile tam anlaşılmayan bir mekanizma yolu ile kişide yerleşmiş olmaktadır. Bu basit bir mekanizma değildir. Bu durum diğer karmaşık psikolojik gelişmelerde olduğu gibi yetişkinliğin herhangi bir döneminde fiksasyona (takılıp kalma), ve regresyona neden olabilir. Bu soruna klasik bir yaklaşım, Ferenczi’nin “Stages in the Development of the Sense of Reality” adlı kitabında ele alınmıştır. Ferenczi, kayıtsız şartsız bir güçlülük duygusunu, çocuksu (infantil) egonun ilk gelişme dönemi olarak kabul etmektedir. Böyle bir dönem, kişinin bireysel bir varlık olarak dünyaya gelişinden önce yer almıştır. Çünkü ana rahmindeki cenin, kendisi dış dünyadan ayıracak bir duruma sahip değildir. Anne tarafından tüm gereksinimleri doyurularak “adeta bir asalak gibi” yaşar. Böyle bir varlık Ferenczi’ye göre, insanın artık arzu edecek başka hiçbir şeyi kalmadığı yüksek düzeyde bir doyum ve güçlülüğe sahiptir. Ana rahmindeki varlık, tüm temel dürtü ve arzuları yerine getirildiği için o dönemde başka arzu ve gereksinimi yoktur.
Arieti, bu ifadelerden yola çıkarak, çocuksu bir megalomaninin tamamen bir hezeyan olmadığını söyleyebilmektedir. Çocuk, bir zamanlar her şeye sahip olduğu o dönemlere dönmek ister. Bunun üstesinden gelmek bilinçaltı olmakla birlikte, sonsuza dek süren bir arzu haline gelmiştir. Bebek kaybolan dengesine, adeta ana rahmindeki korunmuş varlığına eş değer bir doğrultuda ulaşmaya çalışır. Dıştan gelen en az doyurucu uyarı bile, ona rahat ve huzurlu ortamı sağlar. Alabildiği yakınlık ve sıcaklık çoğaldıkça, iyiye giderek, gösterdiği davranış bozuklukları daha aza indirgenir.
Ferenczi, büyüme ve biyolojik gelişme ile birlikte çocuğun gereksinimlerinin zamanla daha kompleks hale geldiğini söylemektedir. Egonun gelişmesinin yanı sıra fiziksel organların gelişimi de çocuğu, gereksinimlerini fazlasıyla karşılamaya doğru götürür. Bu durumun çocuk için iki sonucu vardır: Bir yandan halüsinatif doyum sağlamaları, öte yandan gelişmekte olan egonun gittikçe artan bilinçliliği ile, içinde bulunduğu dünyanın iki farklı özelliği (double character) olduğunun bilincine ulaşır. Artık bu dünya ona anında majik bir doyum ve tatmin sağlamamaktadır. Yerini yoksunluk ve reddedilmeler almıştır. Reddedilen ve geciktirilen arzuların farkına varmak ve zihinsel yaşamına egemen olan zevk ilkesi, onu realitenin ilkelerini öğrenmeye zorlamaktadır. Böylece realiteye uyum, önceleri haz ilkesinin egemenliği ile başlayıp realitedeki gerçek gücün sınırlarıyla çakışır. Gelişen ego, dış dünyaya ait olan objeleri öğrenmek zorunda olduğunun farkına varır. Çünkü dış dünya onun arzularına uymayıp acı ve hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Ferenczi, bebeğin var oluşunun ilk dönemlerinde, her olgunun egonun içinde olduğunu ve ancak ego gelişimi sonrasında objelerin gelişiminin, çocuğun kendi dışındaki dünyada gerçekleştiğini ifade etmektedir. Bu noktada Ferenczi ilk döneme introjeksiyon (içselleştirme), ego gelişiminin sonrasındaki döneme projeksiyon (dışa yansıtma) adını vermektedir. Ferenczi bu iki dönem arasında kesin bir sınır olmadığını söyler. Çocuk tüm gerçeği, arzuları doğrultusunda yönetemeyeceğini anlarken, uzun süre her iki dönemde de temel bağları kavrayamaz. Kendi egosunun değer yargılarını dış objelere yöneltir. Obje ve olayları kendi kendisiyle yakın ilişkideymiş gibi görür. Zaman içinde vücudundaki farklı organları, dış dünyadaki obje ve olayları keşfedişi gibi keşfeder. Bu yolla temelde ego ile ilgili olmayan obje ve olaylar, ego ile ilintili bir özellik kazanırlar. Bu durum sembolik bağların temelini oluşturur. Söz konusu olgu, bilinçaltı mekanizmada önemli bir yere sahip bulunmaktadır.
Ferenczi, çevre kendisi için yeterli derecede iyi, doyurucu ve tepki verici olduğu sürece, çocuğun arzularının gücüne daha çok inandığını belirtmektedir. Diğer yandan çevre, çocuğun arzularına tepki vermede başarısız olursa, en azından ilk dönemlerde çocuk dış dünyayı düşmanca güçler ve kötü niyetli majiklerle dolu olarak algılar. Dilin gelişim sürecinde çocuk arzuları ifade etme yeteneğini kazanarak daha etkin hale gelir. El ve kolları ile istediklerini belirttiği sembolik davranışları bu kez, dili ile yapar. Örneğin, heceler, sesler, yavaş yavaş belirli obje ve olaylarla özdeşleşirler. Böylece tatmin ve hazza daha çok ulaşır. Onun için dil, gerçeklik duygusunun gelişiminde egoya yardımcı olur. Gerçeklik duygusunun gelişim sürecinde kayıtsız şartsız güçlü olma dönemi, çocukta hazzın otoerotik formlarına bağlıdır. Otoerotizm ve narsizim, erotik gücün formlarıdır. Narsizm hiçbir zaman terk edilmeyip, her zaman obje libidosuyla paralel yer aldığı için, ego kendini sevdikçe, sevgi denen gücü korumuş olmaktadır. Narsisizm döneminde böyle bir fiksasyon söz konusu olduğunda, libido, sevgiyle ilgili hayal kırıklığında regresyona uğrayacak, psikoz ve nevrozlarda da böyle bir regresyon söz konusu olacaktır. Ferenczi’nin çalışmaları, söz konusu patolojik süreci anlamada yol gösterici olması açısından, önem taşımaktadır.
Piaget “gerçeklik duygusunun gelişimi”, “majik kavramı”, “animizm olguları” ve “çocukların rüyalara karşı tutumlarını” ortaya koyarak, Ferenczi’nin çalışmalarına katkıda bulunmuştur. Piaget sözlü ifadeden çok, çocuğun oyun faaliyetlerini izlemiş, oyunların, çocuğun egosunun realite ile ilişkisini ortaya koyan en iyi ortam olduğunu söylemiştir. Piaget’e göre kendi içsel gücüne inanan ego, kendisini hayal kırıklıklarına karşı korumak üzere, bilinçalltı bir çok reaksiyon geliştirir. Ancak hiçbiri tam bir doyum sağlamaz ve ruhsal zedelenmeleri artırmaktadır.
Bilim adamlarının çalışmaları doğrultusunda ortaya çıkan önemli bir klinik sonuç, primer narsistik egonun temel karakteristiği ile ilgilidir. Narsisistik ego, arzu ettiği güce ancak haz ilkesi ve inançlar yolu ile ulaşır. Tüm olası doyum sağlamalar ve değer yargıları bu yolla ölçülmektedir. Primer narsistik ego, bireyin faaliyetlerini olanaklarından daha öteye götürmeyi amaçlar. Bu amaçlar gerçek dışıdır ve bastırıcı bir özellik taşımaktadır. Bu özellik egonun gelişmiş ve gerçekçi diğer yönlerini, hayal kırıklıkları sonucunda geri çekmesine neden olur. Bychowski, direnen narsistik egoyu “primitif ego ideali” olarak tanımlar ve bunun daha kompleks ve gelişme göstermek isteyen “ego idealinin” karşıtı olduğunu söyler. Egonun ilk dönemlerindeki gelişiminde, hostilite (düşmanca tutum) ve agresyon, primer narsizmle yakın ilişkidedir. Hostilite (düşmanca tutum) ve agresyon, hayal kırıklıkları ve yoksunluklar sonucu pekiştirilip ortaya çıkar. Bunlar kişinin çocukluk döneminde karşılaştığı, kendi dışındaki realiteye karşı aldığı tutumdan kaynaklanan duygu durumlarıdır.
Sonuç olarak egonun ilk dönemler boyunca geçirdiğini gelişimin büyük ölçüde çevreyle bağlı kalmaktadır. Gerçeklik duygusunun gelişimi, primer narsisizmin engellenmesi ve dış dünyanın özgür olduğunun farkına varılması, çocuğun ilk dönemdeki dünyasında var olan kişilerin tutumuna bağlıdır. Terapi sürecinde, kişinin çevrenin üstesinden gelmesi önem taşır. Bu da çocuğun sosyal ortamının önemini belirler. Bu nedenle psikotiğin tedavisinde, çevre ele alınmadıkça, terapi süreci ütopik bir soyutlama olarak kalacaktır.
ARIETI’DE ERGENLİK VE İLK YETİŞKİNLİK
Arıeti’ye göre olumsuz geçen ilk yaşantılar, geleceğin hastasını sosyal açıdan güvensizleştirdiği ve genel olarak yaşamla başa çıkmada yetersiz kıldığından, içinde bulunduğu halden daha ciddi durumlarla karşılaşacağı (adölesan) ergenlik döneminde ve yetişkinliğinde, eksiklikleri daha çok yaşayacaktır. Çocukluğunda şizoid tipte bir kişilik geliştiren adelösan (ergen) ve genç yetişkinlere baktığımızda, birçoğunun bu kişilik yapılarını koruduklarını, hatta bu yapılarının daha da belirginleştiğini görürüz. Kendilerini çevreden soyutlamalarına ve apatik (duygusal tepkisizlik hali) görünümlerine karşın, temelde varolan duygusallıklarını ve hassasiyetlerini açığa çıkaran belirtiler vardır. Bu karakteristiklerden bir tanesi “şaka kaldıramaz” oluşlarıdır. Kendileri hakkında yapılan hiçbir şakayı kaldıramazlar. Çevreden gelen düşmanca tepkilere aşırı hassas oldukları için, her şakanın kendilerini incitmek için yapıldığını düşünürler. Aslında bu yorumda çok da haksız değillerdir. Çünkü bir çok şaka ve mizahın hostil bir yanı vardır (Freud 1938; Arieti 1950b) Normal insanlarda bu hostil içerik çok azdır. Bu yüzden şaka ve mizaha tolerans gösterilir. Bir şizoid için ise şaka, ciddi bir reddedilmedir. Aynı nedenlerden dolayı şizoidler kumarda da sürekli olarak kaybederler. Yenilgi, yetersizliklerinin diğer bir kanıtıdır, böylece insanlarla birlikte yaşamayı istememe eğilimleri daha da artar.
Şizoid yapıdaki pek çok kişi, korunma mekanizması geliştirir. Bunlar çok fazla göze batmayan tutumlardır. Hayatın kötülüklerinden uzak kalmak için bir şizoid; manastıra girebilir, otoriteye boyun eğmeye zorlanacağı askeri birliklere katılabilir, veya kendisine insiyatif verilmeyecek bir iş seçer. Göz ardı edilemeyecek bir çoğunluk da kendisini dine verir. Dine karşı olan inancı ve dinle uğraşısı içinde, hiçbir yerde bulamayacağı rahatı ve huzuru bulmaya çalışır. Din ve Tanrı adeta kötü ebeveyn yerine konan iyi ebeveyndir. Din ve Tanrı, yetersiz ve değersiz çocukları olduğu gibi kabul edebilen ebeveyndir. Hasta, kendi ailesinin otoritesine uymak istemeyebilir, ancak Tanrının otoritesini kabul eder. İnsanlar sevgi vermez, ama Tanrı verir. Bazı vakalarda dine sığınma, psikozu geciktirici bir koruyucudur. Ancak din gibi soyut kavramlar, hasta bir ruhsal yapıya cevap vermeyebilir. Üstelik kişiler arası iletişim kuramama, insanların sıcaklığını yaşamama, kişiyi yalnızlığa iter ve aşırı hallerde hezeyan ve halüsinasyonlara neden olabilir. Bazı vakalarda hasta, sadece ailesine karşı gelmek için dinini değiştirir, yeni çözümler arar. Bazen de genel tutumunu değiştirerek, “bohem, hippi veya asi” sıfatlarını alarak sıradışı bir grubun sosyal üyesi olmak ister. Yani, içinde büyüdüğü yaşamdan, çok daha az uyum göstermesini gerektiren, bir diğer gruba katılır. Çoğu zaman da grup tarafından kabul edilir. Çünkü geniş anlamda sosyal çevrenin kendisinden beklediği sorumluluk, bu insanlar tarafından beklenilmektedir.
Şizoidler yaşamsal ihtiyaçlarını inanılmayacak kadar aza indirirler. Çoğu; odalarında yalnız, hiçbir iletişim kurmadan ve sadece zorunlu ihtiyaçlarını karşılayarak yaşar. İnsanlar arası ilişkilerin gereği olan duygusal olaylardan olabildiğince uzak durmaya çalışıp, sakladıkları bu duyguların yaptıkları faaliyetlerle telafi etmeye çalışırlar. Bu yüzden matematik, fizik gibi meşguliyetler de seçebilirler. Şizoid, hayatı boyunca yaşadığı duygusuzluğun farkına varır ve hayatının boş ve karanlık olduğunu düşünür. Duygularını ifade etmeye çalışır ama başaramaz. Bazen duyguları varmış gibi görünmek ister. Ancak insanların onun gözlerine baktığında duygusuzluğunu anlayacaklarını zanneder. Başarılı bir terapide ise o güne kadar “duyguları varmış gibi” görünmeyi istediği halde, hiçbir zaman duygusallık yaşamadığını fark eder. Böyle vakalarda psikoterapi güçtür. Bunun bir nedeni hastanın gerçekten duygularının varlığı konusunda bilinçli olmayışıdır. Zaman içinde yok sandığı duyguların bilincine vardığında ise, insanların tüm bunları kendisine karşı kullanacaklarını zanneder ve hislerini göstermekten korkar. Çünkü duygularının, kendisine anksiyete ve panik ataklar yaşatmasından çekinir.
Fırtınalı bir kişiliğe sahip olan adölesanlar, belirli bir self imaj (kendilik imajı) kuramazlar. Çocukluk döneminde çevrenin kendisini olumsuz algılayışı nedeniyle sadece “kötü çocuk” olarak kabul edilen bir imaja sahiptirler. Bu nedenle de kendileri ile yeterince özdeşleşemezler (self identity). Kendisi kimdir? ailesi, çevresi ve toplum geniş anlamda ondan ne bekler? Hatta kendisi bile kendinden ne beklediğini bilememektedir. Bu sorular, soyut, felsefi ya da teorik değildir. Çünkü zaten genç yetişkinler ve zeki adölesanlar bu soruları kendilerine sorarlar. Özellikle fırtınalı kişilikleri olan şizofreni öncesi dönemdeki kişilerin soruları, -toplumda ve kişiler arası ilişkilerde kendilerini referans noktası olarak algıladıkları için- daha somuttur. Aslında bu belirsizlikler, kendi kendilerini bulamamalarından ortaya çıkmaktadır. Fırtınalı ve şizoid kişiliklerde, kendiyle özdeşleşme daha da bozulmuştur. Şizoid kişi kendi “kötü çocuk” imajını kabullenmiştir. Kendini savunmak için yaşamdan kopar ve insanları gölge gibi takip eder. Ancak fırtınalı kişilik yapısı böylesine bir yaşam içinde realite ile uzlaşamaz. Hayatı boyunca bir rol edinmeye çalışır ve bunda başarılı olamaz. Yaşamda hangi rolde olduğunu, insanların onun hakkında neler düşündüğünü anlamaya çalışır. Çalışma hayatı içinde de endişeleri vardır ve güvensizlik yaşar. Bu durumda prepsikotik dönemde ve fırtınalı kişilik yapısında olanların yaşadığı rekabet duygusu, normal ve nörotiklerin yaşadıklarından daha yoğundur.
Arieti’ye göre fırtınalı kişilik yapıları bazen bir yere kadar uysal ve pasif bir görünüm ortaya koyar. Bazı zamanlar ise agresif ve hostil (düşmanca) duygular yaşarlar. Daha seyrek olarak da kendilerini bir koza içine hapsederek tam bir kopuşa giderler. Yaşamdan kopuk olmadıkları zamanlarda tedirginlik ve anksiyete yaşamlarını etkisi altına alır. İncinebilirlikleri artmıştır ve en önemsiz bir olay onlarda kriz yaratabilir. Hatta bu yaşamları “bir kriz zincirinden ibarettir” denilebilir. Kısmen daha iyi bir ruhsal durum kişilerin içinde olduklarında ise, büyüklük hezeyanları başlar, hatta paranoid eğilim içine girebilirler.
Fırnıtalı kişilik yapıları, iki ayrı uçta – siyah ve beyazı – yaşarlar. Onlar için gri renkler yoktur. Sıklıkla aşırı uyuşturucu ve alkole sığınırlar. Ardarda yaşadıkları krizler onları gittikçe zayıf düşürür. Krizler sıklıkla hastanın büyüttüğü, aslında basit olaylardan ortaya çıkar. Zamanında anksiyete yaratan olaylar, tekrar sembolik ve bilinçaltı bir şekilde bu kez basit olaylarda yaşanır. Bazı zamanlar ise krizler, evlilik, aşk macerası, anlamsız iş hayatı vs. gibi anksiyete yaratan kritik durumlarda ortaya çıkar. Olaylar fırtınalı kişiliklerde, şizoidlere kıyasla daha farklı yaşanır. Anlamlı bir yaşam arayışı içindedirler. Yaşadıkları fırtınalı hayat şizoidlerin rüyada yaşadıklarıyla kıyaslanabilir. Bu kişiler davranışlarının anormalliklerini öyle abartırlar ki psikiyatristler bu kişileri “şizofreni öncesi”, “gizli şizofreni” borderline (sınır kişilik) ya da “psikozsuz psikotik” kişilik olarak kabul eder. Çoğunlukla şizoid ve fırtınalı kişilik yapıları hiçbir zaman psikoz geliştirmeyebilir ve yaşamları boyunca prepsikotik durumlarını sürdürürler. Ancak ileride terapiye gittiklerinde ya da birdenbire tahmin edilemeyen şartlar ortaya çıktığında, yaşama başka türlü uyum sağlama yoluna giderler. Bazıları ise yetersiz de olsa sosyal yaşamlarını sürdürebilir.
Şizoid ve fırtınalı kişilik yapıları hiçbir zaman yeterli bir savunma geliştiremezler. Yetişkinlikte ise problemleri daha görünür hale gelir. Okul, artan cinsel arzular, rekabet dolu dünyada kendine pozisyon arama gibi olguların ağırlığı altında ezilirler. Daha önce aile içinde korunan bu kişiler şimdi tüm dünyanın üstesinden gelmek zorundadır. Şizoid savunmaları, onu korumak yerine bu kez sosyal baskının karşısında adeta engellenmelerine neden olur. Kendilerini oradan oraya itilmiş gibi hissederler. İnsanlarla ilişkilerindeki yetersizlik korkularını arttırır. Şizoid tutumundan sıyrılıp, bir şeyler yapmayı başardığı zaman da duyarlılığı, onun yeniden anksiyete yaşamasına neden olur. Milyonlarca otorite onu eleştirmeye hazırdır. Sembolik olarak hasta, insanlarla arasındaki ilişkiyi, kendi “çocuk-ebeveyn” ilişkisinin yeniden yapılanmış bir hali olarak görür. Böylece, bir seri başarısızlık ve şaşkınlık, hayal kırıklıkları onu takip eder. Hastanın istediği daha güçlü bir silah, daha güçlü bir savunma aracıdır. Fırtınalı kişilik yapısı ise dünyayla ilişki kurmaya çalışmasına rağmen başarılı olamaz. İnsanların onu çaresiz, hayatta hiçbir şey elde edemeyen gerçek bir başarısız olarak gördüğünü düşünür.
Arieti, sonuç olarak hem şizoid kişilik yapısı, hem fırtınalı kişilik yapısı için şunları söylemektedir: Aile arası ilişkilerin güçlüğü devam eder. İnsanlarla aralarında bir mesafe olduğu duygusu, iletişim azlığı, anlaşılmazlık, diğerleriyle hasta arasındaki ilişkinin kurulamayışı gibi olgular, hastayı çevreleyen dramatik aile yapısı ve dramatik sosyal ilişkiler yoğunlaşır. Arieti burada şu noktaya dikkati çekmektedir. Bu dramatik yaşantı kişiler arası ilişkiler veya sosyal ortam içinde kaldıkça ve hasta tarafından anormal biçimde içselleştirilmediği sürece, şizofreni gelişmez. Olayın bir şizofreniyi ortaya çıkarması için, dramatik yaşantının, selfi (kendilik) çok incitmesi hatta selfin trajedisi haline gelmesi gerekir. Burada patolojileri ortaya çıkaran sadece içgüdüler değil, düşüncelerdir. Arieti’ye göre bu görüş, bazı yaklaşımlarda göz ardı edilmiştir. Arieti, Freud’un psikoza analitik yaklaşımında, “düşünce gücünü” görmezlikten geldiğini, bu gücün göz ardı edilemediği durumlarda ise, olayı libidonun cinsel yönüne ağırlık vererek açıklamaya çalıştığını belirtmektedir.
Psikozlar ve şizofreni konusunda önemli çalışmaları olan Vygotsky’ye göre kavramları içeren düşünce küçük yaşta başlar. Psikiyatrik açıdan kavram içeren yaşamın önemli oluşu, self imajın bu kavramların üzerine kurulmasındandır. Self imajy, yaşla değişmeye uğrayıp adölesan döneminde yaşanan birkaç değişmeden sonra, eski imajların kalıntılarından ve kavrama dayanan yaşamın baskın özelliklerinden oluşan bir yapı haline gelir. “Kavram duygusu” ve “kişinin kendisiyle özdeşleşmesi” “kişinin hayatta aldığı rol” ve “kişinin kendi değeri” bir araya gelerek, selfi oluşturur. Geleceğin şizofreniğinin selfi ise, aşırı duygusal kavramların bir araya gelmesiyle ortaya çıkacaktır. Yaşadığı olumsuz deneyimler preşizofrenik kişinin self imajını olumsuz yönde değiştirmeye devam edecektir. Yaşamdaki deneyimler bu imajı “kötü çocuk” olarak değiştirmiş ve pekiştirmiştir. Ancak belirli bir yaşta “kötü olmak”, yeteneksiz, yetersiz, değersiz ve suçlu olmak gibi anlamları da içerir. Fırtınalı kişilik yapısı, tüm ümitsiz girişimlerine karşın var oluşunda hiçbir zaman güvenilir bir anlam bulamayacaktır. Yaşamın, selfini doyurucu bir kaynağı olmadığının farkına varır. Self imajın gittikçe kötü bir hal alışı, büyük çapta hastanın zamana karşı yeni uyumuyla belirlenir. Bazı vakalarda geleceğin önemi ve iyimserlik duygusu sadece ilk yetişkinlik dönemine ait bir duygudur. Kendi değerini beslemek ve daha yeterli bir self imaj oluşturmak için genç birey gelecekten beklenti ve ümitlerini, içten içe “nasıl olsa bir gün olacak” diye ifade eder. Aynı zamanda bu inançlarından şüpheye düşerek “hayat kötüye gidiyor” der. Bir yandan da yaşamın herkes için kötü olması gerekmediği, sadece kendisi için kötü olacağı duygusuna varır. Kendisi kötü ve değersiz olduğu için yaşamının da kötü olacağı sonucuna ulaşır. Eğer her zaman yanlış yaptıysa, onda yanlış olan bir şey vardır. Eğer sevilmediyse, bu sevginin dünyada var olmadığından değil, kendisinin sevilecek bir kişi olmadığındandır. Otoriteler eğer ona karşı kötü ve hain davranıyorlarsa, iyi bir nedenleri vardır. O, diğerlerinin ondan nefret ettiğinden daha fazla kendinden nefret etmektedir. Kendi değeri yara alan ergen, pek çok olumsuzluk yaşar. Ebeveyninin imajını koruduğu gibi, dış dünyanın da imajını korur. Ama bu, dayanamayacağı bir self imaj edinmesi uğruna gerçekleşmektedir. Yıkılan self imaj hastanın olayları kavrama anlayışını değiştirir. Kavram değişikliği de selfin algılanmasında daha büyük hasar oluşturur. Sıklıkla rastlandığı gibi hasta genelleme yaparak tüm anneleri kötü ve samimiyetsiz görür. Daha sonra anneler hakkında başka bir kavram geliştirerek, anneleri önceki görüşlerinden daha uğursuz etkileri olan kişiler olarak algılar. Kendi annesi her kim olursa olsun, onun için kötü bir anne olacağına inanır. Çünkü kendisi daha iyisini hak etmiyordur ve o kadar kötüdür ki kendisine yakın olmak isteyenlere de kötülük bulaştıracaktır.
Arieti, psikozun başlangıç döneninin psikodinamik açıdan çok önemli olduğunu ifade etmektedir. Psikozun, farklı görünümler altında ortaya çıktığını, psikoz öncesi bu yaşanan durumların ve buradan psikoza geçişin çok yoğun yaşandığını belirten Arieti, hatta geçişteki değişimlerin belirsiz oluşu nedeniyle hasta ve yakınlarının başlangıçta hiçbir şeyin farkına varamadığına da belirtmektedir. Hastayı uzun zaman görmeyen birinin ise, ilk görüşte hastadaki değişikliğin farkına varacağına inanmaktadır. Hasta, şizofrenik yönü ile dünya arasında bir uyum kurabilmesini sağlayan öğrenilmemiş, özdeşleştirilmemiş bazı alışkanlıklar edinir. Bunlar arkaiktir ve önceden tahmin edilemeyecek davranışlardır. Davranışlarda ilksel ve mitolojik özellikler sezilir. Zaman içinde bu davranışlar ve üstesinden gelemediği bu süreç, onun aslanlar, kaplanlar vs... gibi hayvanlarla ilgili halüsinasyonlar görmesine, anne ve babasını da “krallar ve perilerin perseküteri” (kötülük yapacağı varsayılan kişi) olarak değerlendirmesine neden olur. Yani hasta, dış dünyanın bazı yönlerini yeniden değerlendirerek geçmiş yaşamındaki yaşantılarının, deneyimlerinin bazılarını primer süreçler alanı içine sokar. Psikotik panik atakta hasta, kendisini dünyayı suçlulardan koruması gereken biri gibi hisseder. “Dünyayı suçlulardan kurtarmalıdır”, bu doğrultudaki yenilgiden de kendisi sorumludur. Bu duygularını dışsallaştırır. Ortamda bir hostilite havası sezer; dünya, berbat ve yaşanılmaz bir yerdir.
Arieti psikozun, sadece bu kavramsal duygular dış dünyaya projekte edilmesiyle (yansıtılmasıyla) başlamadığını belirtmektedir. Bu, duygular belirginleştiği ve somutlaştığında psikoz ortaya çıkar. Ancak duygular belirginleştiğinde anlaşılmayan duygular anlaşılır hale gelir. Belirsiz bir tehdit, artık belirgin bir korkuya dönüşür. Artık “korkunç” olan dünya ona karşı değildir, “onlar” ona karşıdır. “Onlar” kavramı dış korkuların somutlaşmış halidir. Daha önce milyonlarca olduğunu düşündüğü sayısız otoritenin kendisi hakkında olumsuz düşündüğüne inanan hasta, şimdi ise birkaç kötü niyetli, güçlü insanın ona haksız davrandığına ve kendisine sorun çıkardığına inanmaya başlamıştır. Burada çocukluğunda yaşadığı deneyimlere benzer bir duruma dönüş vardır. Vakaların çoğunda hayatlarında ters giden şeylerden sorumlu olan atık aileler değil, diğer insanlardır. Pek çok vakada ebeveynin yerine konan tek bir kişi, perseküter olarak kabul edilir ve o kişi “kötü sen” olarak algılanır. Bazı anlarda hasta, sadece bir kişiyi perseküter olarak almaz. Makineleri, telepatik durumları, elektriksel olayları, ışınları perseküter olarak algılar ve bunların bazı kötü niyetli kişiler tarafından aleyhine kullanıldığı da düşünür. Hasta genelde kendine karşı bir şeyler yapıldığına dair bir yaşantı içindedir. “Bir suikast kurbanıdır”, casus, katil, eşcinsel olarak suçlanıyordur.” Bu suçlamalar işitme halüsinasyonu biçimindedir. Hatta umutsuzdur ve korku duymaktadır ve artık saygı duyulmayacak, mutsuz bir insandır.
Arieti’ye göre ilk bakışta, yukarıdaki semptomların gelişimi, sanki hastanın bir savunma mekanizması gibi görünmemekle beraber, aslında savunmadır. Çünkü hasta, gerçek bir acı çekmektedir. Kendisini suçlarken yaşadığı suçluluk duygusu yenilgiyi ifade eder. Bu yenilgi duygusunu projekte ederek, yenilgisinde, kendine mal ettiği “casusu, katil, kötü kişi” gibi kavramları ancak başkalarına projekte etmek yoluyla dış dünyaya yansıtacak ve rahatlayacaktır. Bunun nedeni şudur: suçlu olduğuna inanan hasta, yanlış yere suçlandığı duygusuna kapılır. Projekte ettiği suçlamalar ona acı vermekle beraber, kendi saygınlığı (self-esteem) açısından bir incinmeye yol açmamaktadır. Hasta, başkaları tarafından suçlandığında kendisini bir “kurban” gibi algılar. Böyle bir durumda kendisine yüklediği değerin düzeyinde bir yücelme olur. Artık hasta, kendini kötü olarak kabul etmez, diğerleri de onun “kötü olduğunu” düşünmekte haksızdır. Bu süreçte tehlikeli olan, içsel olarak yaşananın, psikoz nedeniyle dıştaki birine aktarılmasıdır. Bu aktarımda, paranoid-psikozun psikodinamiğinin önemi yatmaktadır. Suçluluk duygusu artık terkedilmiştir. Büyüklük duygularını yansıtan bir self imaj ortaya çıkmıştır. Arieti’ye göre, “perseküsyon hezeyanı”, sadece projekte etme ve somutlaştırma olayı değildir. Bir zamanlar hastayı öven kişiler, hasta tarafından zamanla “sanki kendisini küçümsüyor ve yıkıcı bir kişi olarak görüyor” şeklinde yorumlanır. Yani negatif algılama “içselleştirme mekanizması” yoluyla “negatif self imajı” oluşturur. Hasta kendini suçlar, nefret eder, aynı zamanda, diğer insanların da kendisi hakkında aynı şekilde düşündüğünü hisseder.
Bazı psikiyatristler, psikozu “negatif veya patolojik bir fenomen” olarak yorumlamamaktadır. Psikozu pozitif bir gelişme olarak ifade edip, insanoğluna “gerçeğe yönelme ve daha yüksek ahlaki değerlere ulaşma” yolunda, yeni bakış açıları sağlayan bir kavram olarak yorumlama eğilimindedirler. Finli psikiyatrist Siirala; bu görüş doğrultusunda şizofrenlerin hezeyanlarında belirgin olan ve “kehanet” içeren değerleri tartışmaktadır. Hastayı bir “kurban” ve hiç kimsenin dinlemediği bir kahin olarak yorumlamayan Siirala’ya göre terapist, bu hastaların kehanetlerini, topluma açıklama görevini üstlenmiş bir kişidir. “Kehanetler aslında, bizim nesiller boyunca kolektif olarak işlediğimiz ve zamanla bir yerlere gömerek farkına varılmasını önlediğimiz günahlarımız karşısında bir içgörüyü” yansıtmaktadır. Bu doğrultuda Siirala’ya göre şizofreni, sağlıklı insanların da paylaştığı ortak bir hastalıktır. Arieti, bu görüşlere bir noktaya kadar katılmaktadır. Ona göre şizofren, özellikle de paranoid şizofren, psikoz öncesi ve psikoz döneminde; çoğunluğa kıyasla, sanki “psikolojik bir kadar gibi” dünyanın düşmanlarını daha kolay keşfeder, farkına varır ve kaydeder. Bu noktada paranoid hastanın, “hezeyanlı bir kişi mi” yoksa bir “kahin mi” olduğunu tartışmak; rüyanın “akıldışı”mı olduğu ya da “gerçeği mi” yansıttığını tartışmaya benzer. Rüya mutlaka gerçek bir deneyimdir ve uyanıkken edinemeyeceğimiz mesajları iletir. Ancak bunu bize, bir kurgu şeklinde sunar. Psikotiğin hezeyanları da rüyada söz konusu edilen deneyimlerle eş değerdedir.
Arieti’ye göre genç paranoid bir şizofrenin annesi, hostil, şüpheci bir insan olabilir. Hayat hakkındaki görüşü güvensiz ve nefret doludur. Ona göre dünya bir “ormandır”, insanlar da her an aldatmaya hazırdır. Bu yüzden yaşamak için, dikkatli ve kendini savunmaya hazırlıklı olmalıdır. Annenin bu türdeki görüşünün psiko içerikli olması gerekmez. Hatta düşündükleri, bir yaşam felsefesi olarak ele alınabilir. Ancak söz konusu annenin çocuğu, dünyayı sadece hostil olarak görmeyip, insanların kendini kaçırıp zehirleyeceğini düşündüğünde, annenin akıldışı düşüncelerinden de öteye gidiyor demektir. Annenin akılcı olmayan düşüncelerine kendi psikotizmini, otizmini ve kendi primer sürecini de katmış demektir. Bazı yazarlara göre, ailenin görüş ve düşünceleri ile hastaya ait akılcı olmayan düşünceleri arasında bire bir ilişki vardır. Ancak şizofreniğin akılcı olmayan düşünceleri, nesilden nesle geçen dil, davranış vs. gibi basit bir geçiş değildir. Eğer şizofrenin ailesi, hastanın taşıdığı aynı akılcı olmayan düşünceleri ve o yapıyı taşıyorsa, o zaman hasta şizofrenik olarak tanımlanabilmektedir. Ebeveyn garip, tuhaf orjinal olabilir, çocuklar da bu özellikleri alırlar, ancak bunlardan dolayı şizofrenik tanısı konmamalıdır. Orijinal olabilirler, ama şizofrenik değildirler. Ebeveyn ve diğer aile üyelerinin ilişkilerinden kaynaklanmasına rağmen, şizofreni öğrenilmemiştir. Aile, hastanın psikodinamik süreçlerini etkileyebilir. Hasta çatışma ve stres altındayken sekonder süreçleri zayıflayabilir, primer süreç egemenlik kazanır ve psikoz oluşabilir. Elbette psikotik semptomlar aile içi karmaşayı yansıtabilir, bu aynen bir rüyanın aile çatışmasını yansıtması gibidir. Realiteyi algılamada konfüzyon gösterme ya da düşüncelerin imajlara indirgenmesi gibi olaylar rüyada gerçekleşmez. Bu olguları göz önüne alırsak, aile çatışmalarının karakteristiklerini rüyalar bu düzeyde vermez. Bir örnek olarak, annesinin ilk kez ruj sürdüğünde kendisine “fahişe” dediğini ve sonrasında bunu devam ettirdiğini öğrendiğimiz hastadaki şizofreninin ortaya çıkışı, hastalığın psikodinamiğinin bir nedeni olabilir. Hastada “sen bir fahişesin” şeklindeki işitme halüsinasyonlarının kendini göstermesi ile şizofreni teşhisinin konması söz konusu olabilmektedir.
Ailenin yanısıra toplum ve kültür de şizofrenik bir görünüm sergileyebilir ve yanlış inançlar ve mitlerle donanmış olabilir. Kültür, toplum ve aile, önemli psikodinamik faktörlerle yüklüdür. Kültür ailenin psikodinamiğini ve dolayısıyla hastada selfin patolojik oluşumunu etkiler. Psikozun dışa vurumu sadece sahte bir çözümdür. Terapist ve hasta çevresel faktörlerin söz konusu rahatsızlıklardan sorumlu olduğunu ifade etseler de bu sorumlu oluş, basit bir nedensellikle açıklanamaz. Hastalığın gelişiminin farklı dönemlerindeki kolaylaştırıcı intra psişik (içsel) mekanizmalar, psikozun kendi kendisinden beslenmesini sağlar. Bu nedenle hastanın rahatsızlığına sadece çevrenin sebep olduğuna dair görüş zayıf ve sınırlı bir yaklaşım demektir. Psikoz dışsal bir şeyi ifade etmez. Psikoz, “içsel bir drama”, “içsel bir kaos” demektir ve içteki kaosun dışa yansıtılmasıdır. Psikozun psikodinamik açıdan diğer bir anlamı da “aileden hastaya geçen, akılcı olmayan mantık dışı düşüncelerin, akılcı olmayan bir kişilik yapısının çocukta ifade ediliyor” olmasıdır.
1958’de Lidz, 1960’da Fleck, 1963’te Wynne and Singer and Jackson (1967) akılcı olmayan kişilik yapısının, ailenin bazı alışkanlıkları ve yaşam tarzları gibi yaşamın içinde öğrenildiğini gösteren çeşitli vakalarla çalışmışlardır. Fleck, (1960) “Dolfuss” adında, hezeyanları, referans fikirler bulunan ve yemek stok etmek gibi garip davranışları olan bir hastasından bahsetmektedir. Bu hasta, aynen babası gibi garip, mistik, dinsel fikirlerle devamlı meşgul olmakta, aynen babası gibi saatlerce banyonun bir köşesinde inzivaya çekilmektedir. D.D. Jackson’ın (1967,a) genç paranoid hastası ise durmadan şu cümleyi tekrarlamaktadır; “Bu, sadece bir kimya ve fizik olayı.” Annesine neden bu cümleyi devamlı tekrarladığı sorulduğunda annenin cevabı da şu olmuştu; “bu sadece bir kimya ve fizik olayı.” Bu örneğe bakarak yani şizofreninin “sadece bir kimya ve fizik olayı” olduğun dair ifadeden yola çıkarsak, çocuğa yansıyan akılcı olmayan düşüncelerin şizofreniyi ortaya çıkardığını söyleyemeyiz. Ancak akılcı olmayan düşüncelerin, ebeveynden çocuklara geçtiğini düşünen psikiyatristlerin sayısı oldukça fazladır. Wynne ve arkadaşları, Lidz ve Fleck’in de görüşlerininde ötesinde bir yaklaşımla sadece akıldışı içeriğin değil, normal olmayan tarzda bir düşüncenin de ebeveynin öğrettiği bir olgu olduğunu ifade etmektedirler. Onlara göre psikotik hasta, dağınık, parçalanmış veya bozuk düşünmeye alıştırılmıştır. Bazı yönlerden bu görüşlere zıt olarak ortaya konan görüşler de vardır. Yani aile ilişkilerinin genetik olarak potansiyel anlamda var olan psikotik semptomları tetikleyip bireyde bir yatkınlık oluşturduğu şeklindeki görüşler de önem kazanmaktadır. Ama bozuk aile ilişkileri her zaman eğilim yaratan, boşluk doğuran faktörler olmayabilir. Arieti’ye göre aile içi bozukluk bireyin şahsiyetini ve psikolojik yapısını etkilemesine rağmen, soğuk havanın zatürree ve veremi besleyişi kadar basit bir mekanizma değildir.
Prepsikotik panik ve psikoz bazen bir dış olaydan hemen sonra ortaya çıkmaz. Bazı vakalarda evlilik, doğum, pozisyon kaybı, otomobil ya da iş kazası, patron ya da arkadaşlar arası uyuşmazlıklar, yeni bir psikotik sürecin ya da psikozun başlamasına neden olabilir. Arieti, “psikotik panik yaşayan” ya da psikotik süreç içindeki vakalara çeşitli örnekler vermiştir. Arieti’ye göre vakaların çoğunda yaşanan olaylar o kadar önemsizdir ki, ciddi bir psikozun oluşumunda tetikleyici bir olayın olduğuna güçlükle inanılır. Örneğin, hasta bir otomobil kazası geçirmiş, cüzdanını kaybetmiş, apartmanını değiştirmiş ya da zaten çok da önemli olmayan işini kaybetmiş olabilir. Böyle vakalarda Arieti iki olasılığı göze alır:
1. Görünürde önemsiz olan bir olay, hastanın ilk yaşamında çok önemli ve travmatik bir olayı yeniden gündeme getirecek kadar güçlüdür.
2. Geçmişteki belirli olaylara bağlı olmasa da, olay kendi içinde psikolojik önem taşımaktadır. Olay hastanın incinebilirliğini uyarmış olabilir. Küçük bir iş kazası, hasta tarafından onun tüm yetersizliğinin kanıtı, sonucu kabul edilebilir. Diğer bir deyişle olay, stres yaratan bir olay olmamakla birlikte, gerçekte hastaya sembolik olarak travma yaşatır. Hastanın yüklendiği olay semboliktir, hastayı kapsayan, olayın sembolik yönüdür. Açıkça tehlike olarak görünen durumlar; mesela savaşlar, milletçe savunma gerektiren durumlar veya tüm toplumu etkileyen hareketler, şizofreniyi ortaya çıkarmaz. Bunlar psikolojik anksiyete ya da psikolojik bozukluk yaratır, kişinin self imajını zedelemez. Askeri savunma durumları, dayanışma duygusu ya da ortak kader hissi insanların kişisel sorumluluğunda olmadığı için, kişinin self imajına yardımcı bile olmaktadır.
Arieti’ye göre psikiyatrist, anksiyetenin yukarıda açıklanan iki tipini birbirinden ayırt ederken dikkatli olmalıdır. Yani içsel ve dışsal ankskiyete tiplerini ayırabilmelidir. İçsel anksiyete şizofreninin psikodinamiğinde önemli yer tutmaktadır. Psikozun psikodinamik yönünde önemli olan yön içsel tehlikenin dışsallaştırılmasıdır.
Şizofreninin Zihinsel Yapısına Genel Bir Bakış
Arieti’ye göre “akılcı ve akılcı olmayan” iki tür düşünce vardır. Bir şizofrende akılcı olmayan düşünce tarzının tamamen tesadüfi olmadığını belirtmek gerekmektedir. Ancak akılcı olmayan düşünce, kendi içerisinde bir yöntem ve organizasyonu barındırabilmektedir. Bu yöntemden, yanlışa açık mekanizmalar bile anlaşılabilir. Öte yandan da şizofrenik kişi gerçeklerin ortada oluşuna ve olayların gerçekliğine rağmen, akılcı olmayan bir düşünce düşünceyi kabul edebilir. Örneğin, “Mısırlı bir kral” olduğuna nasıl inanabilir? Elbette ki, akılcı olmadığı için buna inanacaktır. Ancak bu yapay bir açıklama olup, esas açıklanması gerekeni ortaya koymamaktadır. Goldstein (1939-1943a) bu konuda başka bir yorum ileri sürmektedir. Goldstein’a göre normal insanın dünyaya karşı iki tutumu vardır: Bu tutumlar soyut ve somut olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Şizofrenikte baskın olan tutum somut düşüncedir. Bu iki tutum, insan doğasında kalıtımsal olarak vardır. O halde insanoğlunun dünyaya uyumu iki yolla gerçekleşmektedir. Kişi somut bir tutum içindeyken, o anda karşılaştığı belirli bir uyarıya karşı ani bir yaşantı içine girer. Soyut tutumda ise, belirgin ve (spesifik) o anda ve özel olanı genel bir anlam içine sokabilir ve bu yolla kendisini o andaki yaşantıdan soyutlayabilir. Goldstein’e göre soyut tutum; 4 yeteneğin temelinde yatar: a) Kişi olaylarda kendini referans noktası olarak alabilir. b) Belirli bir sütüasyonun bir yerinden diğerine geçebilir. c) Doğal bir biçimde yaşantısındaki değişik yönleri aklında tutabilir. d) Verilen bir bütününün temelini kavrar ya da parçalarını birbirinden izole edebilir. Yani genel olarak, egosunu dış dünyadan ayırabilir.
Arieti, “somutlaştırma” olayında psişenin soyut olanı anlamada hala yetenekli olduğunu ifade etmektedir. Soyut düşünceler şizofrenik hasta için fazlasıyla anksiyete yaratıcı ve parçalayıcı olduğu için hasta onu taşıyamayabilir. Ancak soyut düşünceler, şizofren tarafından düşüncenin somut temsilcilerine aktarılır. Örneğin paranoid bir hasta karısının, devamlı olarak yemeğine zehir koyduğunu düşünmektedir. Karısının, yaşamını berbat ettiğini, parçaladığını, zehir ettiğini söyleyerek bu soyut “zehirleme” kelimesini somut ve önemli bir şekilde objeleştirerek yemeğine konduğunu zannettiği “zehir” gibi kimyasal bir maddeye dönüştürmektedir. Kısaca psikotiğin içsel karmaşası dış dünyaya projekte edilmektedir. Arieti’ye göre tüm bu şizofrenik zihinsel aktarımlar genelde ele alındığında aktif bir “somutlaştırma” süreci olarak ifade edilebilir. Arieti ve diğer bir grup yazar, şizofreninin zihinsel yapısını “sistemin parçalarını birbirinden ayıramama, farklılaştıramama gibi bir yetenek kaybı” veya “regresyonda olduğu gibi davranışın daha ilksel ve daha az olgunlaşmış fonksiyonlarına dönüş şeklinde yorumlamaktadırlar.
Arieti regresyonla ilgili şöyle bir ifade kullanmaktadır; “şiddetli anksiyetenin yaşandığı bir durumda, belirli bir düzeydeki psikolojik bütünleşmede arzu edilen olumlu sonuca ulaşılamayabilir. Ortaya çıkabilecek anksiyeteyi yaşamamak için daha düşük düzeylere doğru bir regresyon eğilimi ortaya çıkar.” Şizofreninin patolojisinde regresyonun oluşmasına neden olan anksiyete, şiddetli bir anksiyete olmanın ötesinde, self imajı (kendilik imgesi) doğrudan veya dolaylı yaralar ve içsel bir tehlike olarak algılanır. Bu şiddetli anksiyetenin yüksek düzeydeki fonksiyonları bozup dağıtma etkisi vardır. Ancak psişe (ruhsal yapı), fonksiyonlarını devam ettirmekten kaçmaz ve regresif bir tutum içinde de olsa, gelişimin daha düşük düzeylerinde bütünlüğüne devam etmeye çalışır.
Regresyonu tanımlayan tüm psikiyatrik teoriler, Darwin’in teorilerinin ürünleridir. Nörolog Hughlings Jackson, regresyonu veya farklılaştıramama olgusunu evrimleşme ve gelişmenin tersine dönüşü şeklinde yorumlamaktadır. Yani bütünselleştirme yeteneğinin yüksek düzeyden düşük düzeye doğru gerileyen bir doğrultuda olduğunu ifade etmektedir. Jackson’ın ilkelerine göre, her zihinsel rahatsızlıkta iki semptom vardır:
1. Negatif semptom; yüksek düzeydeki fonksiyonların yoksunluğu, yani Goldstein’ın yorumunda olduğu gibi, soyut tutumların kaybı.
2. Pozitif semptom; yine Goldstein’da olduğu gibi, hastanın yapısı içinde hâlâ var olan ve üstünlüğünü koruyan somut yönün varlığı.
Az gelişmiş mekanizmalara dönüşmenin karakteristiği tüm patolojik rahatsızlıklarda ortaya çıkan bir durumdur. Örneğin, kalp rahatsızlıklarında herhangi bir damar zarar gördüğünde, kalple ilgili diğer bir damar görevi üstlenir. Genel patoloji ve psikopatoloji için de durum aynıdır. Gelişmenin daha az gelişmiş dönemlerine dönüş, psikanalitik terminolojide regresyon olarak bilinmektedir. Freud’un teorisinde libidonun ilk dönemlerine dönüş olarak ele alınan regresyon deyimi, ruhsal rahatsızlıklarda özellikle psikozlarda oldukça yoğun görülen ve gelişmenin ilk dönemlerindeki tipik durumlara ait bir süreçtir.

VAK’ALAR

“MAN ALONE İN MODERN SOCIETY” KİTABINDAN BİR VAK’A

BRUNO BETTELHEIM – A MECHANICAL BOY

(MEKANİK ÇOCUK) Psikolojik Yabancılaşmaya Dair Bir Vaka
Bruno Bettelheim, “A Mechanical Boy” kitabında kendine yabancılaşan, daha doğrusu yabancılaştırılan bir çocuğun dramının klinikte çalışan terapistler ve hemşirelerin bir ekip halinde özveriyle çalışması sonucu kendini yeniden buluşunun, özgürlüğe kavuşmasının öyküsünü anlatmıştır.
“Kendisiyle çalışmaya başladığımız zaman JOEY, MEKANİK BİR ÇOCUKTU. Kendi yaratıcı fantezisinin kuvvetiyle, işleyen ve kontrol edilen makinelerle hareket ediyordu. Bir makine oluşuna sadece kendisi inanmakla kalmıyor, etrafındakilerin üzerinde de aynı etkiyi yaratıyordu. Hayali makine çalışmadığı zaman Joey’in varlığını anlayabilmek için iyice konsantre olmak gerekiyordu. Çünkü böyle anlarda sanki mevcut değilmişcesine hareketsiz ve sessizdir. İnsan vücudunun bir ruha, bir cana ve duyguya sahip olmadan fonksiyonda bulunması, var olması düşüncesi hepimizi ürkütüyordu, ancak Joey kliniğe geldiğinde duygudan yoksun bir çocuktu.
Joey’in hezeyanı şizofrenik çocuklarında oldukça sık görülenlerdendi. Taşımaya dayanamadığı insanlığından büsbütün makineleşip otomatik olmak suretiyle kurtulmuştu. Ve gayesine o kadar çok yaklaşmıştı ki, hemen hemen kendisi kadar çevresindekileri de bu mekanik özelliğine inandırmıştı. Joey’in klinikteki ilk haftasında, biz dokuz yaşındaki bu çocuğun mekanik varlığını sadece yakından izledik. Yemek salonuna girerken kendi hayali enerji kaynağından bir tel uzatıyordu masaya. Sonra kendisini kağıt peçetelerle soyutlayan ve bütün vücudunu kontrol eden ana fişi prize sokuyordu. Ancak o zaman cereyan, hazım cihazından geçiyor ve yemek yiyebiliyordu. Bütün bunları o kadar hünerle yapıyordu ki etrafta bir fiş bir priz ve kordon olup olmadığına ikna olmamız için birkaç defa bakıyorduk. Diğer çocuklar ve personel, onun hayat kaynağı olan bu hayali kordonlara basmamak için artık otomatikleşen bir dikkat gösteriyorlardı.   
Joey, bazen makinenin düğmesine basıyor ve gittikçe hızlanan (çat, pat) gibi sesler çıkarıp, radyo tüplerinden, lambalarından, motorlarından parçalar söküp takarak, infilak ediyordu. Atılan parçalar kırılınca, haykırmasını, o vahşice sıçramalarını keserek, gene sessiz ve yok olma durumuna giriyordu. Megolamanik derecedeki üstünlük çabalarıyla bir şekilde uyuşan çocuksu hassasiyeti, personeli oldukça etkiliyordu. Bazen tel kordon ve mukavvadan yaptığı aletler bozularak yere düşüyordu. Düşürdükleri eşyayı bulmaları için gerçekte var olmayan genellikle diğer çocukların düşürdükleri eşyayı yerden itinayla alan personel “nefes almak için karbüratör ona lazım” diyerek gelişi güzel bir masanın üzerine koyuyorlardı.
Joey nasıl böyle bir makine haline gelmişti? Ailesiyle yapmış olduğumuz görüşmelerde ondaki bu yabancılaşma olgusunun doğumundan başlamış olduğu kanısına vardık. “Hamile olduğumu bilmiyordum” diyen annesi, daha başlangıçta Joey’u bilinçli olarak kabul etmediğini belirtiyordu. “Doğumu bir değişiklik yapmadı” diyordu. Babası da bir çok genç çiftte olduğu gibi, henüz bir çocuğu kabullenecek ruhsal olgunlukta değildi. Ancak bu gibi ailelerin çoğunda, çocuğun doğumuyla beraber bu ilgisizlik kaybolabilirdi. Joey’in ailesi için ise durum böyle olmamıştı. “Onu görmek, ona bakmak istememiştim” diyordu anne ve ilave ediyordu: “gerçek bir sevmemezlik yoktu ortada, sadece bakmak ve ilgilenmek istemiyordum.”
Doğumundan sonraki ilk üç ay Joey günlerinin, saatlerinin çoğunu ağlayarak geçirmişti. Dört saatte bir mama verme programı uygulanmış, gerekmedikçe onunla fiziksel temasa geçilmemiş ve hiçbir zaman sevilip, kendisiyle oynanmamıştı. Uzun zaman karyola veya parkında yalnız kalmıştı. Anne kendi kendisiyle fazla meşguldü, baba ise hayal kırıklıklarını, iç çatışmalarını, ağladığı zaman Joey’i cezalandırmakla yenmeye çalışıyordu.
Bir zaman sonra baba görev dolayısıyla deniz aşırı gidince, annesi Joey’i alarak ailesinin yanına yerleşmişti. Büyükanne ve dedesi çocuğun eskisine kıyasla daha sıhhatsiz, çelimsiz olduğunu, önceleri insana yakın olan Joey’in şimdi yabancı ve anlaşılamayan, erişilemeyen bir çocuk olduğunu fark etmişlerdi. Makinelerle çok erken yaşta ilgilenmeye başlamıştı. Hatta bir vantilatörü parçalarına ayırıp, gayet usta bir şekilde yeniden monte edebiliyordu.
Annesi Joey’den bahsederken gösterdiği ilgisizlik hepimizi şaşırtıyordu. Sanki herhangi bir tanıdıktan bahseder gibiydi. Ona göre Joey acıkıp ağladığı zaman, yerinden kaldırılmayacaktı ve disiplinli beslenmeye tabi tutulmalıydı. Tuvalet terbiyesi öyle katı bir şekilde uygulanmıştı ki, Joey bu yönde annesine zaten hiç problem olmamıştı. Joey henüz dört yaşına girdiği sıralarda, yuvadaki hocaları onun problemi çocuklara ait bir okula gitmesini tavsiye etmişler ve yeni okulunda, otizmi hemen göze çarpmıştı. Orada bulunduğu üç sene zarfında çok ağır bir gelişme göstermişti. Daha sonra gittiği oldukça tutucu bir okulda ise bu gelişme daha da yavaşlamıştı. Davranışı o kadar rahatsız edici bir hal almıştı ki zaten dar görüşlü olan bu okulda da barınamamıştı. Evde durum bir gelişme göstermemiş ve yeniden bir dilbilgisi okuluna girmeden üç ay kadar önce de ciddi bir intihar girişiminde bulunmuştu.
Joey’in patolojik davranışlarının nedeni, var oluşunu yaşamama yolunda önüne geçilmez arzusu ve çabasıydı. Joey yıkanırken dahi bir lokomotifin hareketlerine uyar şekilde makine gibi ileri geri sallanıyor ve sallanması otomatik olarak durduğu anda, kaskatı oluyordu. Banyosundan kucağa alınıp yatağı götürüldüğü halde, aylar boyu bir tepki göstermemiş, sadece bir keresinde yüzünde şaşkınlıkla karışık bir memnuniyet ifadesi belirmiş ve ilk kez, “burada insanı yatağına bile taşıyorlar” diyerek konuşmuştu.
Terapi ilerleyip daha fazla konuşmaya başladıktan çok sonra bile hiç kimseye ismiyle hitap etmemişti. “O insan”, “O küçük insan”, “O büyük insan” diyordu. Uzun zaman “master – paintings” ve “master – painting room” diye cümleler kurmuş, daha sonraları bunun “masturbating” ve “masturbating room” (mastürbasyon ve mastürbasyon odası) manasına geldiği anlaşılmıştı. “Kritikçi” dediği hayali bir makinesi, onu hoş olmayan kelimeleri söylemekten alıkoyuyordu. Renklere dair fantezileri vardı. Bazı renkler bir makine gibi algıladığı kendisinin cereyanını kestiğinden tehlikeli oluyorlardı. Makinelerin insanlardan daha iyi, daha sert ve sağlam olduğunu, kolay kırılmadıklarını söylüyordu. Ancak Joey’e göre cansız eşyaların duyguları vardı. Fantesizinde kullandığı tüpler de hırpalandıkça kanıyorlar hatta bazen hastalanıyorlardı. Koleksiyonundaki motorlara özel insan isimleri vermişti. Joey vücudunu ve zihnini işleten bu makineleri, insan olmak ona acı verdiği için yaratmıştı. Ama zaman zaman makinelerin, gereksinmelerini yeterli derecede karşılayamadıklarından dolayı memnuniyetsizlik duymuş, aletlerini bozup atmış ve bir an için bile olsa insanca davrandığı görülmüştü. Joey’in hezeyanlarının temelinde yerleşmiş olan korkular neydi acaba? Bunlar uzun zaman anlaşılamamıştı ve Joey’in ortaya koyduğu engeller, otistik davranışının sırlarını hep saklamıştı. Kaldığı kuruluşta ilk yıl Joey’in en önemli sorunu tuvalete gitme sorunuydu. Katı ve erken bir tuvalet terbiyesi sonucu ortaya çıkan problemine yardımcı olmak için gösterilen gayretler, onun kendisine yardım edenleri ilk kez insan olarak tanımlamasına yardımcı oldu. Tuvalete giderken kendisine yardım edilmesi gerekiyordu. Tamamen soyunuyor, tuvalet tahtasına çömeliyor, bir eliyle tutunuyor ve boşalım sistemini idare eden, vakum tüplerini büyük bir endişe ve korkuyla tutuyordu. Elbette bu tüpler yine fantezileriydi ve bunları sıkıca tutuşunun sebebi ise tüm bedeninin tuvaletten aşağı çekileceğinden korkmasıydı. Kendisine metal bir lazımlık verilmişti ve bu oturağa otururken, artık soyunmuyor duvarlara tutunmuyordu. Bu kez de boşalımını tüpler ve motorlar idare ettiğine göre, makinelerin insanlardan daha güçlü olduğunu düşünüyor, her tarafın dışkısı ile dolacağından, odada ona oturacak yer kalmayacağından korkuyordu.
Joey’in obsesyonlarını resimle ifade edebilmesi için kendisine güvenmesi sağlanmıştı. Bunları çizmek, fantezilerinin içine girilmesine izin vermesine doğru attığı ilk adımdı. Resimlerinde, her yerde dışkı görmeye başladığı anlaşılıyordu. Bütün dünya ona pislik gibi görünüyordu. Daha sonra kurumun içinde, bulunduğu her yerde tuvaletini yapmaya başladığı ve artık dışkısından korkmuyordu. Tuvalete gitmek ve tüm boşalım süreci, ona artık eskisi gibi tehlikeli gelmemeye başladı. Mekanik bir yardım görmeden barsaklarını boşaltabileceği düşüncesi o zamana kadar Joey’in mantığının dışında kalmıştı. Makinelerin yardımı olmadan meydana gelen ilk fizyolojik olay, dışkısını normal olarak yapmak oldu.
Bu tip bir sıkı eğitimle belki de bir çok çocuk yetiştirilmişti. Ancak aileler genellikle çocuğun bu doğrultudaki davranışlarına duygusal bir yakınlık gösterirler. Olumlu veya olumsuz da olsa bir ilgi duyarlar. Joey’in ailesinde ise bu gibi duygular ifade edilmemişti. İtaati, onlarda bir memnuniyet duygusu yaratmamıştı. Evdeki herhangi bir makinenin ev işlerini azaltması gibi, Joey’in de annesine “az iş çıkarma” gibi bir yardımı olmuştu. O halde, makine olarak yaptığı iş için sevilemez ve kendisi sevemezdi. Yiyip yememesi, uyuyup uyumaması, idrarı, tuvalete çıkması, yıkanması onlarda hiçbir heyecan uyandırmamıştı. Ona bir makine, bir aletmiş gibi davranmışlar, Joey’i bir makine yapmışlardı. Joey’in çektiği yoksunluk; insancıl duygular için duyduğu açlıktı.
Joey’in güveni arttıkça çizdiği resimlerden hezeyan sisteminin içeriğini anlamak mümkün olmaya başlamıştı. Resimlerinde kendisini cam bir kutu içinde, elektrikle ve görünmeyen kuvvetlerle idare edilen bir otomatik çocuk şeklinde ifade ediyordu. Adeta kendisini mekanik bir rahim içine hapsetmişti ve bu fantezilerinin temelinde yeni bir rahimde yeniden dünyaya gelme arzusu yatıyordu. Joey ilerleme gösterdikçe bu arzusu kendine dair resimlerinde daha egemen olmaya başlamıştı. Yine makineyle işlemesine rağmen, artık ellerine de gereksinim duyuyordu. Kendisini işlettiğini sandığı makineyi bile çizmek cesaretini göstermişti. Daha sonraları kendisini canlı bir insan halinde çizdi. Bir süre sonra ortaya hayali bir “carr ailesi” konusu çıktı (Carr kelimesi sembolik olarak İngilizce’deki “Car” yani “otomobil” kelimesi için kullanılmıştır). Çizdiği otomobilin içinde cam kutu içinde olduğu gibi kapalı olabilirdi, ama hiç olmazsa otomobil hareket ediyor ve arabayı istediği yere sürebiliyordu. Yani otomobilde olma kavramı, Joey’in makinelerle idare edilme hezeyanının aksini ifade ediyordu. Çizdiği otomobile “carr family” (araba aile) ismini vermişti. Bu fantezi, artık içinde bulunduğu kuruluşu terk ederek iyi bir aile yanında yaşama ve güvendiği bir otomobil içinde oturma olanağını belirtiyordu.
Joey sonuçta hapishanesinden kurtuldu. İnsanlarla ilk ve gerçek ilişkisini kurana kadar geçirdiği o acı dolu, ağır ilerleyen günler ve yıllar tam anlamıyla dile getirilemeyebilir. Ancak, mekanik bir varlık olmaktan kurtulmuş ve yaşayan canlı bir çocuk olmuştu artık. Yeni doğan bu çocuk şimdi oniki yaşındaydı ve duyguların insanın özünü meydana getirdiğini öğrenmişti.
Okulunun bir resmi geçidinde, elinde şöyle bir pankart taşıyordu:
“Duygular, güneşin altında gördüğümüz her şeyden daha değerlidir”







SCHREBER VAK’ASI

Dr. Franz Baumeyer 1956 yılında yazdığı bir makalesinde “Schreber” hakkında oldukça önemli bilgiler vermiştir. Kronolojik olarak sunmakta fayda gördüğü yaşam hikayesinin tarihlere kısaca anlatımı şöyledir.
1842     Paul Schreber’in 25 Temmuz’da Lepizig’de doğuşu
1861     Babasının Kasım ayında 53 yaşında ölüşü
1877     Kendisinden 3 yaş büyük olan erkek kardeşinin 38 yaşında ölüşü
1878     Evlenişi

Hastalığının birinci dönemi

1844     Sonbaharda baş yargıç olmak için aday oluşu
1844     Ekim ayında Sonnestein Akıl Hastanesinde bir süre yatışı, 8 Aralık’ta Leipzig Psikiyatri Kliniğine başvuruşu
1885     1 Haziran’da hastaneden çıkışı
1886     1 Ocak tarihinde Leipzig’de yargıç olarak önemli bir göreve atanmıştır.

Hastalığının ikinci dönemi

1893     Haziran ayında, yakında Temyiz Mahkemesine atanacağının bildirilişi, 1 Ekim’de baş yargıç olarak atanışı; 21 Kasım’da yeniden Leipzig Kliniğine yatırılışı
1894     14 Haziran’da Lindenhof Akıl Hastanesine nakli
1900-1902 “Anılar” kitabını yazışı ve hastaneden taburcu edilmesi için mahkemeye başvuruşu
1902     14 Temmuz’da mahkemeden çıkan karar üzerine 20 Aralık’ta hastaneden ayrılışı
1903     “Anılar” kitabının yayımlanışı

Hastalığının üçüncü dönemi

1907     Mayıs ayında 92 yaşında olan annesinin ölümü, 14 Kasım’da eşinin felç oluşu üzerine yeniden hastalanışı; 27 Kasım’da Leipzig-Dösen’deki akıl hastanesine yatırılışı
1911     14 Nisan’da Schreber’in ölümü
1912     Mayıs ayında 54 yaşındaki eşinin ölümü
Schreber’in kitabında söz konusu ettiği 3 ayrı akıl hastanesine dair notları şöyledir:
1) Leipzig Üniversitesi Psikiyatri Kliniği (yatan hasta bölümü). Müdür: Profesör Flechsig.
2) Schloss Sonnestnein, Elbe Adası’ndaki Saxon Eyaleti Akıl Hastanesi. Müdür: Dr. G. Weber
3) Dresden’in 11 mil kuzeybatısındaki Lindenhoff Özel Akıl Hastanesi. Müdür: Dr. Pierson.
Freud, bir hukuk doktoru olan Daniel Paul Schreber’in, psikiyatristler arasında ilgi uyandıran “Bir Sinir Hastasının Anıları” (Memories of a Nerve Patient – Denkwürdigkeiten eines Nerverkranken) adlı kitabının 1903 tarihinde yayımlanmasından sonra olaya ilgi duyarak konu üzerinde çalışmaya başlamıştır. Freud, vak’a üzerinde yorumlarını bu kitabı temel alarak yazdığı için, okuyucularına kitabın aslını bir kere okumalarını önermiştir.
Schreber’in olağanüstü akıllı oluşunun yanı sıra keskin bir zeka ve gözleme sahip bulunduğunu belirten görüşlere saygı duymuş ve güvenmiştir. Schreber’in, önceleri anılarını yayınlamak istememe gibi düşüncelerini de dikkate almıştır. Schreber, hastalığı esnasında yaşamında yer alan belirli kişileri, yazdıklarından dolayı gücendirmek istememiştir. Diğer yandan, yetkili bilim adamları eğer bedeni üzerinde yeterince incelemeler yapmış olsalardı, onun kişisel deneyimlerinden yola çıkıp, Schreber’in bilimsel ve dinsel gerçeklerinin daha iyi anlaşılmış olacağını belirtmiş ve bu nedenlerle kitabını yayımlamaya karar verdiğini açıklamıştır. Schreber Leipzig’de bulunan Prof. Dr. Fleschig’in kendisine karşı dava açacağı düşüncesine rağmen kitabın yayınlanmasını gerçekleştirmiştir.
Dr. Schreber kitabında, zihinsel aşırı yüklenme nedeniyle iki kez sinir hastalığı geçirdiğinden söz eder. (1884-1885) yılları arasındaki hastalık dönemi sonucunda tamamen iyileşmiştir. Dr. Fleschig’in kliniğinde yattığı bu dönemdeki rahatsızlığın ciddi bir hipokondria (hastalık hastası) olarak tanımlamıştır. Hastanın kendi ifadesi ve kitabın sonundaki doktor raporları, Schreber’in daha önceki yaşam öyküsü, ya da kişisel koşulları hakkında yeterli bilgi vermemektedir. Dr. Schreber “hipokondria” geçirmeden önce evlenmiştir. Kitabında eşinin, hastalığı süresince kendisiyle ilgilenen Dr. Fleschig’e karşı sunduğu minnet duygularını belirtmiştir. İyileştikten sonra eşiyle 8 sene mutluluk içinde yaşamıştır. 1893 Haziran’ında baş yargıç (Senatprasident) olarak atanmış, o dönemlerde iki üç kez hastalığının nüks edeceğine dair rüyalar görmüştür. Bir keresinde sabah erken uykuyla uyanıklık arasında, “cinsel birleşmeye boyun eğen bir kadın olmak çok güzel bir olay olmalı” gibi bir düşünceye saplanmıştır. Kitabında gerçek anlamıyla bilinçli olsaydı, bu düşünceyi kesinlikle ve büyük bir öfkeyle reddedeceğini belirtmiştir.
Hastalığın ikinci dönemi 1893 yılının ekim ayında başlamıştır. Yeniden Fleschig’in kliniğine yatmış ve durumu hızla ağırlaşmış, yoğun uykusuzluk sorunları yaşamaya başlamıştır. Beyninin yumuşamakta olduğu, yakında öleceği gibi şikayetleri olmuştur. Gürültüye karşı hassasiyeti artmış, perseküsyon (kötülük görme) hezeyanları tabloya hakim olmaya başlamıştır. Hezeyanları, görsel ve işitsel halüsinasyonlarının sonucunda ortaya çıkmıştır. Zamanla bu duyusal yanılsamalar tüm duygu ve düşüncelerine egemen olmaya başlamış, ölümü özletircesine yoğun yaşadığı acılar, onu zaman zaman intihar girişimlerine zorlamıştır.
Schreber, Tanrı ile doğrudan bir iletişim içinde olduğuna inanıyor; mistik ve dinsel nitelikte hezeyanlar yaşıyordu. Dr. Flechsig’e “küçük Flechsig” diye hitap edip, onu küçümsüyordu. Shcreber, Leipzig’den sonra, 1894 Haziran’ında Pirna yakınlarında Sonnenstein Akıl Hastanesine yatırıldı ve hastalığı son şeklini alıncaya kadar orada kaldı. Daha sonraki yıllar içinde yer alan klinik tablo, hastane müdürü Dr. Weber tarafından anlatılmıştır:
1899 yılındaki raporunda, Dr. Weber, Schreber’in psikozunun giderek paranoid bir görünüm aldığını belirtmektedir. Patolojik olduğu saptanan psikomotor semptomlar dışında hiçbir konfüzyon ve psişik bir ketlenme belirtisi göstermediğini, zekasında belirgin bir yıkım saptanmadığını, aklının başında olduğunu, hafızasının çok iyi çalıştığını ve halen yoğun bir bilgi deposuna sahip bulunduğunu belirtmiştir. Bunların dışında, hastanın patolojik kökenli ve sistemli düşüncelerle dolu olduğu, bu düşüncelerin kalıcı göründüğü ve objektif bir değerlendirmeyle, düzelmesinin olanaksızlığı saptanmıştır.
Shcreber’in hastalığı yoğun bir değişim sergilemeye devam ediyordu ve şimdi artık kendi varlığını sürdürebileceğine inanmaktaydı. 1900 yılında Dr. Weber, Schreber’in son 9 aydır kendisiyle ve ailesiyle birlikte aynı sofrada yemek yediğini ve böylece onunla akla gelebilecek her konuda sohbet etme şansını elde edebildiğini söylemiştir. Schreber’in günlük sıradan konuşmalarda bile, mizahi yaklaşımlarda bulunduğunu ve karşı cinsle iletişimlerinde daima saygı ve incelik gösterdiğini kaydetmiştir. Dr. Weber, politik, edebiyat, sanat, toplum yaşamı olsun, her konuda Schreber’in sağlıklı bir hafıza, yargılamaya sahip olduğunu, bu konuları önemsediğini ve büyük bir ilgi gösterdiğini ilave etmiş, kendi ailesinin çıkarlarını ilgilendiren konularda ise Schreber’in sorunlara her zaman mantıkla ve teknik bilgisiyle yaklaştığını belirtmiştir.
Dr. Schreber, özgürlüğünü yeniden elde etmek için başvurduğu mahkemelerde hezeyanlarını hiçbir zaman inkar etmemiştir. Dinsel konulardaki düşüncelerinin önemini ve bilimin tüm saldırılarına rağmen geçerliliklerini savunmaları arasında, hezeyanlarının kendisini uygulamaya zorladığını davranışlarının mutlak zararsızlığını da ısrarla vurgulamıştır. 1902 Temmuzunda, zekasının ve mantığının inandırıcı oluşu nedeniyle, Schreber’in vatandaşlık hakları geri verilmiş ve bazı sansürlerden geçmiş de olsa, “Denkwürdigkeiten eines Nervenkranken” adlı eseri yayınlanmıştır.
Mahkeme kararı, Schreber’in hezeyan sistemini şöyle özetlemiştir: “Dünyayı kurtarmak, ve onu kaybettiği mutluluğa kavuşturmak gibi bir görevi olduğuna, ve bunun da ancak bir kadına dönüşmesi halinde gerçekleşebileceğine inanıyordu.” Dünyayı kurtarma görevine, peygamberler gibi vahiy yoluyla çağrıldığını iddia ediyor ve yeryüzünde yaşamış en olağanüstü insan olduğunu söylüyordu. Kadına dönüştürülmesi olayı bir zorunluluktu ve “Şeylerin Düzeni (Order Of Things)”ne dayanıyordu. *
Yıllarını her an bu mucizeyi beklemekle yaşamış ve kendisiyle konuştuğunu varsaydığı seslerle beklediği mucizenin gerçekleşeceğini doğrulamıştı. Schreber, kitabında, aslında “Şeylerin Düzeni” gibi kaçınılmaz bir gerçek olmasaydı, hiçbir zaman bir kadına dönüştürülmeyi düşünmeyeceğini, onurlu bir erkek olarak yaşamını sürdürmek isteyeceğini söylüyordu. Hastalığının ilk yıllarında çektiği acılar eğer başkalarında gerçekleşmiş olsa, onların ölümüne yol açacak kadar yoğunolduğunu iddia etmiştir. Uzun bir süre bedenini; midesi, bağırsakları, akciğerleri, idrar kesesi yokmuş gibi algılamış ve yırtık varsaydığı yemek borusu ile yaşamını sürdürmüştü. Bazen de yutağını, yediği yemeklerle birlikte yuttuğunu düşünmüştü. Ancak Tanrısal ışınlar onu her zaman iyileştirmişti. O halde erkek olarak kaldığı sürece ölümsüzdü.
Ancak daha sonraları “kadınlığı” yeniden belirginleşmişti. Çok sayıda “kadınsı sinirlerin” bedenine geçtiği ve Tanrı tarafından döllenme işlemiyle yeni bir insan neslinin ortaya çıkacağını düşünmekteydi. Kadına dönüştürülmüş olması (iğdiş edilmesi) düşüncesi, primer (birincil) hezeyanıydı. Bu olay onun için bir yaralanma ve eziyet çekmekti. Ancak, kadına dönüşmesi olayının kurtarıcı rolüyle ilişkisi, hezeyanın ikinci kısmını oluşturmaktaydı. Freud’un yorumuna göre; Schreber’in “kadına dönüştürülmesi”, “kurtarıcı” gibi yüksek düzeyde bir görev içermemekte, daha çok cinsel tacize uğraması gibi bir nedene bağlı bir gerekçeydi.
Schreber’in hezeyanı, daha sonraları dinsel bağlamda bir “büyüklük hezeyanı” (delusion of grandeur)na dönüşmüştü. Söz konusu hezeyan içindeki persekütör (kötülük yapmaya çalışan kişi) rolü ise, tedavisini üstlenen Dr. Flechsig’e aktarılmıştı. Bu rol daha sonra Tanrı’ya yüklenmişti.
Freud, Schreber’in kitabında konuyla ilgili kısımları kısaca şöyle aktarmıştır:
“Böylece bana karşı alınan kötülük tedbirleri yoğunlaşmıştı (1894 Mart veya Nisan ayı). Amaç, hastalığımın iyileştirilemez olarak kabul edilmesinden sonra, belli bir kişiye, özel bir yolla teslim edilmedi. Ruhum ona teslim edilmeli, ancak bedenim “Şeylerin Düzeni”ne uygun olarak bir dişinin bedenine dönüştürülmeliydi. Cinsel yönden kötüye kullanılmak amacıyla o kişiye bırakılan (kötüye kullanacak kişi Dr. Flechsig idi) vücudum, sonuçta bir kenara atılıp, kötü yola terk edilmeliydi.”
Schreber, sonuçta ruhunun yok edilip bedeninin bir fahişe gibi kullanılmasında Tanrı’nın rolü olduğuna inanmıştı. Tanrı’nın böyle zayıf bir kuluyla girdiği mücadeleden kendisinin galip olarak çıktığını söyleyen Schreber, bunun nedenini “Şeylerin Düzeni”ne bağlamıştı. Kendisine “Miss Schreber” (Bayan Schreber) diye seslenip alay eden sesler, Tanrı’nın ışınlarından geliyor, ve “iğdiş edilmeyi” ima ediyorlardı. “İğdiş edilmesi” ve aynı zamanda “kurtarıcı” olması inancı arasındaki bağlantı, ayrıca iğdiş edilip kadına dönüşmesine razı oluşu, 1895 Kasım’ında gerçekleşmişti. Sonuç olarak kendisine “kadına dönüşmesi” düşüncesinden başka seçenek tanınmadığını söyleyen Schreber, uzmanların da raporunda yer aldığı gibi, sık sık bedeninin üst kısmı çıplak olarak ayna önünde kendisini seyredip, kolye ve diğer kadın ziynetleri ile bedenini süslemiştir.
Tıp otoriteleri, Schreber vak’ası ile ilgili olarak iki önemli noktayı vurgulamışlardı. “Kurtarıcı rolünü üstlenmesi” ve “Bir kadına dönüşmesi”. Schreber’in kitabında diğer bazı önemli kısımlar şöyle devam etmektedir: “İnsan beden ve sinirlerden meydana gelmiştir. Tanrı ise özel doğası gereği yalnızca sinirden oluşmuştur. Dünyayı yaratma işi sona erdiğinde, Tanrı sınırı olmayan bir uzaklığa çekilmiş ve dünyayı kendi yasalarıyla baş başa bırakmıştır. Sadece ve özel durumlarda, deha sayılabilecek yetenekli kişilerle ilişkiye geçmektedir.
Schreber, hastalığından önce, dinsel konularda oldukça kuşkulu bir kişiydi. Bireysel bir Tanrı’nın varlığı fikrini kabul edemiyordu. “Kurtarıcı” oluşu inancının temelinde bu kuşkular yatmaktaydı. Tanrı insanları yanlış anlamaktaydı ve bu nedenle Schreber’e karşı anlamsız entrikalar kurulmuş, bir aptal gibi zorluklar içine itilmişti. O halde Tanrı ile alay etmek Schreber’in hakkıydı. Aynı Tanrı diğer insanlar için dünya ve cennetin tek yaratıcısı olabilirdi. Shcreber, başka yazılarında Tanrı’nın kendisine yönelmiş olan olumsuz davranışlarına mazeret bulmaya çalışmıştır. Tanrı’nın “Şeylerin Düzeni”ne uygun olarak yaşayan canlılarla sıradan bir iletişime geçmediğini söyleyen Schreber’e göre, ancak ölümden sonra ruhsal yapı Tanrı ile yeniden birleşebilirdi. Ancak daha önce bir arındırma işleminden geçmek zorundaydılar. Arındırma işlemi, cennetin ön bahçelerinde yer almaktaydı. Orada, Tanrı her yarattığı insana kendi sinirlerinden bir parçasını farklı bir şekilde sunmaktaydı.
Arındırılan ruhlar, bir mutluluk durumu (state of bliss) yaşamaktaydı. Ancak bu arada bireysel bilinçlerinin bir kısmını kaybetmekte, diğer ruhlarla birbiri içinde eriyerek, daha yüce birlikteliklere ulaşmaktaydılar. Goethe, Bismark... gibi önemli ruhsal varlıklar ancak Musevilikteki “Yehova Işınları” veya Eski İran’daki “Zerdüşt ışınları” gibi daha yüce ruhsal komplekslerle birleşebilirlerdi. Bu arındırma işlemi sırasında, ruhlar Tanrı tarafından konuşulan temel-dili kullanmaktaydılar.
Tanrı, basit ve tek bir varlık değildi. Schreber, “üst düzeyde bir Tanrı’nın ve daha aşağı düzeyde bir Tanrı’nın” varlığından söz etmiştir. Her ikisi aynı varlık olmalarına karşın, bir birliktelik oluşturduklarına inanmış, ancak her birinin kendine özgü bir bencilliğinden ve kendini koruma içgüdüsünden söz etmiştir.
Schreber’e göre, ölen başka hiç kimse mutlu olamazdı. Çünkü Schreber, Tanrı’nın oğluydu ve Tanrısal ışınlar sadece Schreber’in kişiliği tarafından emilmiş, özümsenmişti. Daha sonraki dönemlerinde ise Schreber’in İsa ile özdeşleştiği görülmektedir. Freud, Schreber’in Tanrı’yı algılayışı, ona karşı olan isyankar ve saygılı tutumları arasındaki çelişkiler anlaşılmadıkça, onun öyküsünü gerektiği gibi açıklığa kavuşturamayacağımıza inanmaktadır.
Schreber’in Tanrı ile olan ilişkisindeki “mutluluk durumu”na önem veren Freud, sözü geçen “mutluluk durumu”nun Schreber’e göre ancak ölümden sonra erişilebilecek bir arındırma sonucu gerçekleşebileceğini belirtmektedir. “Öteki yaşam” olarak söz ettiği bu mutluluk, kesintisiz bir hoşnutluk halidir. Ancak mutluluk konusuna Schreber kadın ve erkek cinselliği bakımından ayrım getirmiştir. Erkeğin “mutluluk hali”nin kadınınkine kıyasla daha üstün olduğunu söylemiş, bunun nedeninin de erkeğin sürekli bir şehvete düşkün olma halinden kaynaklandığını belirtmiştir.
1901 Temmuz ayında yazdığı Dava Dilekçesi’nde; “şehvetin sadece ölmüş ruhların Tanrı ile “yakın ilişki” bağlamında erişebildiği bir mutluluk hali olduğu” görüşünün, en önemli keşiflerinden biri olduğunu savunmuştur. Bu yakın ilişki, hastanın Tanrı ile uzlaşması ve böylece acılarının sona ermesi halinin temelini teşkil eder. Çünkü Tanrı, ondan şehveti yaşamasını talep etmiştir. Tanrı’nın ışınları, Schreber’in bedeni tarafından emilerek şehveti yaşayacaklardır. Schreber bu isteği reddederse, Tanrı onu, ışınlarını geri çekmekle tehdit etmektedir.
Schreber adeta Tanrısal mutluluğu cinselleştirmiştir. Bu bize onun yaşamının erotik yönüne ve cinsel tutkunluk sorunlarına karşı tutumunu açıklamaktadır. Schreber’in söz konusu hezeyan örnekleri incelendiğinde ve kendi inançları da göz önüne alındığında “sinirsel bozukluklar” ve “cinsel sapmalar” birbirinden ayrılmaz olgularmış gibi algılanması gerektiği sorunu ortaya çıkmaktadır.
Schreber, hastalığından önce cinsel yönden çile çekme eğilimindeydi ve Tanrı’ya karşı bu nedenle hep kuşku beslemişti. Ancak hastalığından sonra Tanrı’ya inanmaya başlayınca cinselliği şehvet düzeyine varmıştı. Freud, kendisinin ve diğer psikanalistlerin bir çoğunun, zihinsel bozuklukların temelinde hastanın cinsel yaşamından kaynaklanan sorunların yattığına ve cinselliğin zihinsel bozukluklarda rolü olduğuna inandıklarını söylemiştir. Zaten Schreber’in kendisi de, sinirsel bozuklukları ve erotik sapmaları birbirlerinden ayrılamaz iki olgu gibi algılamıştır.
Schreber, hastalığı öncesi katı töreler içinde yetiştirilmişti. Özellikle cinsel konularda kendi adına katı ilkelere bağlı kalmış ve özdenetim uygulamıştı. Hastalığında ise yaşamın erotik yönüne ağırlık vermiş, bunu da bir görev olarak algılamıştı. Ancak bu görevi yerine getirirken, Tanrı’ya karşı adeta kadınımsı bir tutum takınmış, iç benliğindeki çatışmalarının şehvete düşkünlük göstermesiyle sona ereceğine inanmıştı.

YORUM

Freud, Schreber’in hastalığını yorumlamaya dair yazılarında, iki bakış açısından söz etmektedir. Birincisi hastanın kendi sanrısal algılarından yola çıkmak, diğeri ise hastalığı uyarıcı, ilgi uyandıran nedenlerle yoruma başlamaktadır. Freud’u böyle düşünmeye iten neden Jung’un 1907 yılında yorumladığı daha ciddi bir şizofreni vakasından etkilenmesi olabilir. Ayrıca Schreber’in sanrılarını açıklayışı da bizi bu bağlamda düşünmeye ve yorumlamaya yönlendirmektedir. Freud, bu nedenle hastanın açıklamaları ve kendi yorumlarını göz önüne alarak izlenecek yolun psikanalitik teknik olması gerektiğini ifade etmektedir.
Schreber’in yayınlanmasına karşın tepkiler oluşturan “Denkwürdigkeiten” adlı kitabında vakanın çözümlenmesine ışık tutacak önemli kısımlar olduğuna değinen Freud, özellikle kitabın üçüncü bölümünün dikkate değer olduğunu belirtmektedir. Schreber bu bölümde şunları yazmıştır; “Ailemin diğer üyelerinin yaşadığı ve “ruhların öldürülmesi cinayeti” ile bağlantılı olayları aktarmak istiyorum. Çünkü bu olayların içinde sıradan olayların yaşantılarıyla kolay açıklanmayacak bazı kuşkulu olaylar yer almaktadır.” Schreber, daha sonraki cümlesinde söz konusu bölümün devamının yayıma uygun bulunmadığından çıkarıldığını ve bu kısmın kitapta yer almadığından bahsetmektedir.
Freud, Schreber’in yaşamında Dr. Fleschig’in varlığının önemi üzerinde durmuş ve konu ile ilgili yorumlarını şöyle dile getirmiştir: Schreber’in yaşamında önceleri perseküsyon hezeyanları yer almıştır. Ancak Tanrı’yla uzlaşma sürecinde sanrılarına daha fazla katlanabilmiştir. İğdiş edilme tehditleri sanrılarının içindedir ya da “Şeylerin Düzeni” (Order of Things) olgusu ile bağlantılıdır. Her şeye rağmen tüm katı eylemlerinin nedeni ve tetikleyicisi olarak Dr. Fleschig’i görmesi hastalığı süresince yerini koruyan bir düşünce olmuştur. Schreber’e göre Fleschig, Schreber’in aracılığıyla onun sanrılara olan “ruh cinayetlerini” gerçekleştirmektedir. Schreber’e göre bu eylem şeytan ya da iblisin ruhları ele geçirmedeki çabasıyla eş değerdedir. Bu eylemler Schreber ve Dr. Fleschig’in ailelerinin çoktan ölmüş üyeleri arasında geçmiş olan olayların kökeni olarak ifade edilebilir. Freud eldeki kaynakların, “ruh cinayetlerinin” temelini ve Schreber’in bu kavramla neyi anlatmak istediğini anlamamız için yeterli olmadığını belirtmektedir. Bu yetersizlik de yayımlanması yasaklanan bölümlerden kaynaklanmaktadır. Öte yandan kitabın sansüründe gözden kaçan herhangi bir noktanın yoruma katkısı olabileceğine de dikkat çekmektedir.
Freud’a göre Schreber’in hezeyanlarında, Fleschig ile olan ilişkisi aynılığını korurken, Tanrı ile ilişkisini etkileyen gelişmeler ve değişimler göze çarpmaktadır. O ana kadar Fleschig’i (ya da onun ruhunu) tek gerçek düşmanı, Tanrı’yı ise kendine yandaş olarak kabul etmekte ve Tanrı’nın her şeye kadir bir varlık olduğunu ifade etmektedir. Sonrasında ise Tanrı’nın kışkırtıcı değilse de, ona karşı düzenlenen oyunlarda ve tehditlerde yardımcı rolünü üstlendiği düşüncesine sahip olduğunu görmekteyiz. Dr. Fleschig ilk ayartıcıydı ve Schreber’in ölmeden ve ruhu arıtmadan geçmeden cennete gidiş yolunu bulmasını sağlamada bir rolü olmuştu. Fleschig’in bu misyonu Schreber Leipzig’den, Dr. Piermosi’nin akıl hastanesine nakline kadar devam etmişti. Fleschig’in ruhu, üç bölüme ayrılmıştı, bunlar “alt bölüm, üst bölüm ve orta bölümdü.” 1894 yılında Sonnetstein hastanesine nakledilen Schreber’in yeni doktoru Dr. Weber’di ve bu süreç içersinde Dr. Weber’in ruhu da Schreber’in sanrıları içersindeki ortama katılmıştı. Bu süreç içinde Schreber Tanrı’yla uzlaşma olarak bilinen hezeyanlarını geliştirmişti.
Freud, Schreber’in 1893 Haziranında tekrar eden ve birinciye kıyasla şiddetli sayılabilecek ikinci hastalığı üzerine yorumlarında şunları belirtmektedir. Schreber, Dr. Fleschig’i yeniden görmek istemektedir ve bu istek rüyalarında yer almaktadır. Freud Schreber’in Dr. Fleschig’e beslediği duyguların tekrarlayan hastalığı döneminde bilinmeyen bir nedenle erotik bir niteliğe büründüğünü belirtmektedir. Hastalığın nedenlerinin belki de eşcinsel libido patlaması olabileceğine değinen Freud, libido yatırımındaki objenin, hastalığın başından beri Dr. Fleschig olarak ifade edilebileceğini söylemektedir. Schreber’in karşılaştığı tepkilerle mücadelesi sonucunda girdiği çatışmaların, hastalığın belirtilerini ortaya çıkarmış olabileceğini ifade eden Freud, “Baş yargıç” gibi yüksek düzeyde bir statüsü olan, ahlaki değerlere sahip Schreber’in eşcinsellikle suçlanmasının bir sorumsuzluk olup olmadığı yönünde olayı sorgulamaktadır. Ancak, hastanın “kadına dönüştürülme fantezisini” tüm ayrıntılarıyla zaten kendisinin dünyaya duyurduğunu ve bu yüzden bizlere onun fantezileriyle uğraşma hakkını verdiğini de ifade eden Freud, tıbben konuya başka hiçbir şey eklemediğine de dikkat çekmiştir. Schreber’in kadına dönüştürülmesi fantezisinin patolojik bir düşünce olduğunu unutmamamız gerektiğini söyleyen Freud, bu patolojik düşüncelerin temeline inmemiz gerektiğini de özellikle belirtmiştir. Ayrıca Schreber hezeyanlarına karşın, kendi bilinçaltı dünyasıyla realiteyi birbirine karıştırmama yönünde çaba gösterdiğini de göz ardı etmemek gerektiğini savunmaktadır.
Freud, Schreber’in kitabı yayımlamak istemesinde bir tereddüt yaşadığına değinerek bu nedenini, Schreber’in “neticede bir insan olan” Dr. Fleschig’i aşağılamamak istemesi şeklindeki ifadesinde bulur. 1894 Mart ya da Nisan aylarında Schreber’in hastalığı “iyileştirilemez” olarak kabul edildikten sonra, “belli bir kişiye özel bir biçimde teslim edileceği ve bu biçimiyle cinsel yönden kötüye kullanılacağı düşüncesine” sahip olan Schreber’in bahsettiği “o belli kişinin” Dr. Fleschig’den başkası olamayacağını belirten Freud, sonraları Schreber’in Dr. Fleschig’le ilgili olan fantezilerinin “Tanrı’ya karşı dişilik tutumu takınması” şekline dönüştüğünü açıklamaktadır.
(sf. 44) Freud, insanların yaşamları boyunca eşcinsellik ve heteroseksüel duygular yaşayabileceğini, özellikle bunlardan biri doğrultusunda yaşayacakları hayal kırıklıklarının kişiyi diğer eğilime yönelteceğini vurgulamaktadır. Ancak Schreber’in Baş yargıç olarak atanması ile Dresden’e gidiş tarihleri arasında eşcinsel libidosunun patlak verişinin nedeninin, yaşam öyküsüne ait kesin bilgilere sahip olamayışımız yüzünden saptanamadığını ifade etmektedir. Dr. Schreber, hastalığı sırasında 51 yaşındaydı ve cinsel yaşamı erkekler için kritik denilebilecek bir dönemdeydi. Freud erkeklerin de kadınlar gibi menopoz eşdeğerli rahatsızlıklar geçirebileceğine inanmaktaydı.
Schreber’in Dr. Fleschig’e karşı duyduğu dostça eğilimlerin 8 yıl sonra yoğunlaşarak ortaya çıkışının, söz konusu zihinsel bozukluğun bir ifadesi olacağı konusunda Freud her zaman kuşkuya kapılmıştır. Schreber’in doktoruna yönelik bu yoğun duygularını transferans mekanizmasına bağlayan Freud, Dr. Fleschig’in kişiliğinin Schreber’in kardeşi veya babasının kişiliğinde yer bulabileceğini vurgulamaktadır. Ancak Schreber’in hastalandığı sırada babasının yaşıyor olup olmadığı ya da bir erkek kardeşi olup olmadığını bilemeyen Freud, Schreber’in Dengwürdigkeiten kitabında şu ifadelere rastlamıştır; “Babam ve erkek kardeşimin anıları benim için kutsaldır...” Bu ifadelerden Freud, Schreber’in ikinci hastalığı sırasında babası ve kardeşinin yaşamadığı sonucuna varmıştır. Bu nedenle Freud’un Schreber’in hastalığına ikinci bakış açısı olarak ileri sürdüğü “hastalığın ilgi uyandıran nedeni” onun feminen (edilgen eşçinsel) olma fantezisiydi. Bu fantezisi daha sonra Dr. Fleschig’in kişiliğinde objeleşmişti. Bu sanrı, bilemediğimiz nedenlerle “kötülük görme sanrısı” biçimini almıştır. Özlem duyduğu kişi, şimdi düşmanı olmuştu ama daha sonra Dr.Fleschig’in figürü, Tanrı figürü ile yer değiştirmişti.
Bu yer değiştirme Schreber’in çatışmalarının çözümü ve Tanrı ile uzlaşması için gereken koşulları içermekteydi. Çünkü doktoruna karşı “şehvete düşkün bir dişi” rolüne girmek imkansızdı. Ancak Tanrı’ya onun istediği şehvet duygularını sağlamak Schreber’in egosunun direnç gösteremeyeceği bir durum olacaktı. İğdiş edilmesi, “Şeylerin Düzeni” ile uyum sağlamaktaydı. Çünkü böylece Schreber’in ruhundan yeni bir insan ırkı ortaya çıkacaktı. Bu megolamani, egosunda bir telafi mekanizması oluşturduğu için, onu rahatsız etmiyordu.
(sf: 51) Freud’a göre Schreber’in babası da önemsiz bir kişi değildi. “Dr. Daniel Gottlob Moritz Schreber” bir hekimdi. Özellikle gençlerin uyumlu yetişmeleri ve eğitimlerini destekleyen biriydi. Böyle değerli bir babanın ölümü sonradan hastanın sanrılarında babanın Tanrıya dönüşmüş olmasını akla yakın hale getirmektedir. Erkek çocukların babalarına karşı aldıkları çocuksu tutumun Schreber’in Tanrı ile arasındaki saygılı ilişki ile birleşmiş olduğu görülmektedir. Babasının ünlü bir hekim oluşu Schreber’in Tanrı’ya verdiği önemi açıklamaktadır. Tanrı’nın ancak ölmüş insanlarla ilişkiye geçebileceği yolundaki düşüncesi ise aslında yüceltmenin yanında doktor olan babasının yaşayan insanlarla değil de sadece cesetlerle ilgilenebileceği yolundaki düşüncesini, daha sonra Tanrı’nın sadece ölmüş insanlarla ilişkiye geçebileceği düşüncesi olarak görmekteyiz. Bu düşünce de Tanrı’yı küçümseme hakkını ona vermiş oluyordu.
Babasının mesleği, Schreber’in tuhaflıklarını açıklamada bir noktaya kadar yardımcı oluyordu. Freud’a göre “Tanrı’nın ön bahçeleri” bir dişiyi simgeliyor, “arka bahçeler” ise masküliniteyi tanımlıyordu. Eğer erkek kardeşinin kendinden büyük olup olmadığını bilseydik, Schreber’in “Alt Tanrı” olarak tanımladığı kişinin erkek kardeşi olduğunun ve babasının erken ölümünden sonra da bu erkek kardeşin “Üst Tanrı” olarak babanın yerine geçtiğini düşünebilirdik.
Güneş ışınları Schreber’in sanrılarında önemli bir yere sahipti. Güneş, Schreber’le insan diliyle konuşuyordu. Raporların birinde Schreber’in güneşe tehdit ve küfürler savurduğu ve güneşten uzak durarak saklanması gerektiğini söylediğini görmekteyiz. Çünkü “güneş” baba kavramı için yüceltilmiş bir simgeydi.
Böylece Freud bu doğrultuda “Schreber vakası”nda olduğu gibi “baba kompleksinin” ortaya çıktığını ifade etmektedir. Dr. Fleschig’le savaşı Tanrı’yla çatışmaya dönüşmüştü. Freud bu olayı Schreber’in sevdiği babası ile çocuksu bir çatışma olarak yorumlamaktadır.
Schreber’in hezeyanlarının son dönemlerinde çocukluk yaşamına ait iğdiş edilme korkusu şimdi Tanrı babasının isteğiyle şehvete olan düşkünlüğünü bırakmaması şekline dönüşmüştü. Şehvete düşkünlüğünün devam ettirilmesi de önce reddedip sonra kabul etmek zorunda kaldığı “kadına dönüşme” şeklinde gerçekleşebilecekti. Schreber’in kadına dönüşme fantezisi yaşamındaki hayal kırıklıkları yüzünden ortaya çıkmıştı. Mutlu bir evliliği olmasına rağmen çocuğu yoktu. Bir erkek çocuğunun olmaması, babası ve erkek kardeşini kaybettikten sonra yaşamında bir boşluk yaratmıştı. Nesli, tükenme tehlikesi içindeydi. Freud’a göre Schreber’in kadına dönüşme arzusu ona bir çocuğu olma şansını verecekti. Aynı zamanda çocukluğunda babasına karşı takınmak istediği dişilik tutumunu da gerçekleştirmesini sağlayacaktı. Bu noktada Schreber’in “küçük adamlar” sözüyle ortaya koyduğu fikrini anlamamız güç olmayacaktır. Eğer bu “küçük adamlar” sözü çocukları kastediyorsa, Schreber’in ruhundan üreyecek olan yeni insan soyu dünyayı dolduracaktı. Kendi zihninde tasarladığı bu dünyada doğacak çocuklar, “Schreber’in ruhunun çocukları” olacaktı.
            LUDWİG BİNSWANGER’İN PSİKOZ GÖRÜŞÜ VE LOLA VOSS VAKASI1
“Ludwig BİNSWANGER” kendi varoluşcu-psikanalitik yaklaşımı doğrultusunda yazdığı “BEING IN THE WORLD” adlı kitabında beş şizofreni vakasını incelemiştir.
BINSWANGER, vaka seçiminde dört kriter üzerinde durmuştur. Bunlardan birincisi; hastanın özyaşamına ilişkin yeterli bilgiye sahip olmak ve bu bilgiler ışığında vakaları yorumlayabilmesidir. Vaka yaklaşımında önem verdiği diğer kriter, hastanın içinde bulunduğu varoluş sürecini, sadece geriye dönük değil, o anda süregelen yaşantılar doğrultusunda ele alıyor olmasıdır. 3. kriter ise, şizofrenik varoluşta-kısa ya da uzun dönemli-şizofrenik patlamayı takip eden anormal davranış paternlerinin bulunmasıdır. Çünkü Binswanger’e göre şizofrenik varoluş, ancak bu sürecin sonunda daha kapsamlı olarak ele alınabilirdi. Vaka seçiminde önem verdiği 4.kriter ise, mümkün olduğunca çok çeşitli vakayı ele alarak, sonuçların sadece belirli bir kategoriye dahil olmasını önlemektir.
BİNSWANGER’in ele aldığı vakaların üçünde akut veya kronik perseküsyon korkuları bulunmaktaydı. Bu da şizofrenide özellikle perseküsyon hezeyanlarının varlığını kanıtlar bir durumdu. Varoluşçu yaklaşımda, Ludwig BİNSWANGER’in üzerinde en fazla durduğu ve incelediği vaka “LOLA VOSS”un yaşam öyküsüdür. Vak’a özellikle perseküsyon düzeyinde bir batıl inanç olgusunu ele alması nedeniyle klinik çalışmalara ışık tutmaktadır.
KALITIM
Lola’nın babası; mavi gözlü, sessiz, bazen katı. Annesi, İspanyol ve G.Amerikalı bir anneden doğma melezdi. Nörotikti ve her zaman canlı, çok kolay ürkebilen, ama yaşamayı seven, her zaman birileri ile olmaktan, konuşmaktan ve gülmekten hoşlanan, güney ülkelerine özgü mizaçta biriydi. Tiroid problemi olan Lola’nın kendisinden bir yaş küçük erkek kardeşi ise neşeli, tamamen normal bir delikanlıydı.
ANAMNEZ
Babadan alınan bilgilere göre Lola, Dr. Binswanger’in İsviçre, Kreuzlingen’deki sanatoryumuna geldiğine 24 yaşındaydı. Anne sütü emmişti ve çocukluğunda çok sağlıklıydı. Gelişiminde hiçbir problem yoktu. Oldukça şımartılmış bir çocuktu. Belli bir zamanda ondan istenenleri yapıp yapmamak konusunda hep özgür yaşamıştı. Babası ona herhangi bir şey söylediğinde, annesi ve büyükanne tarafından korunurda, ya da bunun tam tersi olurdu. Yaşamında her zaman ona cenneti sunan birileri vardı.
12 yaşında yüksek ateşle seyreden ağır bir tifoya yakalandı. Aşağı yukarı iki ay yattı. Bu dönem zarfında ilk anksiyete semptomlarını yaşadı. Örneğin, evlerinin yeterli derecede güvenli olmadığı sebebiyle geceleri büyükannesinin evinde kalıyordu. G.Amerika’da doğan Lola, 13 yaşında Almanya’da yatılı bir okula gönderildi. Okulda devamlı erkek gibi davranarak bir kız çocuğu olduğunu reddediyor, baskı, kavgacı, erkeksi davranışlarda bulunuyor, yaşıtları ile geçinemiyordu. 14 yaşındayken G.Amerika’ya döndü. İlk seneler sadece zevk arayan, dans etmek ve danslı yerlere gitmekten hoşlanan bir dönem içindeydi. Elişi yapıyor, yağlıboya ile çalışarak vakit geçiriyor, genel olarak aktif bir yaşam sürüyordu. Ancak zaman içinde kendini odasına kapama gibi bir eğilim göstermeye başladı. Katolik arkadaşlarının etkisiyle oldukça dindar olmuş ve protestan babasına karşı bir tutum takınmıştı.
20 yaşına gelen Lola katıldığı bir toplantıda İspanyol bir doktorla karşılaştı. Aşık olduğu bu adama karşı hissettiği ciddi duygularını kendi ailesine bildirdi. Ama doktor henüz mesleğinde ve sosyal yaşamında yerleşmiş değildi ve bir aile geçindirecek parası yoktu. Oldukça ciddi, mantıklı, sessiz ve hesaplı yaşayan bir kişiydi. Lola’nın babası duruma karşı oldukça tedirgin ve itici bir tutum takınmaya başladığında Lola, isyankar bir tavır almaya başladı. Çoğunlukla oruç tutmayı sürdürüyordu. Neşesiz, depresif bir yapıya bürünerek, ya evlenme isteğinin yerine getirilmesini aksi takdirde yasa gireceğini söyledi. Tüm bu zamanlar içinde anne Lola’nın yanında, babaya karşı bir tavırdaydı.
Daha sonraki yıllarda Lola aşağı yukarı 22 yaşındayken, annesi ile Almanya’ya gitti. Seyahatten kısa bir süre önce, bavulundan yanına almak istemediği bir elbise çıkarılmadıkça, yola çıkmayı reddettiğini söylemeye başladı. Ancak arzusu yerine getirilince vapura binip seyahate devam ediyordu. Sonuçta İspanyol doktor, nişanlısını görmek için Almanya’ya gitti, ve iki haftalık beraberliklerinde Lola, sakin, dengeliydi. Önceleri ilgisiz olduğu giyim kuşamına daha çok önem vermeye başlamıştı. Tiyatro, sinema gibi eğlence yerlerine daha çok vakit ayırıyordu. Bütün bunlarla eskiye kıyasla daha neşeli bir tablo çiziyordu. İspanyol doktorla aralarındaki yazışma daha sonra da devam etti ve ertesi yıl Mayısta doktor Lola’ya yazdığı mektupta, şimdi daha güvenli bir konumda olduğunu, ancak hâlâ evlenmeyi düşünmediğini ve hasta annesine bakmak zorunda olduğunu söylüyordu. Bu mektup üzerine Lola, büyük bir çöküntüye uğradı.
Oldukça melankolikleşmiş ve batıl itikatlı bir tutum almıştı. Devamlı dört yapraklı yonca arıyor, çeşitli objelere karşı dayanılmaz bir tiksinti duyuyordu. Özellikle şemsiyeler ve lastik pabuçların ona kötü şans getirdiğini söylüyordu. Oteldeki oda hizmetçisinin kambur olduğunu fark ettiğinde oteli terk etti.
Sanatoryuma girmediği yılların çoğunu, Almanya’daki teyzeleri ile yaşadı. Teyzeleri onu, annesine karşı kışkırtıyorlardı. Anne memleketine döndüğünde, Lola’nın teyzeleri yüzünden annesine duyduğu iticilik o kadar fazlaydı ki, bir daha annesinin odasına girmedi. Annesi ile ilgili her şey onun için “cadı kazanından” gelen bir şey gibiydi ve anneden gelen her obje yok edilmeliydi. Elbiseler, diş fırçaları, iç çamaşırları gibi... Onları ya saklıyor, ya birilerine veriyor ya da küçük paketler halinde kaybediyor ve yahut satıyordu. Hatta çamaşırhanede annesinin çamaşırları ile yıkanan kendi çamaşırlarını giymemeye başladı. Annesinin kullandığı dolmakalemi dışarıya attı. Annesinin oturduğu masada bir daha yazı yazmadı. Sonunda tüm elbiselerini kesti. Bunu takip eden yılda, bir konsültasyon sonucu doktorlar ona evlenmesini tavsiye etti. Hormon iğneleri ve tiroidi ile ilgili ilaçları alan Lola, sonuçta bir sinir mütehassısına gitti. Kendisini doktor olduğunu söylenmeyen bir doktorla tanıştırıldığında, hekim ona batıl itikatları olduğunu ifade edince, onu bir daha görmedi. Dönemin sonlarında İsviçre’deki nişanlısından gelen mektup üzerine İsviçre’ye gitmeye karar verdi. Nişanlısı ona İsviçre’de bir buluşma teklif etmişti.
Lola’nın Sanatoryumda kaldığı dönemden gözlemler: Lola, orta boylu, güzel bir kızdı. 25 yaşlarında görünüyordu. Canlı ve hayat dolu bir yüz ifadesine rağmen, hareketleri katı ve sertti. Yaşam stili, canlı ve açıktı, ancak konuşması güç, sıkıntılı ve yabancı gibiydi. Yüzü dikdörtgen ve oval arasıydı. Total yapısı astenik olmakla beraber piknik tüp görünümündedir. Sanatoryuma hiçbir çamaşırını ve geceliğini, elbisesini getirmemişti. (Babasının yolculuğun amacının onu hastaneye yatırmak olmadığını söylemiş olmasına rağmen) Babasının onu sanatoryuma yatırmasından dolayı kızgın değil gibiydi. Kendisini hasta olarak kabul etmemesine rağmen hemşiresini itiraz etmeden kabullendi.
PSİKOLOJİK RAPOR
Binswanger’in raporuna göre Lola’nın iyi bir zihin yapısı vardı. Zeki ve akıllıydı. Çok yalan söylüyordu, büyük bir yalan söyleme kapasitesine sahipti. Her şeyi kendi çıkarına göre değiştiriyor, şikayet ve amaçlarını kendine göre şekillendiriyordu. Doktorun kendisiyle daha iyi iletişim kurabildiği yemek saatlerinde bile kendiliğinden tek bir kelime bile söylemiyor, ancak sorulunca “evet”, “hayır” ya da “bilemiyorum” gibi tepkiler veriyordu.
Oldukça katı, dikkatsiz, ilgisiz, hiçbir heyecan yaşamıyormuş ve uğraşılarından hiçbir mutluluk duymuyormuş gibiydi. Çocukluğundan beri epeyce şımartılmıştı. Çocukça inatçılıklar gösteriyor, yaşı ile zihinsel gelişmesi arasında genel bir dengesizlik gözleniyordu. Tüm davranışlarında, önceden tahmin edilmeyen durumlar sergiliyordu. Örneğin; Bir gece partisine gitmeye söz veriyor, giyiniyor, ama birden çok yorgun olduğunu söyleyerek yatağa giriyordu. Diğer taraftan eğer bir partiden hoşlanıyorsa, orkestra susana kadar durmaksızın dans ediyordu. Ya da bir ilacı, birkaç kez aldıktan sonra bunun kendisine zarar verdiğini ısrarla söyleyerek bir daha almayı reddediyordu.
Sanatoryuma geldiğinin ilk günü, babasının evine kaçtı ve tüm itirazlarına rağmen geri getirildi. İlk dört haftayı kapalı koğuşta geçirdikten sonra açık koğuşa alındı. İlk günler hipnotize edilme korkusu yaşıyordu. Hasta bakıcıya “Bana öyle bakma, beni hipnotize etmeye çalışıyorsun” diyor, bunun böyle olmadığı konusunda her seferinde ikna edilmesi gerekiyordu. Birkaç gün sonra daha rahatlamış görünüyordu. Hipnotizma konusu bir daha tekrarlanmadı. Herhangi biri bundan söz ettiğinde korkusunu yenmek için Lola hemen “Hipnozu biliyor musunuz? Hipnotize edilmek istiyorum” diyordu. Bu konuda bildiği tek şey; kitabını okuduğu ve filmini gördüğü bir hipnoz sahnesiydi. Uykusu ve beslenmesi yerindeydi. 10 günde bir buçuk kilo aldı. Sürekli aynı elbiseyi giyiyordu. Bir çift pabucu vardı ve şapkasızdı. Çarşıya çıkmayı reddediyor, Kreuzlingen’de yaşadığı günleri kendisine hatırlatacak hiçbir şeyle karşılaşmak istemiyordu. Batıl inançları zamanla azalıyor görünüyor ama sanki bunları saklıyor ve göstermeye çalışıyordu. Batıl inançları alaya alan bir filmi seyrederken seyircilerin gülmelerine katılıyor, diğer zamanlar; suskun, heyecandan yoksun, kırgın, tedirgin ve endişeli görünüyordu. Edilgen biçimde .................... aşırı bir inatla tedaviye karşı koyuyordu. Sanatoryumdakilerin bahçeyle uğraşması konusunda onu ikna etmeye çalışmalarına rağmen kendi başına kalmak istiyor; arada resim yaparak, kitap okuyarak zamanını geçiriyordu. Ancak çok zor olduğunu söyleyerek ciddi edebiyat kitapları okumuyordu.
Doktoruna karşı, zamanla gelişen bir karşı koyuş sergileyen Lola, onu kendisine yalan söylemekle suçladığı için, sene sonunda bir başka doktor tedaviye devam etmişti. Lola’nın yeni doktoruna karşı tutumu çok arkadaşça ve dışa dönüktü. Yeni elbiseler giymeyi kabul ediyor, kendinden daha fazla bir şeyler vermeye çalışıyordu. Zamanla yoğun ketlenmesine karşın anksiyetelerinden bahsetmeye başlamıştı. Doktoruna son altı sene içindeki yoğun batıl inançlarını anlattı. Batıl inançları küçükken, büyük annesi ve diğer akrabalarıyla New York’da kaldığı zamanlarda başlamıştı. Teyzelerinden biri, dokuz günlük bir rahatsızlıktan sonra beklenmedik bir şekilde ölmüştü. Bu olaydan daha önce bir falcı Lola’ya ailede beklenmedik bir şey olacağı konusundaki tahminini söylemişti. Teyzesinin ölümünden sonra ise Lola akrabalarına, onun öleceğini önceden bildiğini ifade etmişti. Bu olay onun batıl itikatlara karşı tutumunu güçlendirmişti. Erkek ve kadın kamburlara karşı inançları da yine New York’ta başlamıştı. Bir gün kambur bir kadınla karşılaştıktan sonra bir arkadaşından, kendisine mektup yazmadığı konusunda şikayet içeren bir mektup almıştı. Bu nedenle bir kambur gördükten sonra hoş olmayan olaylar yaşaması, sadece tesadüften ibaret değildi. New York, itikatlarını yoğunlaştırdı. Belirli bir elbise giydiği zaman bir arkadaşına mektup yazdığında, o arkadaşına bir kötülük geleceğinden korkmaya başlamıştı. Korku, onu zaman zaman arkadışına mektup yazmaktan alıkoymuştu. Bu düşüncelerini doktoruna açmak için Lola’yı ikna etmek, çok uzun zaman alıyordu. Her seferinde doktoruna açılmamak için yeni bahaneler buluyor; bunları anlatmanın uzun zaman alacağını ya da doktorun kendisiyle alay edeceğini ileri sürüyordu. Ancak, aynı zamanda bu yaşantının tahammül edilmeyecek kadar güç olduğunu da kabul ediyordu.
Daha sonraları nişanlısını görmesinin, korkulu düşüncelerinin yoğunlaşmasına sebep olduğunu söyledi. Zorlayıcı davranışların üstesinden gelebilmek için çok gayret sarf ettiğini ve bunların nişanlısının başına kötü bir şey geleceği korkusundan kaynaklandığını söylüyordu. Zamanla batıl itikatları çok yönlü durumlara kadar yayıldı. Örneğin: Dört tane güvercini bir arada görmesi, mektup alacağına dair bir işaretti. Çünkü dört rakamı İspanyolca’da “cuatro” şeklinde yazılıyor ve Lola’ya göre bu kelimenin içindeki c-a-r-t harflerinden oluşan kelime İspanyolca’da “mektup” anlamına geliyordu. Diğer bir örnekte ise; Lola ne zaman sokakta altı lastik baston taşıyan bir adam görse, geri dönüyordu. Çünkü İngilizce’de baston anlamına gelen “cane” kelimesi İspanyolca’da “baston” olarak yazılıyordu. Lola “on” hecesini ters çevirdiğinde ise ortaya İngilizce’deki “no” kelimesi çıkıyordu. Lastik ise İspanyolca’da goma idi. Bu kelimenin ilk harfi İngilizce’de “git” karşılığı olan “go” idi. Sonuçta altı çizili bu iki kelime yan yana konduğunda “(no go)” gitme, “geri dön” anlamına geliyordu. Lola bu ve bu gibi düşüncelere uymadığında kendisine kötü bir şey olacağına inanıyordu.
Sekiz ay sonra Emy adlı bir hemşirenin gelişiyle tüm anksiyetesinin ondan kaynaklandığına inanan Lola’nın durumu gittikçe daha karmaşık olmaya başladı. Emy sevimli ve narin yapılı bir kızdı. Lola ona “O”-“she” ya da “O kişi” – “that one” diyordu. Emy, Lola’nın babasının şemsiyesine benzeyen, bir şemsiye taşıyordu. Hastabakıcının şemsiyesi odanın ve koridorların bir çok yerinde duruyor, görünüşü Lola’yı çok ürkütüyor ve kendisini çok daha fazla hasta hissetmesine sebep oluyordu. Bu olayı takip eden haftalarda Lola, çok daha endişeli ve adeta eziyet çekiyormuşçasına bir görünüm almaya başladı. Emy’nin şemsiyesini ilk kez kendi banyosunda görmüştü. Bu durum onu korku duymasına neden oluyordu. Bir çok kişiye şemsiyenin banyosunda hiçbir yere dokunmadığına dair yeminler ettiriyordu. Banyosundaki el havlusunu ya da diş fırçasını, şemsiye ile herhangi bir şekilde temas etmiş olabileceği düşüncesiyle, kullanmayı reddediyor, hatta aynı nedenle bardağını dahi kullanmıyordu. Yeniden elbiselerini giymemeye ve onları herkese vermeye başladı. “O kişinin”, odasının bulunduğu koridorda çalıştığının farkına vardığı zaman, öylesine hastalanıyordu ki başka bir binaya gönderilmek zorunda kalıyordu. “O kişi”ye rastladığı zaman delireceğinden korktuğunu ısrarla söylüyordu.
Lola, tüm bu korkularını, doktoruna yazma izni aldığında daha huzurlu olmaya başladı. Sanatoryuma gelişinin onuncu ayında yaşadıklarını, doktora şöylece ifade ediyordu: “Beni anlamadığınızın farkındayım. ama burada çektiğim sıkıntıları bir daha çekmek istemiyorum. Kendimi daha çok ifade etmek istiyorum ama yapamıyorum. Bu, dünyadaki en acı şey. Bazı olayların doğrulanması batıl itikatlarımı güçlendiriyor. Kapalı hücrede geçirdiklerimi hiç unutmayacağım. Villa Roberta olayı, en kötüsüydü. Çünkü hiçbir şey söylemezsem, oradan çok çabuk çıkacağımı biliyordum. Ama hiçbir şey söylememek de batıl inançlarımı yoğunlaştırdı. Babamı “O kişi”ye dokunurken hayal ettiğim zaman en büyük üzüntü yaşıyorum. Böyle günlerde eve gidip, babamı görmeyi reddediyorum. Bana olan herhangi bir şeyden değil, ama yukarıda olan nedenlerle hayatımı yaşamam tamamen umutsuz. Villa Roberta’dan ayrıldıktan sonra kendimi daha iyi hissediyorum. Ancak büyük korku, beni terk etmiyor. Yani “O”nun buraya gelebileceği, “O”nu görmesem dahi, buradan geçebileceği düşüncesi beni umutsuzlaştırıyor. Bu eve girdiği ilk andan itibaren, dünyadaki bütün kötü şansları beraberinde getireceğine inanıyorum. Adım attığı her yere kötü şans götürüyor ve ben bu düşünceden kendimi alıkoyamıyorum. Böyle bir olay olmadan önce, buradan ayrılmanın daha iyi olacağını düşünüyorum. Bunları size söylediğim için çok üzgünüm, ama her gün içinde bulunduğum yoğun bir korkuyla yaşayamam. Bütün bu çektiklerimi, nişanlım için çekiyorum. Onu, dünyadaki herkesten çok seviyorum. Bütün bunlara, onu herkesten çok sevdiğim için katlandım ve şimdi bütün bunları unutmak istiyorum. Belki zamanla değişirim. Şimdilik hemen hemen iyiyim. Tüm sorunum bu anlattıklarım.” Birkaç hafta sonra, doktora tekrar yazarak yine başına korkunç bir olayın geldiğini ve bu nedenle artık orada kalamayacağını söyledi. Terasta dinlenirken önünden “o” geçmişti. Lola, korkusundan orada duramayacak hale gelmiş, kendisini nasıl koruyacağını bilememişti. Kötü şansın kendisini tekrar yakaladığını söylüyordu. İçinde onu ürküten bir şeyin yaşadığını hissediyordu.
Lola, hastaneden dışarı çıkmayı da reddediyordu. Çünkü “O”nun nerede olduğunu bilmiyordu. “O kişinin”, aynı kitabı okumuş olması korkusuyla kütüphaneden kitap almayı da bırakmıştı. Hatta yeni aldığı bir elbiseyi “O” gördüğü için iade etmek istedi. İki ay sonra Lola, tekrar bir hezeyan dönemine girdi. Bir seferinde “Onu” uzak bir mesafeden gördüğünü zannederek, diğer bir seferinde de “O”nun bisikletini, başka bir hemşirenin mutfak kapısına bırakması yüzünden büyük bir korku yaşadı. Uzun bir süre mutfak kapısına bırakılan bisikletin, yemekleri zehirlediği korkusuyla açlık grevi yaptı. Daha sonra, sadece tereyağını yememekte ısrar etti, ancak bunun nedenini açıklayamadı. Diğer bir gün bir battaniyeyi, “O”nunla ilişkisi olan bir kadının dokunmuş olabileceği düşüncesiyle bir daha kullanmadı. Başka bir günde “O” olması ihtimaliyle bir kadının peşinden koşmuştu. Kadını gözden kaybettiğinde ise onun “O kişi” olmasından endişelenmişti. Ertesi sabah hastaneden bir yetkiliye telefon açarak, bir önceki gün “O kişi”yi görüp görmediği konusunda kendisini ikna etmesini istedi. Durum o kadar dayanılmaz bir hal almıştı ki doktor Lola’yı, bu şekilde davranmaya devam ederse o hemşireyi odaya bizzat kendisinin getireceğini söyleyerek korkuttu. Buna çok üzülen Lola, öfkeli bir şekilde doktora bağırmaya başladı. Ancak bu olay üzerine, daha önce korkudan giymemiş olduğu giysileri, tekrar odasına yerleştirerek bir tanesini üzerine giydi.
Bu sıralarda Lola yanında bir başka hemşireyle, elbiselerini yenilemek için Zürich’e bir gecelik bir gezi yaptı. Yola çıkışının sabahı hemşireye, penceresinin önündeki bahçede genç bahçıvanın çalışmasını istediğini söyledi. Böylece, sabah gördüğü ilk kişinin, genç bir adam olması ile şanslı bir günü yakalayacağına inanıyordu. Fakat bu isteği yerine gelmedi. İstasyona giderken ve aktarma yapacakları her trende gözlerini ve kulaklarını elleriyle kapatıyordu. Zürich’e yaklaşırken birden panikleyerek “bir şey” gördüğünü ve o gün alışveriş yapmıyacağını söyledi. O an kendisini mutlu ve huzurlu hissetmişti. Çünkü ertesi gün orada olamayacakları için kimse ona alış-verişten söz etmeyecekti. Zürich’te ucuz ve kapıcısı olmayan bir otelde kalmak istiyordu. Bu konuda herhangi bir sorun çıktığında daha önce kullandığı “no” kelimesi çağrışım yapıyordu. Sonunda istediği gibi bir otel bulundu. Ertesi sabah ucuz bir mağazaya gittiğinde gözleri kapalıydı. Hemşire ona refakat ediyordu. Beğendiği bir elbise seçti. Ancak satıcının şaşı olduğunun farkına varır varmaz büyük bir korkuyla mağazadan dışarı çıktı. Bir başka dükkanın girişinde ise kitaplar sergilenmişti. Bir tanesinin üzerinden rahip resmi gören Lola’ya göre bu dükkanda artık onun için kayıptı. Bu şekilde alış-veriş yapacağı bir mağaza kalmamıştı. Daha sonra herhangi bir dükkandan ucuz ve güzel olmaması şartıyla bir şeyler almayı kabul etti. Satıcıların kadın olmasını istiyordu. Ayrıca hiçbir elbisenin üzerinde kırmızı olmayacaktı. Çünkü geçen yaz giydiği elbise kırmızıydı. Sanatoryuma dönerken tüm paketleri kendi taşıdı ve kimseye rastlamamaya dikkat etti. Odasına döndüğünde hastabakıcının tüm eski elbiseleri çıkarmadan yenileri yerleştirmesine izin verdi. Lola hemşirenin, odanın tozunu almasına itiraz ettiğinde: “Peki doktorun yarın ne diyeceğini düşünüyor musun?” sorusuna “Doktor nasıl olsa her şeyi biliyor, ve ben de bunun sadece batıl itikat olduğunu biliyorum” şeklinde cevap verdi. Doktora yazdığı tüm şikayetlerde ve anlatımlarda tekrar tekrar tarifsiz korkusundan bahsediyordu. Bu da Lola’ya göre, gelecek yıllarda tüm bu olayları hatırlayacağını ve bu hatırlayışın kendisi için dayanılamayacak kadar korkunç bir ihtimal olduğunu gösteriyordu.
Lola, hastanede yaşadığı günlerdeki durumunu her zaman doktoruna anlatmaya çalışıyor, belki kendi sorunlarını çözmeye bir çare bulur diye, verdiği her nasihatı dinlemeye söz veriyordu. Daha sonraki olaylar doktoruna gerçekten güvendiğini kanıtlamıştı. Bir gün doktoruna hemşire kelimesini tekrar etmemesi için adeta yalvardı. “Bu kelime beni o kadar acıtıyor ki, hayatım boyunca en acılı anım olarak kalacak” diyordu.
Bir başka zaman mektubunda şunları yazıyordu:
-İçimde öyle bir üzüntü duyuyorum ki, bunun daha kötü şeylerin olacağının bir ifadesi olmasından korkuyorum. Bu nedenle huzursuzum. Size rica ediyorum, lütfen bu duygularımın “O”ndan kaynaklanıp kaynaklanmadığı konusunda beni aydınlatın. Bu konuda daha fazla yazmak istemiyorum. Çünkü dikkatli olmam konusunda devamlı sinyal alıyorum. Bu nedenle neler olabileceğini bilemiyorum.
Lola’nın doktoruyla görüştüğü ilk seanstaki gibi, heyecansız, duygusuz olmadığı, bundan sonraki satırlarda kendini gösteriyordu.
-Size olanları açıklamak ve böylece beni anlamanızı sağlamak için her şeyin nasıl olduğunu anlamak istiyorum. Bu güne kadar olanlar korkunç, tüm tariflerin ötesinde duygulardı. Şu an bunlar benim için dünyadaki en üzücü şeyler ve bundan sonra nişanlım için kaybolmuş bir kişiyim. Onu o kadar çok seviyorum ki, sadece bu nedenle hastayım. Onu kendisine rastladığım ilk andan beri bir saniye bile unutmadım ve en üzücü şey de onu beni her zaman düşündüğünü hissetmem.
Lola hakkında sadece bir tek rüya biliniyordu. Onun kendi kelimeleriyle rüyası şöyleydi:
-Rüyamda, ölmüş olan büyükannem yatağını buraya yollamıştı ve birden gelip o yatağın üzerine uzandı. Daha sonra bitişikte duran benim yatağımın üzerine uzandı. Çok korkunçtu. Büyükannemin benim yatağımda öylece yatacağını düşününce, size gelip bütün bu olanları anlattım. Siz, bana büyükannem için başka bir yatağınız olduğunu söylediniz. Bundan çok güven duymuştum. Daha sonra rüya başka yönde takip etti. Ama bu sefer daha çok rahatsız oldum. Yatakta gördüğüm “Cama” kelimesinin İngilizce sesli söylenişi “kam” idi. “kam” sesi İngilizce’de “come” yani “gel” demekti. Tüm bunların bir arada oluşu bilmiyorum kötü bir anlama mı geliyordu.
Lola’nın Bellevue hastanesindeki tedavisi on dört aydan biraz fazla sürdü. O sıralarda teyzesi hastaneye telefon ederek, Lola’nın ailesinin artık o’nun İspanyol doktorla evlenmesine izin verdiklerini söyledi. Bu nedenle de Paris’te İspanyol doktorla bir görüşme ayarlandı. Lola buna aşırı derecede sevindi. Bu nedenle nişanlısı daha sanatoryuma gelmeden, kendisi bir daha dönmemek üzere Bellevieu’yu terk ederek Paris’e teyzesiyle buluşmaya gitti. Vakanın bundan sonraki kısımlarında Lola’nın doktoruna yazdığı mektuplardan söz edilmektedir, bu mektuplaşma dört yıl sürmüştür. Hastaneden ayrıldıktan bir hafta sonra Lola, ilk mektubunda Paris yolculuğunun çok iyi geçtiğinden söz etmekteydi.
Pasaportundaki fotoğrafın değiştirilmesini istiyordu. Çünkü bu resim ona Bellevieu’deki kötü günlerini hatırlatıyordu. İki gün sonraki mektubunda Lola, kendisini çok iyi hissettiğinden söz ediyor, her şeyin çok iyi gittiğini söylüyordu. Hatta bir zamanlar, gördüğünde uğursuzluk getireceğini sandığı kambur kişilere olan tepkisine rağmen, kuaförünün de bir kambur olduğunu söylüyordu. Lola mektubunda terapistine hastanedeki personele selam söylemesini rica ediyordu.
LOLA’NIN DOKTORUNA MEKTUPLARINDAN ALINTILAR
17 EKİM
Bir tiyatro ve bir sinemaya gitmişti. Kendini daha iyi hissediyordu. Ama Lola, doktorla aralarında geçen konuşmaları, sırları unutamadığından söz ediyordu. O anları rüyasında görüyor, bazen de tam uyanırken gördüğü bir rüyayı hatırlayarak şimdi bunların ne kadar uzak olduğunu anımsıyordu. “Size eski pasaportumu niye yolladığımı merak etmiş olmalısınız. Paris’e “o’nun (hemşirenin) sık sık dokunduğu pasaportla gelmenin sakıncalı olacağını, her şeyin yeniden mikroplanacağını düşünüyordum. Artık onu kullanmak istemiyorum.


29 EKİM
“Kendimi çok iyi hissediyorum. Yüzeysel olarak neşeli görünüyorum. Çünkü artık hastanedeki korkularım yok. Ancak beni endişelendiren tek şey, kendimi bildiğiniz başlıca nedenlerden dolayı mikroplu hissediyor olmam” diyordu. Lola, nişanlısına Paris’e döndüğünü hâlâ söylememiş olduğu için, terapistinin tavsiyesini istiyordu. Doktorun ona yapması gereken en doğru şeyi söyleyeceğine inanıyordu. Bunun da nedeni, nişanlısının cevabının ne olacağını bilmemesiydi. Ama terapistin öneri cevabın ondan şahsen istiyordu. “Çünkü, diyordu “o’nun kız arkadaşı olan sekreterinizin bana sizin ağzınızdan mektup yazacağını düşünüyorum”.
2 KASIM
Lola, nişanlısına mektubu kendisinin değil, teyzesinin ya da kuzeninin yazmasını istiyordu ve nişanlısının kendisi hakkında ne düşündüğünü merak ediyordu.
Mektubunda şöyle diyordu;
“Evlenmeyi düşünemeyeceğimi biliyorum. Çünkü o zaman mikrop alma konusunda endişelerim olacak ve farklı şeyler düşünmem gerekecek ve bu bana çok zor geliyor.” Mektup şöyle devam ediyordu: Tiyatrolara sık sık gidiyordu, her şey çok iyiydi. Ama tiyatrolardan çıktıktan sonra kendini mikroplu hissediyor ve o zaman gelecekten çok korkuyordu.
7 KASIM
Lola’nın hisleri aynen devam ediyordu, çok yorgundu. Acaba bir hastaneye yatmalı mıydı? Daha doğrusu, doktorunun bildiği gibi bir sanatoryuma mı gitmeliydi?


24 ARALIK 
Lola, terapistine yeni yıl kartı ile iyi dileklerini yollamıştı. Terapistinin mektubu da ona güven vermişti. Onun tavsiye ettiği sanatoryumu dolaşmıştı. Hastanenin parkı ona Bellevieu’yu hatırlatıyordu. Sanatoryumdaki doktorunu da sevmişti. Yani, yıl başında oraya yatmayı düşünüyordu. Dinlenmeye çok ihtiyacı vardı.
3 ŞUBAT
Lola’nın sanatoryuma yatışı bazı nedenlerden ötürü ertelenmişti. 3 Şubat tarihli mektubu, yazdığı ilk İspanyolca mektuptu. Telaşlı ve bir çok düzeltme ile yazıldığı açıkça görülüyordu. Yoğun anksiyetesinden, sanatoryumdaki doktoruna olan güveninden söz ediyor ve terapistinden ona mektup yazmaya devam etmesini istiyordu. Terapiste, mektubu İspanyolca yazma nedeninin bir obsesyonundan dolayı olduğunu açıklıyordu ve şöyle devam ediyordu: Çok sevdiği ve aynı zamanda bir çok obsesyonunun nedeni de olan nişanlısı, Paris’teydi. Lola’nın da Paris’te olduğunu biliyordu, ama bir hastanede kaldığından haberi yoktu. Lola’nın en büyük korkusu, nişanlısının onu görmek isteyeceğiydi. Hâlâ o kadar çok mikrop taşıdığına inanıyordu ki, terapistinden nişanlısını o gün Paris’i terk etmeye ikna etmesini istiyordu. Terapistinin bunu yapacağından emin olmak istiyordu. Bu nedenle iyileşmek için her şeyi yaptığını ve bir ay içinde onu görmeye gideceğini söylüyordu. Ancak bu imkansızdı. Nişanlısının hastaneye geleceğinden korkuyordu, acaba hastanede kalmaya devam etmeli miydi?
14 ŞUBAT
Lola, bir önceki mektubunu unutmuş gibiydi. Çünkü hastaneye ilk gelişini anlatıyordu. Bina ona Bellevieu’daki kapalı koğuşları hatırlatıyordu. Hastabakıcısı, kendisinin de bir zamanlar Bellevieu’daki koğuşları bildiğini söylemişti, ancak kız Fransız’dı. Bu yüzden Lola pek fazla etkilenmemişti. Kısa bir süre sonra başka bir binaya yerleşmişti ve orayı da çok sevdiğini ifade ediyordu. Burada doktoru, çok sempatik olmasına rağmen ona her şeyi anlatamıyordu. Çünkü kendisinin değişeceğine inanmıyordu. Acaba orada daha fazla kalmalı mıydı?
1 MAYIS
Doktoru Lola’yı birkaç hafta için terk etmişti. Lola’nın akrabaları tarafından gönderilen bir başka doktor onu tedavi ediyordu. Lola onu sevmemişti. Acaba terapisti teyzesine mektup yazıp, Lola’yı yalnız bırakmasını ve bu doktoru artık göndermesini mi söylemeliydi?
2 HAZİRAN
Teyzesinin, terapistine yazdığı mektuptan, Lola’nın hallüsinasyon içinde olduğu anlaşılıyordu. Bir aydır aşırı ajitasyonlu hastaların koğuşunda yatıyordu. Korkunç bir anksiyete içinde olduğu için başka bir koğuşa geçirilme isteği reddediliyordu. Lola’nın ailesinin tek ümidi ona bakmakta olan Prof.Janet’deydi. Prof. Janet, Lola’nın “kaybolmuş vaka” olmadığını söylemişti. Ancak Janet’in ikinci vizitinden sonra Lola, inatla doktoru görmeyi reddetti, neden olarak da bu doktorun da ailesi tarafından gönderildiğine inanıyor oluşunu göstermişti. Paris’teki Fransız hastanesine yattığından beri ailesine karşı düşmanca bir tutum geliştirmişti.
Onlardan gelecek olan herhangi bir insanı kabul etmiyor, onların istediklerini yanına almıyordu. Prof. Janet başka bir sanatoryumu tavsiye etmişti. Acaba terapisti bu tavsiye için ne düşünüyordu. Binswanger, bu sanatoryumu ona kendisi tavsiye ettiği için Lola’nın sadece kendi emirleri üzerine hareket ettiğini ifade ediyordu.


15 HAZİRAN
Lola, Prof. Janet’den söz eden bir mektup gönderdi. Terapistinin Prof. Janet’yi tanıdığına inanıyordu. Janet için iyi bir doktor demelerine karşın Lola, onu kendi doktoru olarak göremiyordu, bu yüzden bir açıklama yapmıyordu. Aslında Lola biraz daha iyi görünüyordu. Eski rahatsız edici düşüncelerinden daha az söz ediyordu ve son üç aydır hiçbir rahatsız edici düşünce üretmemişti. Mektubu şöyle devam ediyordu:
“Ailem benim daha iyi olduğuma ve burada daha da iyileştiğime inanmıyor. Çünkü bir hastanın aslında çok daha çabuk iyileşmesi gerektiğini düşünüyorlar. Bu da beni çok üzüyor”
8 ARALIK
Lola, terapistine yazmayı çok istediği halde, bunun kendisi için imkansız olduğunu söylüyordu. Eylülden Kasıma kadar çok kütü günler geçirmişti. Hastaneyi terk edip, memleketine dönmek istiyordu. Hastanedeki sempatik doktoru, akrabalarının Lola’yı ziyaret etmesini yasaklamış, onlar olmadan da iyileşebileceğini söylemişti. İlerleyen günlerde başka bir sanatoryuma geçen Lola, Paris’te ilk yattığı hastaneye dönmek istiyordu ve oradaki sempatik doktorun onu iyileştireceğine inanıyordu. Terapistine mektubunda “beni en az sizin anladığınız kadar anlıyor” diye yazmıştı.
Nişanlısı – sekiz gün içinde – ne yapmayı düşündüğünü soran bir mektup yazmıştı, aksi halde başka planları olacağını bildirmişti. Lola, tüm bu sözlerin ailesi tarafından söylettirildiğine inanıyordu. Daha sonra, ailesinin nişanlısına mektup yazdığını öğrenince çok üzüldü. Aslında nişanlısı da onun ailesine, yazmamalıydı. Lola şöyle diyordu:
“Ona kendimi geçen yıla göre daha iyi hissettiğimi ve birkaç ay içinde kendisini görebileceğimi söyledim” Eğer nişanlısı bu fikre uyar ve ailesine yazmamaya söz verirse, çok daha çabuk iyileşeceğine de değinmişti.
25 EKİM
Bu mektuptaki el yazısı daha iyi ve kelimeler de daha büyük yazılmıştı. Lola mektubunda ailesinin sebep olduğu üzüntüleri anlatıyordu. Kendi özel düşüncelerinden dolayı ailenin hiçbir ferdini görmek istemezken, annesi Haziranda ona bildirmeden ziyaretine gelmişti. Lola bu konuda şöyle diyordu: “Hiç kimse bana beklemediğim bir sürpriz yapmamalı. Çünkü o zaman üzerimde uzun süreli etkili olan düşünceler üretiyorum”.
Bu arada nişanlısı Paris’e gelmişti. Lola, nişanlısının onu görmek istemediğini bile bile gelişine çok kızmıştı. Eğer o istediği için gelmiş olsaydı, durum daha farklı olabilirdi. Böylece Lola, nişanlısını ani bir şekilde Paris’ten uzaklaştırdı. Ona hâlâ mektup yazmak istemiyordu. Bu yüzden her zaman olduğu gibi terapistten tavsiye istiyordu. Birkaç gün sonra gelen mektupta Lola’nın teyzesi; yeğeninin durumunda hiçbir değişiklik olmadığını ve odasında bir nevi inziva hayatı yaşadığını bildiriyordu. Lola’nın aileden kimseyi görmek istemediğini ve manik düşüncelerle dolu olduğunu yazıyordu. Lola’nın ikinci mektubu dört ay sonra geldi, sanatoryumdan çıkmıştı, çünkü kendisini çok iyi anlayan doktoru ölmüştü.
Hayatında ilk defa olarak perseküsyon ve üstüne alınma fikirlerinden söz ediyordu. Yazısı titrek ve düzensizdi. “Size daha önce korkunç insanların peşimde olduğunu, benim hakkımda her türlü kötü şeyi söylediklerini yazmadım. Odama geldiklerini ve beni dışardan merakla seyrettiklerini biliyordum, ben onları tanımıyorum ama onlardan bahsedeceğim. Çoğu G.Amerika’lı ve Fransa’ya kabul edilmiyorlar. Onlar yanlış insanlar ve sadece öldürmek için sokağa çıkıyorlar. Yabancılar tarafından uzun süre seyredilmek beni çok üzdü. Ailem de onlar tarafından hasta edildiğimden etkileniyor. Bunları yalnızca size yazıyorum. Geçirdiğim tüm deneyimleri size aktarıyorum. Kimse beni anlamıyor ve şeytanca şeyler planlıyorlar. Bu yüzden çok dikkatli olmalıyım”.
Lola, ismini belirtmediği bir yere belirli bir zaman için gitmek istiyordu, terapistine doğrudan G.Amerika’ya gitmesinin doğru olup olmayacağını soruyordu. Uzun zamandır bu kadar kararsızlık yaşamamıştı. “Lütfen karınıza saygılarımı bildirin, kart için ona teşekkür ettiğmi iletin, yazmak için fırsatım olmadı. Bu insanlardan kurtulunca ona yazacağımı söyleyin. Her şeyin iyi gitmesini temenni ederim. Saygılar”.
Biswangen’e göre Lola’nın püberte çağında bir erkek çocuk gibi davranışı ve kendisinin bir erkek çocuk olduğuna dair inancı, dikkate alınması gereken bir durumdur. Hastane yaşamı boyunca negatif anne kompleksini, kötü şans taşıdığına inandığı güzel yüzlü hemşireye yöneltmesi, ayrıca kambur kadınlar ve rahibelerden korkması, Lola’nın seksüel yapısındaki homoerotik öğeleri göstermektedir. Freud’un paranoya teorisini göz önüne aldığımızda ve bunun yanında Lola’nın daha sonra düşmanı olarak gördüğü kişilerin de kadın oluşu, bu sonucu çıkarmamıza bir neden oluşturmaktadır. Ancak Lola’nın normal heteroseksüel eğilimleri olduğu da, göz ardı edilmeyecek bir gerçektir. İçten duygularla nişanlısını sevmesi, hastaneden ayrılırken, penceresinin önündeki çiçeklerle genç bahçıvanın ilgilenmesini istemesi ve daha sonraları balolarda dans ederek eğlenmesi bu eğilimi ortaya koyan gerçeklerdir.
Lola’nın çocukluğu, psikopatolojisi hakkında bize bazı bilgiler vermektedir. Lola, oldukça şımartılmış ve kendi üstünde hiçbir yetkeye boyun eğmeyen bir çocuktu. Çocukluğundan yetişkinliğine kadar olan eğitiminde, hiçbir zaman kendi kendisini desteklemek gibi bir olasılığı öğrenememiş, ancak dıştan gelen korunmalarla yaşamını sürdürmüştür. Bu yetiştiriliş tarzı, onun tüm yaşamını kaplamış ve hastalığını egemen kılmıştır. Zaten Lola’nın çocukluğu da hem kişisel yapısı hem de eğitimi nedeniyle ruh sağlığı açısından normal diyebileceğimiz bir norm içinde gelişmemiştir. Zeka düzeyi, ortalamanın altında görünmektedir. Hakkında yazılmış olan tüm raporlar iyi gelişmiş bir zekaya sahip olduğunu göstermemiştir.
Lola’nın kendi içsel desteğinin zayıflığı, 12 yaşlarında ciddi bir hastalık olan tifoya yakalandığında, evinden kaynaklanan güvensizlikten dolayı, daha da yoğunlaşmıştır. Kendisinin ifadelerinden, hayalet vs... gibi bir korkusunun olmadığı ortaya çıkmış, evde hissettiği güvensizlik, eve gelen dilencilerden korkma ve mastürbasyon yapışından kaynaklanan bir anksiyeteden kaynaklanmıştır. Diğer yandan güvensizlik ve anksiyete, zayıf düşen sinir sisteminin bozuluşu ile diğer fizik enfeksiyonlara bağlanmıştır. Bu dönemdeki anksiyetesinin, daha sonrası psikozunun içeriğini belirtmesi mümkündür. Ancak, Binswanger, bu görüşü paylaşmamaktadır. Aksine, Lola’nın sinirlerinin zayıflamasının ortaya çıkardığı kolay yakalanabilen enfeksiyonlar, güvensizliğe neden olmuş, onun iç yapısını zedeleyerek, güvensizlikten kaynaklanan akut anksiyetenin başlangıcını oluşturmuştur. Böylece, her yönüyle bozukluk gösteren şizofrenik yapı, ilk yaşlarda oluştuğundan, anksiyetenin ortaya çıkışını, şizofreninin ilk dönemlerinin semptomu olarak yorumlayabiliriz.
Raporlardan anlaşıldığına göre, Lola 13 yaşlarında yatılı bir Alman evinde kaldığı dönemde, erkek bir çocuk gibi davranıyor, kavgacı, dominant, mücadeleci bir özellik ortaya koyuyordu. Yine raporlara göre, başarılı olduğu ilk senelerde yaşamayı seven, danstan hoşlanan bir çocukken, aynı zamanda yalnız kalmaya da eğilim göstermekteydi. Bu dönemde kendisini odaya kilitlediği anlar da oluyordu.
Yaşamının tüm bu kısmı, belki de onun patolojik batıl inançlarının başlamasına neden olmuştur. Kendi söyleyişine göre bu olaylar 17-19 yaşları arasında ortaya çıkmaya başlamıştır. Tüm bunlar bir şizofrenik sürecin başlangıç noktası ile bağlantılı olabilir. Gerçekten de Lola’nın, nişanına itirazından dolayı babasına karşı aldığı tutum, sık sık diyet yapması, neşesinin azalması ve depresyonu, çevresindekileri tekrar hastalanacağı yolunda ürkütmesi, şizoid ve psikopatinin psikojenik reaksiyonları olarak görülebilir.
LOLA VAKASININ VAROLUŞSAL BAĞLAMDA PSİKOPATOLOJİK KLİNİK YORUMU “BİNSWANGER”
Lola’nın vakasında “dünyevi” ya da “sıradan olmak” diyebileceğimiz varoluş (Dasein-Verwetlichung) sürecini gözlemiş bulunuyoruz. Bu süreç; kişinin kendisini, “kendi olma”nın gerçek ve özgür potansiyeli ile belirli bir dünya düzenine terk etmesidir.
Tüm benzer vakalarda varoluş; dünyanın artık istenildiği gibi özgürce yaşanmasına izin vermez, bunun yerine belirli bir yaşam düzenine sınırlamalar getirerek o yaşamı sahiplenir ve üzerinde baskı kurar. Bu duruma teknik bir terim olarak, kişinin varoluşunun dış dünya tarafından yutulması şeklinde açıklayabileceğimiz, Geworfenheit (thrownness) “fırlatılıp atılmışlık” diyebiliriz.
Binswanger, yukarıda, gittikçe yoğunlaşan bir baskı altına alınmış belirli bir yaşam düzeninin; bir idealin oluşumunda oynadığı önemli rolü göstermiştir. (Extravagant) Çevreye uymayan bir ideal; kişinin kendisi olmasını ve ufkunu geliştirmesini sağlamak yerine kendisi olma olanaklarını öylesine kısıtlar ki, varoluş ancak kendi içinde oldukça belirgin ve daralan sınırlar çerçevesinde gerçekleşebilir. Bu sınırların dışında, yani sosyal çevre içinde varoluş, gittikçe daha kısıtlanır ve adeta tek bir yaşam düzeni, ya da yaşam modeli içine sıkışır kalır.
Günlük yaşam dili ile ifade edersek, bu gibi vakaların ortak yönü; insanların kendi gerçekleri ile, dış gerçek arasında bir uyum sağlayamıyor, olmalarıdır. Psikopatolojik dille ifade edecek olursak, bu kişiler şizoid tipi temsil ederler. Böylece şizofrenik durumlar “emilmenin, yutulmanın daha ileri dönemi” olarak ele alınmalıdır. Çünkü artık varoluş, sadece tek bir yaşam düzeni tarafından gittikçe daha fazla egemenlik altına alınıyor, demektir.
Daha eski vakalara kıyasla Lola, hiçbir zaman kendi gerçeğini dile getirmemiştir. Ancak, ne istediği kolayca anlaşılabilmiştir. Onun ideali, yalnız olmak ve dünyada tek başına bırakılmaktı. Ta başından beri tek başına olmayı yeğlemişti. Kendisini odasına kilitlemek istiyor, hiç kimse ve hiçbir şeyin ona yakınlaşmasını istemiyordu. Lola, güven ve huzurunu bozan dünyada, daima kaderini ve şansını zorlayarak korunuyordu. Bu nedenle kendisine garip ve yabancı ya da ürkütücü gelen her şey, ondan uzakta tutulmalı ve ya ortadan kaldırılmalıydı. Tüm bu gelişmeler, özgür olmayan kendi iç gerçeğini, ona ters düşen her olgudan korumak içindi. Lola’da diğer vakalardan farklı olan şuydu: Lola esrarengiz, nedeni anlaşılamayan, acayip bir varoluştan korkuyordu. Ancak belirli ritüeller uygulayıp kendisini bu anlaşılamayan, gizemli varoluştan koruyabildiği zaman ikna oluyordu. İnsan, devamlı pusuda olan korkuyu kontrol edemediğinde bu kördüğüm, varoluş uçurumu üzerinden geçer ve kişinin varoluşu bu sonsuz uçuruma yuvarlanarak panik ve anksiyete atakları yaşanır. Binswanger, gizemli bir varoluş anksiyetesinden içsel bir gerçeğin oluştuğunu, bu gerçeğin de varoluşu kabul etmek olduğunu ileri sürer ve böylece iç gerçek anksiyeteden oluştuğuna göre, duyulan korkunun da kişiyi anksiyete atağına götürmesi kaçınılmazdır. Kierkegaard şöyle der: “Kişinin kendisi olmama arzusu, yani “benim” “kendim” olmama isteğim, hem de aynı zamanda inatçı bir şekilde ve kişisel özdeşliği korumak için “kendim” olmak arzusu, anksiyete duygusu içindeki umutsuzluğu oluşturur. Tüm bu olaylarda, yani “kendim olmama arzusu ve kendim olma isteğim” içinde, sevgi varoluşun önemli bir yönü olarak terk edilmiştir ve sadece umutsuzluk yaşanmaktadır. Lola’nın vakasında yaşanan umutsuzluk da, dünyada şu ya da bu şekilde varolma değil, zaten dünyada var olmaktan duyulan umutsuzluktur.
Kişinin kadere olan bağımlılığı, medeni ve modern insanın ne kadar primitif (ilksel) olabileceğini göstermektedir. Varoluş açısından bu ilkellik, insanın yapısındaki eksiği, boşluğu (gap) ve güçsüzlüğü göstermektedir. Varoluşunu taşımayan bu güçsüzlük, onun kendi yaşamında ayakları üstünde duramayarak, kendisini varoluş zemininden uzaklaştırdığı bir durumdur. Bu zayıflık nedeniyle varoluşunu üstlenemeyip, yabancı güçlerin sorumluluğunda bir yaşantıyı yansıtmaktadır. Tüm bu açıklamalar, Lola vakasında aşırı düzeyde görülmektedir.
Lola’nın yaşam biçimi, gölün üstünde, her adımda kırılabilecek ince bir buz tabakası üzerinde yürümek gibiydi. Kendisine uzatılan en küçük saman parçasına bile ümitsizce sarılıyordu. Bu, aynı batıl inançlara sarılmak gibiydi. Lola’nın yaşamında, devamlı olarak bir dehşetin içine düşme; daha doğrusu çıplak korku ile yüzyüze gelmekten korkma durumu görülmektedir. Yani onun hayatı, sallanan bir ipten düşmek ya da buzda batmak gibi bir korkuyla yüz yüze gelmeyi sürekli olarak barındırmaktadır, bu da yaşamının her zaman sallantıda olduğu hissini ortaya koymaktadır.
Her iki ayağı da yere sağlam basıyor olanlar, koltuk değneği ya da herhangi bir dış desteğe ihtiyaç duymazlar. Lola, gibi kişilerin varoluşu, yaşayış tarzları, bu kişilere garip gelebilir ve bu söz konusu durumları bir zayıflık, isteksizlik ya da hastalık gibi temellere oturtarak açıklamaya çalışırlar. Lola’nın varlığı, kendisini terk etmiş ve yabancı güçlere yenilmiştir. Böylece kendi varlığı, otantik olmayan olasılıklar tarafından emilmektedir. Yani varlığı ona; kendi seçmediği, “self”ine yabancı gelen güçler tarafından kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Diğer bir deyişle, ancak boşluğa fırlatılıp atılma durumundaki “atılmışlık” (throwness) duygusu ile varolabilmektedir. Ancak atılmışlık duygusu da varoluşun bir parçasıdır. Atılmışlığın anlamı; baştan çıkarma, geçici güven verme, yabancılaşma ve varoluşun bir kördüğüm haline gelmesidir. Böylece Lola’nın yaşamını olumsuz etkileyen yabancı güçler, self’e yabancı olmakla birlikte varoluşuna yabancı değildir.
Varoluş, gizem ve dehşetle çevrili olduğu için, bunlardan kaçış mümkün değildir. İnsanoğlunun korkusu, mutluluğu, acısı, ancak dehşetin varlığını kabul ederek mümkün olabilir. Gizem, dehşet ve korkuyla mümkün olduğu kadar yakın olmak ve ancak böylece kendini rahat hissetmek, insanın varoluşunu sağlamaktır. İnsan için bu durumda iki seçenek vardır. Birincisi, dehşete egemen olmak onun eğilimlerini sezmektir. Diğeri ise, yaşam ve yaşamakla çok ciddi ilişkide olan seçim konusudur. Seçim, dehşetin lanetlendiği sanılan olaylar, insanlar ve objelerle, kendi arasında mesafe koyma doğrultusunda bir seçimdir.
Modern insanın iddialı kültürüne rağmen, kendisini tatmin etmek için gerekli gördüğü durumlarda tahtaya vurması ve ya karşısındakine “nazar değmesin” anlamına gelen “tahtaya vur” deyişi, aynı Lola’nın davranışı gibidir. Kaderin fesatlığı ve güvenilmezliğine rağmen insanoğlunun ona karşı kendini savunması, sadece bu kadarla kalmaktadır. Bu bakımdan modern insan da her ne şekilde olursa olsun, aynen Lola’nın yaptığı gibi, yaşamda kendisine göre kötü olan her şeyle arasına mesafe koymaktadır. Lola’nın ilk savunma biçimi olan “yaşam kehaneti”, bir oyun gibiydi. Bu sebeple dikkat çekicidir. Lola’nın kendini korkunç saldırılara karşı korumaya çalışması ve bu saldırıların amaçlarını da tahmin etme çabaları bizleri oldukça etkilemektedir. Lola hecelerinin içinde bulunduğu kehanette, yapması gerekenlerle ilgili işaretler arıyordu ve bundan sonrası artık onun vereceği kararlar olamazda. Lola yaptığı yorumlarda, çeşitli dillere başvuruyor, heceleri düzenliyor, harflerin sırasını değiştiriyor, bütün batıl inançlardaki basit özellikleri ortaya koyuyordu. Göre çarpmayan masum detaylarla ilgileniyor, kendini kaderin görkemli büyüsüne kaptırıyordu.
Tabu
Kişi için tabu olarak kabul edilip uzaklaştırılmaya çalışılan insan ya da objenin, mekansal yakınlığı psikolojik motivasyonun, ya da objektif mantığın yerini alır. Dünyaya atfedilen kompleks olgular, aynı zamanda bir de olumsuz olarak eş zamanlılık gösteriyorsa, mantık büsbütün ortadan kalkar. “Lola”, belirli bir elbiseyi giyerek, arkadaşına mektup yazarsa, kötü bir şey olacağına inanıyordu. Çünkü yazı yazarken o elbiseyi giymenin ona kötülük getireceğini düşünüyor ve bu fikir onu sürekli olarak rahatsız ediyordu. Babası ona yeni bir şemsiye aldığında; kambur bir kadına rastlaması onun kamburlara ve şemsiyelere karşı olan tabusunu ortaya çıkarıyordu. Bu  inançlar doğrultusunda hemşire Emy’nin şemsiyesi, onun için bir olumsuzluk sembolü haline gelmişti. Bu noktada Lola’nın erkeksi karakterini dikkate alırsak, kendisine tabu olarak hemşireler arasındaki en güzel ve en çekici olan Emy’i seçmesine şaşırmamak gerekir. Tüm bunlar göz önüne alınınca asıl ilgilenmemiz gereken konu, böyle bir tabu patolojisini luşturan imgelerdir. Dünyanın ekseninin Lala’nın varsaydığı gibi kendimizden de üstün bir gücün etkisinde olduğunu düşünürsek, bir kambur görmenin kötü şans getireceğini düşünmek gibi bir inanç, şaşkınlıkla karşılanmamalıdır. Hatta bu inançlar, belleklerimize yerleşerek, benzer olaylarda yeni olgu ve objelere yansıtılarak üzerimizden hiç gitmeyecek bir olumsuzluk olarak kalacaktır.
Lala’nın kader teması; temel “varoluş kaygısı” “gizem” ve “batıl inançlarla bütünleşmektedir. Kierkegoard anksiyetenin anlamını araştırırken “kaderin içeriğinde anksiyetenin anlamını araştırdığında, kaderin içeriğinde anksiyetenin yokluğunun” farkına varmıştı. Bu konu, daha sonra Heidegger’in antolojik görüşlerinde de yer almıştır. Bu antolojide anksiyetenin yokluğu, dünyada kendiliğinden bir varoluş olarak yorumlanmıştır. Çünkü anksiyetede dünya önemsizleştirilmiştir. Bu yüzden insan, varoluşunu hiçbir zaman anlamamıştır. Ancak insan, anksiyete yaşayarak dünya ile karşı karşıya geldiğinde, “dünyada kendiliğinden varoluşun” anlamı ortaya çıkar. Anksiyete; insanın varoluşu, bilinmezlik içine fırlatılmış gibi yaşayışı, savunmazlığı, korunmazlığı içinde varlığını sürdürüşü ile bağlantılıdır. Anksiyete, insana bir şeyler yapabilme olasılığını da yaşatır. “oala” vakasında ise devam farklıdır. Çünkü Lala, kendisini tekrar bulabilme ve kendine yetebilme olasılığını yaşamadan, anksiyetenin içine girmiş ve orada kendisinin bile farkında olmadan yaşamıştır. Yaşadığı boşluk, garip ve bilinmez bir güç gibidir ve boşlukla başa çıkmayı başaramadığı için, her olgunun içinde bazı nedenler aramış ve kendine atfedilen birşeyler bulmaya çalışmış, kendince bir şeyler aramıştır. Bunları, yoğun obsesif kompulsif yaşam içinde gerçekleştirdiği için, gücünü tüketmiştir.
Gücün tükendiğinde zayıflayan benlik yapısı savunma amacıyla, kelimelerden, çevrede olup biten olaylardan anlamlar çıkarıp, dış gerçeklerin yerine kendi içsel gerkçeklerini (psişik realite-pychico reality) yaşayabilir.
Yunanlıların kahinlere başvuruşu gibi sanki kaderin kötü habercilerine körü körüne bağlanmaktaydı. Yunanlılar işaret sistemlerini geleneksel bir mirastan alırken, Lala kendi işaret sistemini yaratmış ve bu işaret sistemlerini objektif ve geçerli olarak ele almış, veya bunları objektif bir güçten gelen mesajlar gibi algılamıştı.
Lala’nın batıl inançları tamamen özel inançlardı. Ancak diğerlerinin başvurduğu batıl inançlarla ortak olan yönü, insanların sürekli olarak varoluş anksiyetesinden uzaklaşmak istemeleri ve sonunda kendi gerçek selflerine kavuşmak arzuları, ya da dinsel inanç sahibi olarak, huzur aramalarıydı.






[1]              Şizofreni Dostları Derneği Yayınları, “Psikososyal Tedaviler” (sf:2,7).
[2]              REACTİVE AND PROCESS SCHİZOPHRENİA, sf.169/170.
[3]              Harner, Michael, Şamanın Yolu, sf. (71-79,80), Dharma Yayınları, İstanbul.
[4]              Strauss, Claude Levi, “Din ve Büyü” (sf:72).
[5]              Rosenborg, Donna, “Dünya Mitolojisi”, İmge Kitabevi, 1998.
[6]              Eliade, Mircea, “Mitlerin Özellikleri”, Simavi Yayınları, 1993.
[7]              Foucault, Michel, Deliliğin Tarihi, sf: 199-200, İmge Kitabevi, Ankara.
[8]              The Story of Psychoanalysis, Lucy Freeman.
[9]              Bellak
[10]             Fikret Ürgüp, Şizofreni Menografi
1              Bellak, Leopold. M.D., 1958 A Review of the Syndrome, Logos Press, N.Y. (sf.279-300)
2              bkz. Schreber vakası, sf...
* Katau, sf. 287, Bellak.
2              Bellak, Roheim, sf. 289.
                Jacobson, sf: 290.
                Hartmann, sf: 291.
                a.g.e. Bak. sf: 292-293.
                a.g.e., Eissler, sf:294.
                a.g.e., Rosen, 295.
                a.g.e., Klein, 296.
                a.g.e.: Bion, 298.
                a.g.e.: Bonime, 319.
                a.g.e.: Barahal, 319.
                a.g.e.: Merin, 319.
                a.g.e.: Chrnazowski, 320.
                a.g.e.: Searles, 329.
                a.g.e.: Wexler, 329.
                a.g.e.: Secheaye, 331.
1              Şizofreniye giriş notlar, Çapa Tıp Fakültesi.
                Silvano Arieti 1995, Şizofrenide Dil ve Düşünce Özellikleri.
[11]             AKIL HASTASI ve SANATÇI, Velioğlu Süleyman
[12]             Seçilmiş Düşünceler F. Nietzche sf: 24.
[13]             İbid.
[14]             Teber, Serol, Melankoli, sf:36, Say Yayınları, 1997.
[15]             Laing, The Divided Self
[16]             1997-1999 G.K. ders notları
[17]             İbid
[18]             Self Alienation Dynamics Therapy Frederich A. Weiss
1       otizm: Kişinin realiteden kopması, içe kapanması, imgesel dünyanın yaşamına egemen olması durumu. Çevre ile ilişkisini koparmış ileri derecedeki şizofrenler, sadece kendilerine ait bir dünyada yaşar. Dış dünya ile ilişkileri çok azalır. Dış dünya ile ilişkilerin azalarak, iç dünyanın egemenliği eşliğinde görülen bu realiteden kopmaya “OTİZM” denir.
1       Schreber vak’ası. bkz: sf.
  PSYCHOTHERAPY OF PSYCHOSIS: sf: 16, 17, 18, 20, 22, 26, 28, 29, 30, 31 (Özet)
  “MAN ALONE IN MODERN SOCIETY” BRUNO BETTELHEIM – A MECHANICAL BOY.
*       “Order of Things” (Şeylerin Düzeni) kavramı, Schreber’in yarattığı sanrısal sistemin içinde yer alan bir mekanizmaydı.) 
1       BİNSWANGER, Beina in the world.